Stratejik iletişim yönetimi ve itibar konularında Türkiye’nin en önemli isimlerinden biri Salim Kadıbeşegil ama asıl ayırt edici yanı, aynı zamanda toplumsal fayda, ekoloji, sürdürülebilirlik konuları üzerinde de çok uzun zamandır kafa patlatması, düşünmenin yanı sıra eylemesi. EKOIQ’nun en başından beri hem destekçisi hem de takipçisi olan Salim Abi’ye, dünyanın hem fiziki hem de sosyal sorunları üzerine zor sorular sorduk ve üzerinde hassasiyetle düşünülmesi gereken yanıtlar aldık.
Yazı: Barış DOĞRU
Fotoğraflar: Özgür GÜVENÇ
Ya kuşlar rüzgar güllerine çarparsa Salim Abi? Herkesin erişimine açık, blogundan serbestçe indirilebilen son kitabının ismi böyle. İşin bizim için sürpriz tarafı, kitabın isminin ilham kaynağının EKOIQ olduğunu önsözdeki yazından öğrenmemiz…
EKOIQ doğduğundan beri hep pusulam oldu. Yaşamın yaşanılası, aydınlık yüzü diyebilirim. Son kitabımın adı, evet, EKOIQ’da satır aralarında okuduğum küçücük bir haberden geliyor. Haber küçük ama o kadar çok şey anlatıyor ki! Yaşamın kendi içindeki çelişkilerini gözler önüne seriyor. Dünyamızın temiz enerjiye gereksinimi var. Tarihin “güzel” dönemlerinde olduğu gibi insanoğlu rüzgarı ve onunla birlikte esen enerjiyi keşfetmiş. Rüzgar değirmenlerinde buğday, mısır öğütmüş. Suyu enerjiye dönüştürmüş. Şimdi bu kaynakları yeniden kullanmak istiyoruz. Ama hoyratlık, başıbozukluk ve duyarsızlık bizi öylesine benliğimizden uzaklaştırmış ki, her şeyi bir an önce paraya tahvil etme duygusu yaşamın sürdürülebilirliği ile ilgili meseleleri ortadan kaldırıyor sanki. Bir yandan rüzgargüllerini yapıyoruz ama nereye yaptığımızı, yaparken habitatın do ğallığını nasıl tehdit ettiğimizi görmezden geliyoruz.
Örneğin ben… Alaçatı’da yaşıyorum. Rüzgarımız şarkılarımız olmuş. Rüzgargüllerini gördüğüm zamanlar içimde hoş kıpraşmaların olduğunu hissediyorum. Yüzüme mutluluk ifadeleri yansıyor. Görebiliyorum. Ama gelgelelim olur olmaz her yeri rüzgargülleri ile donatmak, kuş sürülerinin göç yollarını tıkamak, yaşam alanlarımızın göbeğine bu direkleri koymak hevesimizi kaçırıyor. Nedir bu doymazlık, görmezlik anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum. HES’ler ve RES’ler aslında yaşamın kendi iç çelişkilerine güzel örnekler. Bir yandan çok gereksinmemiz olan temiz enerjinin adı iken, bir anda doğa katliamının baş aktörleri olabiliyorlar!
Yaşamın gerçekten bir “etik sınav” olduğunun göstergesi olan HES’ler ve RES’ler, duygularını paraya tahvil etmişlerle, insan aklının sağduyusu arasındaki kavgadır. İşte bu yüzden blog yazılarımdan oluşan kitabıma EKOIQ’dan alıntı yaptığım bu haberle ilgili başlığı verdim. Çünkü o yazılar aynen bunu anlatmaya çalışıyor!
Dünya nereye doğru gidiyor sence? Son derece çelişkili eğilimler bir arada yaşanıyor. Bir yandan teknolojik gelişmeler, insanlığın arasındaki sınırları berhava ederken, diğer yandan özellikle bulunduğumuz coğrafyada ama dünyanın dört bir yanında da insanlar farklı din, mezhep veya kültürler yüzünden birbirini boğazlıyor. Çevre konusunda da benzer bir durum söz konusu. Bir yandan Paris İklim Zirvesi’nde dünya devletleri ilk defa bir araya gelip önemli kararlar alırken, diğer yandan çevre katliamları hız kesmeden sürüyor. Sen nasıl yorumluyorsun bu gidişi?
