İklim

Petrol ve Sonrası

Yükselen petrol fiyatları bizi koşa koşa sadece ekonomik krizlere değil, İklim Değişikliği faciasına doğru da götürüyor. Ama bu tehlikelerin hepsi aslında bizi daha iyi, temiz ve adil bir dünya kurgulamaya da yöneltebilir mi? Yenilenebilir enerji üretimi, fosil yakıtsız ekolojik tarım ve 3. Sanayi Devrimi, çok uzakta olmayabilir.

Yazı: Metin UNDER
Dünyanın küresel ısınmayı 2 santigrat derecelik eşiğin altında tutmak için sera gazları emisyonunu her yıl 8 milyar ton azaltması gerekiyor. Kâbus se­naryolarının gerçekleşmemesi için gerçekten de hayli iddialı bir hedef! Zira istatistikler, insanlığın son 125 yılda tükettiği bir trilyon varil pet­rolü, mevcut tüketim alışkanlıkları devam ettiği takdirde sadece önü­müzdeki 25 yıl içinde tüketeceğini öngörüyor.
Öte yandan petrole dayalı küresel ekonomi güvende değil. Çünkü pet­rol öyle veya böyle azalıyor. Dünya bir süredir petrol üretiminde ula­şılabilecek en yüksek düzeyi ifade eden petrol tepe noktasının (Peak Oil) neresinde olduğumuzu tartı­şıyor. Çok sayıda uzman dünyada petrolün en yüksek üretim düze­yine ulaşıldığı ve giderek daha az miktarda petrol üretimi gerçekleş­tirileceği fikrinde. Bu, ucuz petrol döneminin artık kapandığı ve ener­ji fiyatlarında oluşacak inanılmaz artışların tetikleyeceği ekonomik krizlerle karşılaşmak anlamına ge­liyor. Küresel ısınmanın yaşamın, petrol üretimindeki sürekli azalışın da ekonominin geleceğini tehdit ettiği yakın gelecek üzerinde kafa yormak kaçınılmaz. Bu kaçınılmaz gelecekte yaşamın aksamadan de­vam edebilmesi için alternatif ener­ji kaynaklarıyla ilgili araştırmalar, oluşturulması zorunlu yeni yaşam biçiminin dinamikleriyle ilgili senar­yolar ve sürdürülebilir bir ekonomi­nin inşası için yeni model arayışları son dönemde hızlanmış durumda. İnsanoğlu kaçınılmaz bir dönüşü­mün eşiğinde ve yakın gelecek bi­zim bildiğimize hiç benzemeyecek.

Peak Oil Nedir?
“Petrol tepe noktası” kavramını ilk olarak ABD’de Shell için çalışan jeolog M. King Hubbert 1956’da ortaya attı. Teori, sınırlı kaynakların üretiminin çan eğrisi grafiğini izle­yerek, ulaşılan zirve noktasından sonra giderek azalacağını savunu­yor. ABD’nin petrol keşfinde tepe noktasına 1930’larda ulaştığını ve yaklaşık 40 yıl sonra, 1970’lerde petrol üretiminde bir zirve yaşa­yacağını söylediğinde Hubbert’le alay edilse de teorisi popülerliğini hiç kaybetmedi. Birçok uzman bu modelin başka ülkelerde de doğ­rulandığını savunuyor. Dünya pet­rol keşfinde ise zirve noktasının 1960’larda gerçekleştiği savunulu­yor. Hubbert’in formülünü küresel petrol üretimine uygulayan pek çok uzmansa, dünya petrol üretiminin 2000-2020 dönemindeki bir tarihte en yüksek seviyeye ulaşacağını id­dia etti ve ediyor. Örneğin “Beyond Oil” kitabının yazarı Kenneth Def­feyes, dünyanın petrol tepe noktası­nı günlük 74,2 milyon varille Mayıs 2005’te gördüğü görüşündeyken, Almanya Enerji İzleme Grubu’nun 2007’de yayımladığı bir raporsa bu noktanın 2006’da geçildiğini sa­vunuyordu. Fransız petrol şirketi Total’in CEO’su Thierry Desma­rest ise dünya petrol üretiminin günlük 100 milyon varil çizgisini aşmayacağı tahmininde bulunarak, bu büyüme eğrisinde kalırsak dün­yanın petrol tepe noktasını görme­yi 2020’lere kadar erteleyebileceği tahmininde bulunuyor.
