#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
cernobil olum bolgesine yolculuk

Çernobil Ölüm Bölgesi’ne Yolculuk

“Tarihin en ciddi nükleer felaketi, 26 Nisan 1986 gecesi Çernobil’de meydana geldi. Yüz binlerce kişiyi göçe ve ölümcül hastalıklara sürükleyen, bir süper gücün çöküşünü başlatan Çernobil faciasının bıraktığı izler, üzerinden çeyrek yüzyıldan fazla bir süre geçmesine rağmen silinmiş değil. Ukrayna’nın Belarus sınırına yakın bu ölüm bölgesine giderek nükleerin, bir coğrafyada hayatı nasıl yok ettiğine tanık oldum. Tarihin radyoaktif soluğunu ciğerlerimde hissettim.”

Yazı ve Fotoğraflar: Onur İNAL, [email protected]

Soğuk ve puslu bir kış günü Kiev’in ana meydanı Maidan Nezalezhnosti’deyim. Pazar sabahı saat 9 olduğu için meydan oldukça sakin. Elimdeki rehber kitabın “dünyanın en tuhaf günübirlik gezisi” diye tanımladığı Çernobil Nükleer Santrali’ne bizi götürecek olan rehberimiz Sergey Ivantchuk ile Khreschatyk Oteli’nin önünde buluşuyoruz. Benimle beraber çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen toplam yedi kişiyiz. Çernobil, Başkent Kiev’e 135 kilometre mesafede. 20 yıl süreyle hemen hemen kimselerin geçmediği bu yolu, Çernobil’in ziyarete açıldığı 2002 yılından bu yana daha fazla araç kullanır olmuş. Batılı turistlerin ilgisi, yeni bir turizm türü yaratmış: “Afet turizmi”. Çok yakın bir tarihte gerçekleşen Fukuşima’ya rağmen dünyanın en büyük nükleer faciası denince akıllara halen Çernobil geliyor. Çernobil belleklere kazınmış acı bir hatıra…

Çernobil’e ziyaret, sadece devletin görevlendirdiği rehberlerle mümkün. Bunun için de haftalar öncesinden Afet Bakanlığı’na başvurmak ve izin almak gerekiyor. Tur firmaları aracılığıyla tüm bu işlemler daha kolay ve hızlı gerçekleşiyor. Sergey bu işi sekiz yıldır yapıyor. Araca binmeden önce herkesin pasaportlarını son bir kez daha tek tek kontrol ediyor, elindeki belgelerle karşılaştırıyor, 1-2 telefon görüşmesinin ardından “Herşey yolunda, gidelim” diyor.

Kiev caddelerinde ilerlerken Sergey mikrofonu eline alıyor ve Batılı müşterilerinin duymak istediğini en başta söylüyor: “Çernobil’e gitmek insan sağlığı açısından risk içermiyor. Rehberinizin kurallarına uyduktan sonra radyasyondan etkilenmeniz için hiçbir sebep yok.” Daha sonra, kuralların yazılı olduğu, birbirine zımbalı iki sayfayı okumaya başlıyor. Pür dikkat dinliyoruz, işin şakası yok. Her zaman asfalt yolda kalınmalı, toprak ve bitkilerle asla temas edilmemeli, yere çanta dahil hiç bir eşya bırakılmamalı, askeri kontrol noktalarının ve görevli askerlerin fotoğrafları çekilmemeli. Daha sonra belgeyi tek tek imzalıyor ve sağlığımızda meydana gelebilecek her türlü zararın sorumluluğu üzerimize alıyoruz.