Başımıza gelmesinden en korktuğum gelişmeyi EKOIQ’nun Ocak 2016 sayısında küçük haberler arasında okudum! “Kanada’da bulunan Vitaly Air adlı bir şirket Rocky Dağları’ndan alınan temiz havayı şişeleyerek Çinli müşterilerine satmaya başladı. Şişelenmiş hava fikri başta bir şaka olarak ortaya çıktı, fakat daha sonra sadece dört gün içinde 500 şişe satınca şirketin kurucuları bunu ticarete dönüştürmeye karar verdi.”
Bu haber gelecekte neler olabileceğinin çok net fotoğrafını veriyor. Benim çocukluğumda suyu musluktan içerdik. Eve damacanalar ile su gelirdi ama temel alışkanlık musluk suyu idi. Çok değil kısa bir süre sonra muslukların üzerinde “içilmez” ibaresi belirmeye başladı! Vitaly Air şirketi ile başladığı görünen oksijenin kavanozlara girmesi gelişimi bir bilim-kurgu romanı değil yaşamın ta kendisi!
Son aylarda okuduğum ve birkaç kez daha okunması gerektiğini düşündüğüm Yuval Noah Harari’nin Hayvanlardan Tanrılara – Sapiens kitabının içinde tüm soruların cevapları var; insanoğlu iyiye gitmiyor… Hem kendi sonunu hazırlıyor hem de kaynaklarını sorumsuzca tükettiği gezegenimizin! MÖ 10000’de tarım devrimi ile “mülkiyet” kavramıyla tanıştık ve 1800’lerde de Sanayi Devrimi’nin “açgözlülüğü” ile bunlar evlendi. Geriye dönüşü olmayan bir yola girildi yani. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellik olan ahlak, yerini para ve paranın satın alabileceklerine bırakınca kendimizi sorunlar yumağının içinde bulduk.
Bu yumağın bir yerlerinde bir “uç” bulup çekiştirmeye başlıyoruz. İklim değişikliğini durdurmak için, açlık ve yoksulluğa geçici de olsa çözümler üretmek için, temiz su kaynakları tükenmesin, salgın hastalıkların önüne geçilsin, savaşan silahların namlularında çiçekler açsın diye saf ve temiz duygularla bu uçları çekiştiriyoruz. Soluk almak için duraksadığımızda yumağın için den çekiştirdiğimiz bu uçların her birinin başka sorunlar yumağına dönüştüğünü görmek, heyecanımızı, motivasyonumuzu ve gelecekle ilgili umutlarımızı yok ediyor maalesef!
Tüm bu sorunların içinde dünyanın ihtiyaç duyduğu ortam aslında “Gezi ruhu”dur! Her ülkenin yakın geçmişte yaşanmış bir “Gezi ruhu” var. Ama bunlar iktidara gelmeyi beceremiyor. Dünyanın insan elinden çıkma sorunlarına, bu sorunların ana kaynağı olan yine insan elinden çıkma Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu gibi kurumlarla çözüm bulma arayışı gündemde. Bu kurumların yaşamasına izin veren güçler tabii ki Gezi ruhlarının ortalıkta dolaşmasını istemiyorlar.
Örneğin, Avrupa ülkelerinde 1990’lı yıllarda doğan ve şimdi iş güç sahibi olan çocuklar mülteci sorununa akıl sır erdiremiyorlar. Mülteciler onlar için savaş nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalmış kişiler. Varlarını yoklarını kaybetmek ve yollarda ölmek pahasına kaçıyorlar Avrupa ülkelerine. Çoluk çocuk sığınmak istiyorlar ama Avrupalıların huzuru kaçıyor işte! Yaşam kaliteleri olumsuz etkileniyor bu gidişattan.
Bir de İslami terör diye yaftalanan bir olgu var. Bu yüzden metrolara binemez, maçlara gidemez oldular. Coğrafyanın Ortadoğu’su ve Afrika özellikle 1990’lı yıllarda Avrupa’da doğanlar için bir sıkıntı kaynağı. Ama hiçbiri farkında değil veya onlara anlatılmıyor; tanık oldukları ve şikayet ettikleri bu durumun müsebbibi son 150 yıldır babalarının ve dedelerinin izlediği küresel açgözlülük politikaları!