Petrol tepe noktasının gerçekleşme zamanı hakkında, Bölgesel Çevre Merkezi (REC) Türkiye Direktörü Kerem Okumuş şunları söylüyor: “Üretim oranında yaşanacak geliş­meler hakkında büyük fikir ayrılık­ları var. Birçok yatırımcı ve enerji kuruluşu görülen yüksek petrol fiyatları çerçevesinde Peak Oil’in 2005 ile 2007 yılları arasında ger­çekleştiğini düşünüyor. Yeni açılan birçok petrol rezervinin boş olması, yüksek oranda petrol çıkarımı için verimsiz jeolojik yapıya sahip ol­ması, bulunan petrolün karbon yo­ğunluğundaki yükseklik nedeniyle işleme maliyetlerinin yüksek, verim­liliğinin ve dolayısıyla rekabet gücü­nün düşük olması ve petrol çıkarımı için derin deniz veya Arktik Bölgesi gibi yüksek risk faktörü barındıran bölgelerde sondaj çalışmaları ya­pılmaya başlanması bunu doğrular nitelikte”. Okumuş, bugün kuzey kutbunda eriyen buzullarla açılan yeni sahalarda bulunan rezervlerin işletilmesi için Rusya, Norveç, Da­nimarka, ABD ve Kanada arasında­ki yeni petrol mücadelesine de de­ğiniyor: “Bu çerçevede, Peak Oil’in gerçekleşme zamanı belirsiz. Tekno­lojinin gelişmesiyle daha önce ulaşı­lamayan, rezervlerde sıkışmış petrol kaynaklarına ulaşılıyor, rezervler­den çıkarılabilir petrol oranı artıyor, rekabet gücü düşük olan rezervler değer kazanıyor.”
Petrol üretim ve tüketimine dair güncel raporlar ve 2030’lara giden projeksiyonlar petrol bağımlılığı­mızı ortaya koyuyor. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü OPEC’in ra­kamlarına göre, 2010 yılında dünya ham petrol talebi günlük ortalama 86,7 milyon varil olarak gerçekleşe­rek 2009 yılına göre yüzde 2,8 ora­nında arttı. OECD ülkelerinin top­lam talepteki payı yüzde 53 olurken, ABD tek başına dünya tüketiminin yüzde 22’sini gerçekleştirerek, en yakın takipçisi olan Çin’in tüketimi­nin iki katına ulaştı. Bununla birlik­te ABD, Avrupa ülkeleri ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerin petrol tüke­timleri düşme eğilimindeyken, Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerde ise tüketim miktarındaki artış süreklilik kazanmış durumda. Ham petrol tüketiminde 2010 yı­lında gerçekleşen günlük ortalama 2,39 milyon varillik tüketim artı­şının yüzde 78’inin OECD dışı ül­kelerden kaynaklanması bunun en ciddi göstergesi.
Dünya petrol devlerinden BP’nin “Enerji Görünümü 2030” adlı raporu ise gelecekteki enerji kulla­nımına dair ilginç veriler sunuyor. Rapora göre küresel enerji talebi, yıllık artış oranı yavaşlamakla bir­likte, OECD dışındaki ülkelerdeki ekonomik büyüme ve nüfus artışı­nın etkisiyle önümüzdeki 20 yılda artmaya devam edecek. 1990’da 8,1 milyar ton olan ve 2010’da 12 mil­yar tona yükselen enerji talebinin 2030 yılında 16,6 milyar tona çıka­cağı tahmin ediliyor. OECD dışında­ki ülkelerin hemen hemen hepsinde küresel enerji talebinin 2030 yılı iti­bariyle yüzde 39 oranında artması, yani yıllık yüzde 1,6 oranında büyü­mesi muhtemel görünürken, OECD ülkelerindeki tüketimin ise aynı dönemde toplam yüzde 4 oranında yükselmesi bekleniyor.