Kiev’den çıkıp bölgeye yaklaştıkça yolların yok olduğuna, evlerin, insanların, ağaçların seyrekleştiğine tanık oluyoruz. Bembeyaz bir örtünün kapladığı doğa, Çernobil’e yaklaştıkça cansızlaşıyor adeta. İki saatten fazla süren yolculuğumuz boyunca The True Battle of Chernobyl (Gerçek Çernobil Savaşı) adlı belgesel yapımı izliyoruz. Hislerim birbirine karışıyor; merak, endişe, üzüntü…

100 Yıl Kimse Yaşamayacak

Çernobil Nükleer Santrali’nin bulunduğu Pripyat kenti etrafındaki 30 kilometrelik çapındaki alan bugün “Yasak Bölge”. 2600 kilometrekareyi kaplayan bu alanda en iyi ihtimalle önümüzdeki 100 yıl boyunca kimse yaşamayacak. Tarlalar sürülmeyecek, değirmenler dönmeyecek, hasatlar toplanmayacak. Ta ki bir gün doğa, üzerindeki zehri atıp, kaybettiği her şeyi yavaş yavaş geri alana kadar. Yasak bölgeye yolculuğumuz devam ediyor. Saat 11.30’u gösterdiğinde Kiril harfleriyle Çernobil yazılı beton blokla karşılaşıyoruz. Bir zamanlar 14 bin insanın yaşadığı Çernobil kasabası başlıyor burada. Nükleer santrale 15 kilometre uzaklıktaki kasabada 27 yıldan beri ölüm sessizliği var.

Az daha ilerliyoruz ve başında birkaç askerin beklediği ahşap bir bariyerin önünde duruyoruz. Burası Dikyatki Kontrol Noktası. Uyarı tabelalarının gözden kaçması mümkün değil: “Dur! Radyasyon Tehlikesi! Yasak Bölge!” Araçtaki herkes tek tek aşağıya iniyor. Ellerimizde pasaportlarımızla sıraya geçiyoruz. Kamuflaj giysili Ukraynalı asker pasaportlarımızı kontrol ediyor ve başını sallayarak onay veriyor. Tekrar aracımıza biniyoruz. Sergey burada bizden ayrılırken devletin görevlendirdiği bir rehber bize eşlik ediyor. Adı Nikolay, sempatik ve İngilizcesi son derece akıcı. Eline mikrofonu alan Nikolay yasak bölgenin kurallarını bize bir kez daha hatırlattıktan sonra Geiger sayaçlarını dağıtıyor. Kısa bir brifing ile sayacın hikayesini ve nasıl çalıştığını açıklıyor. Hans Geiger adlı bir Alman fizikçinin icat ettiği ve kendi adını verdiği bu alet iyonlaşma radyasyonunu ölçen bir detektör. Bir telsiz büyüklüğünde, elde taşınabilen ve hem havadaki hem de topraktaki radyasyonun varlığını saptayabilen bir cihaz. Radyasyonu yüksek ortamlarda kulağı tırmalayan tiz bir ses çıkarıyor. Aracımız yasak bölgede ilerlerken Geiger sayaçlarımızı açıyoruz. Gözlerimiz Jüpiter marka sayaçta, heyecanla araç içerisindeki radyasyon miktarına bakıyoruz. Önce 0,13 mikrosievets, sonra 0,18, en fazla 0,20. “Maruz kaldığınız radyasyon miktarı Kiev’dekiyle aynı” diyor Nikolay.

Boş tarlaların ortasına, yol kenarlarına yerleştirilmiş sarı-siyah uyarı levhaları dikkatimizi çekiyor. Derken karşıdan bir araba geliyor. Yasak bölgede 3 binin üzerinde insan yaşıyor. Bu insanların bir kısmı burada görevli memur, polis, asker, ormancı ve itfaiyeciler. Maruz kaldıkları radyasyonun miktarını azaltmak adına rotasyonla görev yapıyorlar ve her ay iki hafta bu bölgede, iki hafta da Kiev’de kalıyorlar. Çocukları kesinlikle bu bölgeye giremiyor. Bunun dışında, çoğunluğu 60 yaş üzerinde olan 200 kadar köylü var. Ukrayna hükümeti, Çernobil faciasından birkaç yıl sonra, bölgede yaşayanların istedikleri takdirde geri dönebilmelerine izin vermiş. Kendi rızasıyla ve burada yaşamanın riskini alarak geri dönen insan sayısı çok az. Bölgede yaşayanların evlerine giden elektrik ve gaz kabloları yere temas etmiyor. Bunun bir sebebi topraktaki radyasyona bulaşmamaları, diğer sebebi de olası bir yangına sebebiyet vermemeleri için. Çünkü yangın demek, toprağa çökmüş radyasyonun yangın dumanıyla karışıp yeni felaketlere yol açması demek!