Önce Sanayi Devrimi’nin kapitalizmle evrilmesi ile ortaya çıkan iştah ve bunun paranın para kazanmasına dönüştürülmesi ile ahlaki değerlerin sümen altı edilmesi, arkasından da tüketim toplumu ile paranın her şeyi satın alabileceğine dair dayatılan bir yaşam tarzı, insanoğlunu son viraja soktu.
Daha da kötüsü ülkelerin gelişmişliği için Amerikan Doları’na dayalı bir birim geliştirildi. Bana kalırsa öldürücü darbe bu oldu. Çünkü büyümek, daha büyümek, hesapsızca büyümek, arsızlık yaparak, ahlaki değerleri bir kenara bırakarak büyümek Amerikan Doları cinsinden karşılığını “gelişmişlik” adı altında buluyor. Sanayi Devrimi öncesinde böyle bir gelişmişlik göstergesi yoktu. Belki evlerimizde buzdolapları yoktu, elektriğin yaşamı dönüştürdüğü alanlardan on yıllarca uzakta yaşıyorduk. Belki “din adına” savaşlar içindeydi insanlık ama hiçbirisi kişi başına gelirin Amerikan Doları ile ölçümlenmesi kadar zarar veremedi.
On binlerce yıllık insanlık tarihi içinde son 150 yıl, bu gezegenin en talihsiz dönemi olarak kayıtlara geçti. Şimdi onarım yapalım şeklinde beklentiler var ancak korkarım yakın bir gelecekte ortada tamir edilecek bir şey kalmayacak!
Nereye gittiğimizi görebilmek için iki temel parametreye bakmak yeterli aslında; iklim değişikliğinin kırmızı çizginin ne kadar üzerinde olduğu ve özellikle gelişmemiş ülkelerde kontrol altına alınamayan nüfus patlaması… Rakamlar pek de umut verici değil!
Dünyanın karşı karşıya kaldığı bu büyük ve ciddi politik sorunlar ne yazık ki, çevre ve iklim değişikliği sorunlarını kimi zaman tali hale getirebiliyor. Ben bunu bazen, gemi batarken birbirini boğazlayan insanlara benzetiyorum. Birbirimizi yok etmeye çalışırken, kendimizi de yok edecek bir süreci hiç umursamıyoruz. Peki insanlık neden bu kadar miyop?
Yeni yüzyılda yaşam döngüsünün nasıl şekilleneceğini tahminimce üç olgu belirleyecek; enerji, tohum ve teknoloji. Finans, arka planda siyasete ve gelişmelere göre pozisyon alacak! Şurası bir gerçek ki insan elinden çıkma yasalarla doğanın yasaları tekrar ama daha şiddetli karşı karşıya gelecek. Bunları söylerken Japonya’yı bir felaketin eşiğine getiren tsunami dalgaları görüntüleri geliyor gözümün önüne. İnsan elinden çıkma yerleşim birimlerini önüne katıp giderken tsunami dalgalarını engelleyebilecek ne bir yasa vardı, ne de başka bir olgu.
Yaşamın sacayağında temelde üç oluşum var; aile, bu ailenin içinde yer aldığı toplumsal yaşam ve toplumsal yaşamın evrensel karşılığı olan insanlık. Ben çekirdek aileyi kaybettiğimizi düşünüyorum. İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin açılımındaki etik ve ahlaki değerleri temsil eden temel davranış kalıplarının kaybının çarpan etkisi ile ait olduğumuz toplumsal yaşama, oradan da evrensel boyuta yansıdığı kanaatindeyim. Evde saksıda çiçek yetiştirme duyarlılığımızı kaybettik. Dünyada o kadar aç insan varken tabağımızdaki yemeği bitirmek bir kuraldı. Komşuluk dayanışması diye bir şey vardı. Yaşam için hava-su kadar gerekli olan ve canlılar arasında sadece insana ait olan bu davranışsal kalıpları ailenin dışına çıkmakla kaybettik.