BP’nin raporunda umut veren tah­minse enerji verimliliğinde artış ve yenilenebilir enerjide güçlü bir bü­yüme öngörülüyor olması. Yenile­nebilir enerji kaynaklarına yönelik talebin yılda yüzde 8’in üzerinde artışla fosil yakıtlara olan talepten çok daha hızlı büyüyecek olması da iyi bir teselli. Ancak bu olumlu sa­yılabilecek gelişme 2030’lu yıllarda da fosil yakıtların enerji talebinde yine başrolü oynamaya devam ede­ceği gerçeğini değiştirmiyor: 2030 yılında fosil yakıtlara olan talep bugüne göre yüzde 6 düşecek olsa da küresel enerji talebinin yüzde 81’ini oluşturacak. Günlük petrol talebi ise 2030 yılında, 2010’a göre yüzde 18 artışla 103 milyon varile ulaşacak.
Uluslararası Enerji Ajansı ise 2035’te petrol fiyatının varil başına 120 dolara (2010 kuruna göre) çıka­cağını tahmin ediyor. Ancak kuru­mun başekonomisti Fatih Birol pet­rol fiyatının orta vadede 150 dolar seviyelerine gelebileceğinden de söz ediyor. Okumuş, petrol üretiminde­ki düşüş ve bunun etkisiyle petrol fiyatlarındaki artıştan enerji sektörü başta olmak üzere tüm sektörlerin doğrudan etkileneceğine dikkat çekiyor: “Üretimin her aşamasın­da ulaştırma araçları ve dolayısıyla akaryakıt ve gazolin kullanılması gibi sektörler arası etkileşimler ne­deniyle petrol ve petrol ürünleri bazlı üretimin devam etmesi halinde petrol üretimindeki düşüşün ekono­minin her sektöründe çarpan etkisi yüksek olacak. Petrol, pamuk ve mısır gibi emtialarda piyasa riskinin artmasına da neden olacak.” Denk­lem açık: Enerji kullanımı artacak, fosil kaynaklar uzun yıllar temel enerji unsuru olarak kalacak ama artan petrol fiyatları sürdürülebilir bir ekonomiyi fazlasıyla zorlayacak.

Esas Tehlike Küresel Isınma
Petrol üretimindeki azalıştan daha önemli olan sorunsa küresel ısınma­nın olumsuz etkileri. Uluslararası Enerji Ajansı dahi “enerji politikala­rında cesur önlemler alınmadığı tak­dirde, dünyanın güvenli ve etkili ol­mayan, yüksek karbon içeren enerji ile kendi geleceğini kilitleyeceği” yorumunu yapıyor. Yeni enerji poli­tikalarını hayata geçirmek için hâlâ zaman bulunduğu ancak fırsatların giderek azaldığı uyarısında bulunan Kurum, dünyanın güvenli olmayan ve çevre faktörü gözetmeyen, sür­dürülebilir olmayan enerji kullanı­mına artık daha fazla güvenemeye­ceğini belirtiliyor. Çarpıcı bir diğer tahminse şu: Gelecek 25 yıldaki karbon salımı miktarı son 110 yıla denk gelecek ve bu hava sıcaklığın­da 3,5 derece artışa yol açabilecek.
Hem petrolün tükenmesi hem de yol açtığı iklim değişikliği faciası böyle devam ettiği takdirde gelecek kuşaklar için oldukça tekinsiz bir dünya bıraktığımız gerçeğine işaret ediyor. İklim değişikliği, enerji ve­rimliliği ve petrol ithalatı verilerinin sürekli olumsuz geldiğine dikkat çe­ken Birol, “Yenilenebilir enerji kay­nakları için sağlanan sübvansiyonla­rın toplam değeri 66 milyar dolar. Bu teşviklerin 38 milyar doları AB kaynaklı. Önümüzdeki dönemde özellikle AB bölgesinde ekonomik durgunluğun devam etmesi halin­de bu sübvansiyonların azaltılması gündeme gelecek” diyor. Sübvan­siyonların hükümetlerce kesilmesi durumunda henüz tam anlamıyla gelişememiş durumdaki yenilene­bilir enerji sektörünün sıkıntılar yaşayacağına dikkat çeken Birol, güncel durumda dünya enerji politi­kalarının küresel ısınmanın 6 dere­ce artış senaryosunu desteklediğini ve bunun tam anlamıyla bir felaket senaryosu olduğunu söylüyor. “He­deflenen 2 derece artış senaryosuna ulaşılması için ülkeler tarafından bir an önce Kyoto Anlaşması sonrası bir iklim rejimi belirlenerek taah­hütler sağlanmalı. Ancak, maalesef ülkeler kendi çıkarını ve ekonomik gelişimini düşünerek bu taahhütleri vermekten kaçınıyor.”