Anaokulunda Duran Zaman

20 dakika kadar ilerledikten sonra ikinci kontrol noktasına ulaşıyoruz. Bu sefer araçtan inmemize gerek kalmadan belgelerimiz bir kez daha kontrol ediliyor. Ahşap bariyer bir kez daha kalkıp iniyor. İkinci kontrol noktasından sonraki topraklar “ölüm bölgesi” olarak adlandırılıyor. Çernobil Nükleer Santrali’ne uzaklığımız artık 10 kilometrenin de altında. Biraz ilerledikten sonra yolun sağ tarafındaki yıkık bir binanın önünde duruyoruz. “Burası bir köy” diyor Nikolay. Ama ortada yerleşim olduğuna dair hiçbir belirti yok. Meğerse faciadan sonra Kopaçi adlı bu köy boşaltılmış ve çoğunluğu ahşap olan evlerin tamamı ileride yangına sebebiyet vermemeleri için yıkılarak toprağın metrelerce altına gömülmüş. Sadece bir bina ibret olsun diye bırakılmış; anaokulu binası. Binaya girerken Nikolay uyarıyor: “Hiçbir şeye dokunmayın!” Dershane sıraları, ranzalar, nemden sayfaları kabarmış çocuk kitapları, plastik oyuncaklar… Zaman 26 Nisan 1986’da donup kalmış adeta. Binanın dışarısında bir ağacın önünde yere doğru eğiliyoruz. Karı eşeleyip Geiger sayacını toprağa yaklaştırıyoruz. 0,40, 0,42, 0,48, gösterge gitgide yükseliyor ve 0,54’te duruyor. Bulunduğumuz yerde, şehirdekinin 3-4 misli fazla radyasyon bulunuyor. Radyoaktif partiküller gökyüzünden rüzgarla birlikte toprağa çöktüğü için bir yer “temiz” iken birkaç metre ötesi radyasyonlu olabiliyor. Tıpkı bir satranç tahtası gibi, siyah ve beyaz bölgeler bulunuyor. “Bu turu yüzlerce defa yaptım, artık nerede fazla radyasyon olduğunu iyi biliyorum” diyor Nikolay gururla.

Yeniden aracımıza biniyoruz ve biraz daha ilerliyoruz. Nükleer reaktörlerin soğutmasında kullanılan Pripyat Nehri’nden geçiyoruz. Nehrin kenarında 5 ve 6 numaralı reaktörler beliriyor. Çernobil faciası yaşandığında yapımı devam etmekte olan bu iki reaktör, o günden beri yarı-inşaat halinde duruyor. Rehberimiz nehirde kocaman yayın balıklarının yaşadığını anlatıyor. Balıkların mutasyon geçirdiği ve yaratığa dönüştükleri ise bir şehir efsanesi. Balıklar, bol beslenebildikleri ve besin zincirinin en üstünde oldukları için son derece besili. Nehrin diğer yakasında az ilerideyse diğer dört reaktör görünüyor. Reaktörlere yaklaştıkça sadece topraktaki değil, soluduğumuz havadaki radyasyon miktarı da normalin 3-4 katına ulaşıyor. Ancak miktardan öte maruz kalınan süre önemli olduğu için 2-3 saatlik bir Çernobil ziyaretinin insan sağlığını tehdit edici boyutları bulunmuyor. Uzmanlar, Çernobil’e günübirlik giden bir kişiyle Avrupa’dan Amerika’ya uçan bir yolcunun aldığı radyasyon miktarının eşit olduğunu belirtiyorlar.