İkinci kırılma bilimin ahlaki erozyonunda. Çağlar boyunca bilim kendini baskı altında hissetmiştir. Doğru. Ama eğer son zamanların popüler televizyon dizisi Manhattan’ı izlediyseniz, sağlıkta, ilaçta, genetiği ile oynanmış gıdada ve daha sayabileceğimiz yaşamın tüm alanlarında bilim adına işlenen insanlık cinayetleri korkutuyor hepimizi. Manhattan biliyorsunuz ABD’de atom bombasının geliştirilmesinin kod adı idi.
Üçüncü ve bence en tehlikeli gösterge, para ve dinin boşlukları doldurmuş olması. Doğal olarak siyaset bu faktörlerin ışığında şekilleniyor. Bunun en çarpıcı örneğini BP’nin kurulması uğruna 1915’lerde Ortadoğu coğrafyasında yaşadık. Günümüze kadar da rüzgarları bir şekilde esti.
Petrol alanlarına sahip olmak uğruna din istismar edildi, para siyasete yön verdi. O güne kadar olmayan ülkeler ve uluslar icat edildi, çöl kumlarında sınırları çizildi. Oysa petrolü bulmak ve işlemek için harcanan paralar rüzgar ve güneş gibi kaynaklardan elde edilebilecek enerji için teknoloji geliştirmeye harcanmış olsa daha mı farklı bir dünyamız olurdu? Ama akıl ve sağduyu ile duyguların paraya tahvil edilmişliğinin kavgasıdır bugün tanık olduklarımız.
Sen asıl olarak bir iletişimcisin. Sana net olarak soruyorum: Sürdürülebilirlik ve iklim değişikliğinin iletişimi konusunda ilk olarak ne yapardın elinde olsa?
Para, din ve siyasetin maskelediği alanların dışındaki dünya ile tanışmak gerekiyor. Basit köy hayatına dönüş böyle bir özlemin yansıması sanki. Öze dönmek. Entelektüel birikimle dönmek…
Mesela “hesap verilebilirliğin” yaşam döngüsünün ana değerlerinin başında tanımlanması gerekiyor. Sürdürülebilirliğin doğasındaki unsurlardan biri olan hesap verilebilirlik tek başına bir değer olma yönünde gelişiyor. Kime karşı hesap verilebilirlik; önce kendimize, sonra içinde bulunduğumuz yerel topluma ve tabii daha sonra evrensel izdüşümünde ne geliyorsa…
Bugün yepyeni hesap verilebilirlik ölçütlerine gereksinmemiz var. Öyle bir içerik olmalı ki “ikna edici” değilse ilerleme şansı olamasın. Aklıma ÇED raporları geliyor. Aslında bunlar hesap verilebilirlik beklentisi içinde uydurulmuş belgeler. Ama hiçbirinin ikna edici özelliği yok. Dolayısıyla ben öncelikle bu konu üzerinde çalışırdım. Toplumu ikna edici özelliği olan hesap verilebilirlik ölçütleri neler olacak diye…
Benim en çok üzerinde durduğum konulardan biri de, bu konuda en çok çalışanlar, STK, akademisyenler, aktivistler arasındaki iletişimsizlik. Ne yazık ki, umarsızca birbirini boğazlamaya çalışanların yanında, bir de bu var. Her şeyin farkında olmakla birlikte, bir araya gelip ortak bir akıl ve hareket yaratamayanlar, en az diğerleri kadar acıklı değil mi? Ne dersin?
Ben tam tersini düşünüyorum. Bunlar ilgi alanlarına giren konularda “mutlaka” dünyanın farklı köşelerinde durmalılar. Çünkü her birinin farklı birikimi, deneyimi ve gözlemi var. Paranın yönettiği alanlarla baş edebilmek için bunlara ihtiyaç var. Zaten böyle olabildiği için sivil toplum bu kadar güçlendi. Tabii ki burada art niyetlileri, birinin kuyusunu kazma niyeti olanları konu dışında bırakıyorum. Ama Gezi ruhundaki dayanışma bunun en güzel örneğidir. Bir masada bir araya gelmeyecek topluluklar ortak bir amaç uğruna sokaklara çıktılar. 1999 Seattle bir başka örnek olarak geliyor aklıma. Wall Street’in işgali bir başkası. Ancak geçenlerde “Temiz toplum mu, sivil toplum mu” başlıklı bir blog yazısı yazdım. Sivil toplumun hükümetler üzerindeki gücünü keşfeden bazı şirketlerin kendilerinin de dernek, vakıf ve benzeri isimler altında sahneye çıkışları sivil toplumun kimliğini sıkıntıya soktu. Buna dikkat etmek gerek.