Yenilenebilir enerji için AB ül­kelerinin sübvansiyonları kesme ihtimaline karşılık birçok ülkede halen petrole sübvansiyon sağlanı­yor. Fiyatların bu sayede aşağıda tutuluyor olması dünyanın gelece­ği açısından ayrı bir tehdit unsuru. “Malezya, Hindistan, Meksika ve Çin gibi ülkelerde petrol fiyatlarının sübvanse edilmesi nedeniyle petrol kullanımındaki artış çok büyük bo­yutlarda. Yılda 650 milyar doların üzerinde petrol kullanımı için sağ­lanan sübvansiyonun, yüzde 50’si yenilenebilir enerji için harcansa dünyada iklim problemi başta ol­mak üzere, su, gıda ve güvenlik gibi temel sorunlara ciddi çözümler ge­tirmek mümkün” diyor Okumuş.
2005’ten itibaren dünya günlük ham petrol üretiminin hemen he­men yatay bir seyir izlediğini be­lirten enerji analisti Dr. Sohbet Karbuz ise petrol tepe noktasına önümüzdeki birkaç yıl içinde ula­şılacağını ve kolay bulunabilen, çı­karılması kolay ve ucuz ham petrol döneminin biteceğini düşünüyor: “Petrol ekonomisinin geleceğinin tehlikede olduğu ihtimalinin sürekli olarak göz ardı edilmesi gerek ülke ekonomileri, gerekse dünya ekono­misi ve hatta insanoğlu için çok cid­di sonuçlara yol açacak.”
Okumuş’a göre petrol tepe noktası ile petrol üretiminin azalması ve do­layısıyla petrol fiyatlarının artması, ekonominin her alanını etkileyecek, üretim ve tüketim biçimlerinin de­ğiştirilmesi gerekliliğini ortaya çıka­racak: “Örneğin, Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2009 verilerine göre, Türkiye’deki elektrik üretiminin yüzde 80’i, ısıtma ve soğutmanın ise tamamı fosil bazlı yakıtlardan sağla­nıyor. Türkiye elektrik piyasası yılda yüzde 6’lık büyümeyle Avrupa’da en hızlı büyüyen piyasa ve kişi ba­şına düşen enerji talebinin nüfusun artmasıyla 2020’de iki katına çıkma­sı bekleniyor. Artan enerji talebiy­le petrol fiyatları artışının mevcut yaşam biçimine getireceği yük ve petrole dayalı bir ekonomik mode­lin sürdürülebilir olmadığı aşikâr. Enerji kullanımında farkındalığın ve enerji verimliliğinin artırılması, yenilenebilir enerji kaynakları ala­nında yatırımlar yapılması, mevcut ekonomik düzenin düşük karbon ekonomisine evrilmesi için gereken yapısal değişimlerin gerçekleştiril­mesi gerektiği ortaya çıkıyor.”
Gelinen noktada insanoğlu mev­cut alışkanlıklarıyla yok oluşa ve krizlere gitmekle yeni ve sürdürü­lebilir bir dünya yaratmak arasında tercihte bulunmak zorunda. Ama olumsuz tablo kendi içinde iyimser­liğin dinamiklerini de barındırıyor. “Çöküş Süreci: Ekonomi, Enerji ve Çevremizin Sürdürülemez Ge­leceği” adlı kitabın yazarı Chris Martenson, değişimin olumlu yönlendirebileceğini düşünenler­den. “Dev değişimler bizi bekliyor. Önümüzdeki 20 yıl geçmiş 20 yıl­dan tamamen farklı olacak” diyen Martenson, değişimin kapsamının temel sosyal kurumların adaptas­yon yeteneğini alt edecek boyutta olduğuna inanmıyor: “Kendimize daha iyi bir gelecek inşa etmek için gereken teknoloji ve kavrayış­tan yoksun olduğumuza inanmıyo­rum.” Martenson, ekonomi, enerji ve çevre başlıkları altında topladığı tehlikeleri şöyle kategorize ediyor: “Ekonomide giderek katlanan para arzı ve kullanımı, kredi balonuyla patlak veren küresel kriz, yaşla­nan nüfus, yetersiz tasarruf. Enerji konusunda petrol tepe noktasının doğurduğu enerji krizleri tehlikesi ve çevre konusunda ise azalan kay­naklar ve biyosistemdeki tahribatın kritik sonuçları.”