Bir sonraki durak 3 numaralı reaktörün yakınındaki demiryolu köprüsü. Dört reaktör de buradan net bir biçimde görünüyor. “Ancak buradan fotoğraf çekmek yasak” diyor Nikolay ve ekliyor: “Ben size fotoğraf çekebileceğiniz yeri ileride göstereceğim.” Bir zamanlar nükleer santralde çalışan binlerce kişinin kullandığı demiryolunu bugün, santralin üzerini kapatmak ve radyasyonu hapsetmek için inşa edilen yeni beton örtü – Çernobilcesiyle bir ‘sarkofaj’- inşaatında görevli az sayıda mühendis ve işçi kullanıyor. Her sabah Slavutiç kasabasından Çernobil’e hareket eden bir vagon akşama geri dönüyor. Faciadan hemen sonra robotlar yardımıyla kısa sürede inşa edilen beton örtünün miadı dolmuş durumda. Reaktörde saatte yayılan radyasyon miktarı normalin on binlerce katı kadar fazla olduğu için mevcut beton örtüyü yıkmak veya korozyona uğrayan kısımları tamir etmek de mümkün değil. Bu yüzden uzmanlar 2005 yılında yeni bir beton örtünün inşaatı için kolları sıvamışlar. 2011’e kadar tamamlanması öngörülen beton örtünün açılışı sürekli erteleniyor. Planlanan son açılış tarihi 2015. Yeni beton örtüyle birlikte önümüzdeki 100 yıl boyunca 4 numaralı reaktörden radyasyon yayılımı tamamen engellenecek. 1,5 milyar avroya mal olacak olan örtü 150 metre uzunluğa, 257 metre genişliğe ve 105 metre yüksekliğe sahip.

“Vakit Az, Risk Çok!”

Araçla yolumuza devam ediyoruz. Artık Çernobil Nükleer Santrali’nin dibindeyiz. 4 numaralı reaktörün görüntüsünü almamıza izin verilen tek nokta olan “Kahramanlar Anıtı”na geliyoruz. 26 Nisan 1986 günü yangına ilk müdahale eden ve faciayı takip eden aylarda can çekişerek ölen asker ve itfaiyecilerin anısına dikilmiş bu anıt. “Dünyayı kurtarmak için birilerinin müdahale etmesi ve ölmesi gerekiyordu” diyor Nikolay ve ekliyor “onlar ettiler ve öldüler.” Araçtan iniyor, kameralar elde anıta yaklaşıyoruz. 4 numaralı reaktörün çürümekte olan gri kütlesi birkaç yüz metre ilerimizde. Askerler devriye geziyor. Diğer reaktörlerin fotoğrafını çekmek yasak! Geiger sayacını havada yukarıya doğru tutuyorum; havadaki radyasyon değerini 9,60 mikrosieverts olarak gösteriyor. Bu, şehirde soluduğumuz radyasyonun onlarca katı fazla miktarda radyasyon demek. Vakit az, risk çok!

Otobüse binerek reaktörden uzaklaşıyoruz. Birkaç kilometre sonra yol kenarında, kar kütlelerinin üzerinde bir tabela beliriyor: “Pripyat.” Burası, 1970 yılında Çernobil Nükleer Santrali ile birlikte kurulan, 1986 Nisanı’ndan sonra ise bir hayalet şehre dönüşen meşhur yer. Pripyat, neredeyse tamamı santral çalışanları ve ailelerinden oluşan 49 bin nüfusuyla 1980’lerde Sovyetler Birliği’nin örnek şehirlerindendi. Geniş caddeleri, alışveriş merkezi, oteli, lokantası, çocuk parklarıyla capcanlı, yemyeşil bir şehir. 26 Nisan 1986 gecesi olanları dünyada kimse bilmiyorken Pripyatlılar balkonlarından gözleriyle görmüşlerdi. Ancak gerçek Pripyatlılar’dan (ve tüm dünyadan) gizlenmişti. İlk anda sıradan bir yangın olduğu söylenen bu kızıllığın aslında bir nükleer felaket olduğunu ertesi gün öğreneceklerdi. Normalin binlerce katı miktarda radyasyona maruz kalacaklar, birkaç saat içerisinde –bir daha hiç dönmemek üzere- şehri terk edeceklerdi.