İş dünyasını çok yakından tanıyorsun. Nihayetinde senden akıl alıyor birçoğu. Onların durumu ne sence? Bu konularda ne kadar işbirliğine açıklar? Ortak aklın yaratımında bir rolleri olduğuna inanıyorlar mı?
İş dünyasının pusulasını kaybettiğini düşünüyorum. Uzun vadeli stratejik planlar artık işe yaramıyor. Özellikle teknolojinin hızı alışkın oldukları şablonlarla hareketi zorluyor. Regülasyonların nereye varacağını bile kestiremiyorlar. Örneğin 100 yıl sonra ilaç şirketleri kalacak mı? Ben hiç sanmıyorum! İlaç endüstrisinin yerini Ar-Ge’si, pazarlaması ve kişiye özel tedavi odaklı çözümleri ile STK kimliğinde uluslararası kuruluşların alacağını düşünüyorum.
Diğer yandan otomotiv endüstrisindeki değişim ve dönüşümü örnek almak gerekiyor. Tesla ile yeni bir dönem başladı. Diğer sektörlerin Tesla’ları olacak ama onlar ne kadar hazırlar?
İnovasyon kültürüne yatırım yapanlarla aynı dili konuşabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü iş dünyası sosyal inovasyonda da çok para kazanabilir -eğer derdi sadece para kazanmaksa- ama aynı zamanda insanlığa da bir hizmeti dokunmuş olur.
Ben çalışanın öneminin keşfedildiğini düşünüyorum. Ama sürdürülebilirlik meselesini iş modeli olarak benimsemeyen şirketlerin çalışanın önemini keşfetmiş olması çok anlam taşımıyor. Bu nedenle regülasyonların sürdürülebilirliğinin tüm sektörlerde geçerli olabilecek kapsayıcılıkta olması gerektiğine inanıyorum. Öte yandan sivil toplum ve meslek örgütlerine çok iş düşüyor. Mesela Küresel İlkeler Sözleşmesi konusunda iyi bir sınav verdiler. GRI raporlaması konusunda da bir bilinç oluştu. Ama özü samimiyet olan bir derinlik gerekiyor. O kuruluşların işi de bu.
TEİD’in dergisi Inmagazine’deki son yazında shareholder odaklı şirketlerin devrinin geçtiğini, onun yerini ilk önce stakeholder’ların, sonrasında ise shapeholder’ların aldığını anlatıyorsun. Son olarak da Ethical Corporation’ın kurucusu Tony Webb’in “Smallholders” teriminden bahsediyorsun. Ve o yazının başlığı da, “Markalar sürdürülebilirlik konusunda smallholder çiftçilere nasıl yardım edebilirler?”. Yani konunun çevresel sürdürülebilirlikle de bağlantısı var. Bize biraz bu konudan bahsedebilir misin?
Tekrar “aileye” dönüş bir anlamda. Smallholder bunu anlatıyor bana. İçinde girişimcilik var, yerel kimlik ve kültür var, ekonomi var, sürdürülebilirliği tanımlayan süreçler ve politikalar var. Ölçek küçük olunca yönetmek ve elle tutulur sonuçlar almak daha kolay. Bunu 1.500 yataklı bir tatil köyünü yönetmekle 25 odalı aile işletmesini yönetmek arasındaki farka benzetebiliriz. Dünyanın gidişatında böyle bir süreç yaşanacak. Ancak ömrü ne kadar olabilir kestiremiyorum.
Smallholder, fikri olan, becerisi olan, entelektüel birikimi olan, üretim kapasitesi olan işbirliğine açık küçük üreticiler topluluğu. Doğa ile barışık, insan ile uyumlu bir donanımları var. Markaların küresel işbirliklerini bu topluluklara yönlendirmesi ile gezegenin kazanacaklarının olduğunu düşünüyorum.