Kültür

Hayat Ağacı, Bilgi Ağacı, Darağacı

Hayat ağacının farklı çağlarda ve farklı toplumlarda karşımıza çıkması, efsanelerden hikâyelere geçmesi, şairleri ve yazarları cezbetmesi aslında kimseyi şaşırtmamalı. Hayat, kendi meyvesinden tekrar tekrar doğan bir ağaçla değil de neyle simgelenecekti sonuçta…

Yazı: Heyzen ATEŞ
Ağaç imgesi efsanelerden mo­dern edebiyat yapıtlarına ta­şan imgelerden biri, çoğun­lukla da hayatla özdeşleştiriliyor. Ağaç yaşamak demek, ölümsüzlük demek, aile demek. Faulkner bu yüzden anlattığı ailelerin bahçe­lerindeki ağaçlardan bahsetmeye zaman ayırıyor; Giono bu yüzden ağaç eken insanları anlatan kitaplar yazıyor; eski efsaneler bu yüzden dünyadaki bütün yaşamı dallanıp budaklanmış bir ağaçla sembolize ediyorlar. Ağacın kökleri derinlere iniyor, dalları göğe uzanıyor. İyi de hikâyesi nerede başlıyor?
Bilinen ilk yazılı destan olan Gılgamış’ta (MÖ 2700) ağaçların baş tacı edildiğini görüyoruz. Kah­ramanın yolculuğu ağaçlar altında başlıyor ve ender bulunur meyveler veren ağaçların altında sona eriyor. Böylece dünyanın sınırları tanım­lanmış oluyor ağaçlarla. Her şey ağaçla başlayıp, ağaçla bitiyor. Mısır mitolojisinde, hayat ve ölümün, İsis ve Osiris’in hikâyesinde de önemli rol oynuyor ağaçlar. Osiris öldü­ğünde, cesedi bir akasya ağacının dibine sürükleniyor, aşkını hayata döndürmeye çalışacak olan İsis onu orada buluyor. Uzakdoğu da atlamı­yor hayat ağacını. Taoizm’de üç bin yılda bir, yiyeni ölümsüz kılan bir meyve veren ağaçtan bahsediliyor. Çinliler bronz ağaçlar yapıyorlar, insanoğluna ölümsüzlüğü sunan hayat ağacını onurlandırmak için.
Ama benim asıl favorim Kuzey Amerika Kızılderili mitolojisindeki ağaç. Efsaneye göre hamile bir ka­dın cennetteki hayat ağacının dalı­na çıkıyor ama dengesini kaybedip düşüyor, kendini sonsuz denizde buluyor. Bir kaplumbağa kurtarı­yor onu. Kadın da düşerken elinde kalan dal parçasını ekiyor kaplum­bağanın sırtına. Böylece dünya doğuyor (İşte size kaplumbağanın sırtındaki dünya efsanesi).

“Seni Defneye Dönüştüreceğim”
Bir de meşhur bilgi ağacı var ha­liyle -Havva’nın dalındaki elmayı koparıp Adem’e verdiği, Adem’in de elmasını yiyerek hepimizi cen­netten sürdürdüğü. Tekvin’e göre “günah” bile o elmadan doğuyor. Hayat ağacı, insanın cennetten atı­lışına vesile oluyor olmasına ama böylece dünyada yeni bir hayat başlıyor. (Sadece bu efsanenin ve hayat ağacından/bilgi ağacından gelen o elmanın edebiyattaki yan­sımalarını yazmaya kalksak, sayfa­lar yetmez konuyu tamamlamaya. Mark Twain’in alaycı Adem’in Günlüğünden Notlar’ı mı dersiniz, Milton’ın Kayıp Cennet’i mi… Ama o ağaç da başka bir zamana kalsın şimdilik.)
Antik Yunan ve Roma da geri kal­mıyor ağaçları taçlandırmakta el­bette. Peki, Ovidius’un Dönüşüm­ler’ine ne demeli? Kurtuluşu ağaca dönüşmekte bulan kızın hikâyesini hatırlatalım, unutmuş olanlara: Gü­neş Tanrısı Apollon bir peri kızına âşık oluyor ama kız istemiyor onu. Tanrı bu, bırakır mı peşini, kovalı­yor kızı nereye giderse. Sonunda kız yalvarıyor tanrılara kendisini kurtarmaları için ve kıza acıyan tanrılar da defne ağacına dönüştü­rüyorlar onu. Apollon’un da başına defne dallarından bir taç takmakla yetinmesi gerekiyor kızı elde ede­mediği için.
Ortaçağla birlikte, özellikle Avru­pa edebiyatında çeşitleniyor ağaç­lar. Salkımsöğütler ve meşeler karışıyor Walter Scott’ın yazdığı şövalye maceralarının arasına, “da­rağacı” çıkıyor ortaya, suçluların dallarda sallandırıldığı bu roman­lardan. Hüzünlü bir hava çöküyor önceden hayatla özdeşleşen ağaç imgesine ama çağ da hüzünlü bir çağ zaten. 19. yüzyıldan sonra bi­raz daha çeşitleniyor ağaçların rolleri. Hermann Hesse incir ağa­cının gölgesinde oturtuyor bilgeliği arayan Siddharta’yı; Enid Blyton çocuk kitaplarındaki en fantastik ağaçları yaratıyor ve çocukların ağacın tepesindeki merdivenden yeni evrenlere adım attıkları mace­ralar yazıyor. J. R. R. Tolkien, Yü­züklerin Efendisi’nde ulu ağaçları yürütüyor Mordor’la yapılan savaşı kazandırmak için kahramanlarına. Bu kadarla da kalmıyor Tolkien’in ağaç sevgisi: Silmarillon’a göre Orta Dünya’nın ışığı da iki ağaçtan geliyor aslında…
 
“İnmeyecem İşte”
Bir de karakterlerini ağaçlarla ta­mamlayanlar var elbette. Örneğin Italo Calvino ağaçlara sığınan bir karakterde arıyor yanıtı: Ağaca Tüneyen Baron’u unuttunuz mu yoksa -babasına kızıp ağaca çı­kan ve bir daha inmeyen çocuğun hikâyesini? Ağaçlarda kurulacak bir devlet için anayasa tasarısı ha­zırlamaya kalkışını? (Hoş, belki hepimiz daha mutlu olurduk ağaç tepelerinde yaşasak…)
Hayat ağacının farklı çağlarda ve farklı toplumlarda karşımıza çıkma­sı, efsanelerden hikâyelere geçmesi, şairleri ve yazarları cezbetmesi as­lında kimseyi şaşırtmamalı. Hayat, kendi meyvesinden tekrar tekrar doğan bir ağaçla simgelenmeyecek­ti de neyle simgelenecekti sonuç­ta… Hayatın başladığı gibi bitmesi, hikâyenin ister darağacı, ister öteki dünyanın yolunu gösteren bir servi olsun, yine bir ağaçla sona ermesi de şaşırtmamalı öyleyse. Çünkü hikâyeler başladıkları yerlerde biter genelde ve yeni tohumlarla geri dö­nerler ait oldukları yere…

About Post Author