Pripyat’a Lenin Bulvarı’ndan girmeden önce bir kez daha kontrolden geçiyoruz. Yaklaşık 1 kilometre boyunca uzanan bulvarın iki yanında, Ukraynalı yazar Andrey Kurkov’un “Brejnev Baroğu” diye tabir ettiği Sovyet mimarisinin özgün örneği blok apartmanlar sıralı. Kapısına kilit vurulmuş, kaderine terk edilmiş apartmanlar bunlar. Çoğunun camı kırık, sıvası dökük. Binalarda çökme tehlikesi bulunduğundan içerilerine girmemize izin verilmiyor. Kimisinin açık penceresinden halen perdeler sarkıyor. Kimisinin içerisindeyse dolaplar, masalar olduğu gibi duruyor. Lenin Bulvarı’nı boydan boya geçip hayalet şehir Pripyat’ın ana meydanına varıyoruz. Ortasında insan boyunu aşan otlar biten bu meydanın bir yanında Otel Polissi, diğer yanındaysa büyük bir restoran var. Bir mağaza ve önünde boş bir telefon kulübesi, ahizesi sallanıyor. Pripyat’ın en tuhaf yeri şüphesiz faciadan kısa süre önce kurulan lunapark. Hareketsiz duran bir dönme dolap, pas ve küften renkleri kazınmış çarpışan arabalar… Çernobil yaşanmasaydı, 1 Mayıs 1986 günü İşçi Bayramı’nda bu lunapark şüphesiz çocuklarla dolacaktı.

Pripyat’ı yavaş yavaş terk ediyor ve öğlen yemeğiyle birlikte turu sonlandıracağımız Afet Bakanlığı binasına dönüyoruz. Çernobil’in 1 kilometre uzağındaki binaya girerken herkes girişteki kapı görünümlü metal cihazdan geçmek zorunda. Eller cihazın iki yanındaki soğuk metal levhalara konuluyor, saniyelik bir bekleyiş ve “temiz” anlamına gelen yeşil ışık ile birlikte binaya giriyor. Öğlen yemeğini santralin dibinde yiyeceğiz. Yemek konusundaki endişemizi Nikolay gideriyor: “Tüm yiyecek ve içecek maddeleri her gün Kiev’den geliyor, korkmanıza gerek yok.” Menüde kremalı borş çorbası, tavuk ve salata var. Birer kadeh de votka.

Yemeğin ardından dönüş yoluna koyuluyoruz. Bu kısa Çernobil ziyaretinde insanı etkileyen gördükleri kadar göremedikleri… Toprağın altına gömülmüş köyler, sokaklarında arabaların, insanların olmadığı koca bir hayalet şehir, dallarında kuşların olmadığı ağaçlar, kapısına kilit vurulmuş evler, mağazalar, çocuk parkları… Disyatki Kontrol Noktası’nda metal cihazdan tekrar geçiyoruz. Yeşil ışık ardı ardına yanıyor. Biz “temiz” bir biçimde yolumuza devam ediyoruz; kirli ve tükenmiş bir coğrafyayı geride bırakarak.

SoloEast Travel ile kişi başı $150 ödeyerek Çernobil’e rehber eşliğinde gidilebiliyor:
Adres: Office 105, #10 Proreznaya St., Kiev, Tel: +380 44 279 3505,
EKOIQ Dergisi Nisan2013 Sayı: 28

EkoIQ Editör