Martenson bu üç problemle daha önce bu seviyelerde karşılaşılmadığını ve iç içe olan bu problemlerin bir arada düşünülme­si gerektiğini savunuyor.

Yeni Dönüşüm Çağı
O halde bu gidişata nasıl dur dene­bilir? Petrole bağımlı olmayan bir ekonomi ve yaşam biçimi yaratmak ütopik görünse de kaçınılmaz. Pet­rol sonrası dünya için yeni bir ya­şam biçimi tasavvur eden farklı sivil inisiyatifler bu konuda yol göstere­bilir. Analist Karbuz da bu görüşü destekliyor: “Petrol üretim zirve­sinin getireceği kaostan mümkün olduğu kadar az etkilenmeyi hedef­leyen bazı gruplar yaşam biçimleri­ni şimdiden değiştirmeye başladılar bile.
Bu grupların amacı ekolojik, biyolojik, gerektiğinde kendi para birimi bile olan küçük topluluklar kurarak petrole bağımlı olmayan yeni bir hayat biçimi geliştirmek ve uygulamak.”
Ekolojik dizayn kültüründen gelen ve kalıcı tarım (permakültür) ders­leri veren Rob Hopkins’in öncülü­ğünü üstlendiği Transition (Dönü­şüm) Hareketi işte tam da bunu düşünen bir inisiyatif olarak alter­natif bir gelecek öneriyor. Rob Hop­kins “The Transition Handbook” adlı kitabında şu yorumu yapıyor: “Petrol tepe noktasının zamanını kimse bilmiyor. Benzer şekilde kü­resel sıcaklıkların 2 santigrat derece eşiğini ne zaman aşacağını ve aşma­sı durumunda ne olacağını da. Fa­kat emin olduğum şey şu: Toplum­larımızı ucuz petrol bağımlılığından çıkarıp, sosyal ve ekolojik ahengin­den ve sürdürülebilirliğinden kopar­mayacak şekilde yönlendirebilirsek ve göreceli olarak istikrarlı bir ikli­me kavuşturursak hayatımızın her cephesinde değişimin sıradışı aşa­malarıyla karşılaşacağız.”
Transition Hareketi insanlara bu türden bir dönüşümü gerçekleştir­me çabalarında yardımcı olacak şe­kilde yapılandırıldı. Başta kentlerde dönüşüme odaklanan hareket, daha sonra faaliyet alanını yarımadaları, vadileri kapsayacak şekilde geniş­letti ve bugün insanoğluna gıda ve tarım sistemlerinde dönüşümü sağ­layacak bir model öneriyor. İklim değişiminin ve tükenmekte olan petrolün yol açacağı kritik döneme ilişkin senaryoları masaya yatıran Hopkins, dönüşüm inisiyatiflerinin dört temel varsayım üzerinde kurul­duğunu belirtiyor:
1- Çok az miktarda enerjinin tüke­tildiği bir yaşam tarzı kaçınılmazdır ve bir sürprizle karşılaşmadan önce bunun planlaması yapılmalı.
2- Yerleşim alanlarımız ve insan top­lulukları şu anda petrol tepe nok­tasının neden olacağı ciddi enerji şoklarını atlatabilecek güçten mah­rumdur.
3- Ortak hareket etmek ve hemen şimdi harekete geçmek zorundayız.
4- Daha az enerji tüketimini sağla­mak üzere etrafımızdaki insanların kolektif zekâsını yaratıcı ve proaktif bir tarzda harekete geçirmek sure­tiyle, birbirine daha sıkı sıkıya bağlı, gezegenimizin biyolojik sınırlarının farkında olan daha zenginleştirici yaşam tarzları inşa edebiliriz.
Transition Hareketi petrol tepe nok­tası kavramından yola çıkarak, ucuz petrol devrinin bittiğini ve geleceğin dünyasını buna göre yeni baştan di­zayn etmenin kaçınılmaz olduğunu vurguluyor. Fosil yakıtlar kıtlaşıp, iklim değişikliğiyle mücadele kap­samında kullanımları hızla yeniden düzenlendiğinde dünyanın işlevini nasıl yerine getireceği, insanların daha az petrolle nasıl yaşayacağı ve toplumların neye benzeyeceği soru­larına yanıtlar arıyor. Bu dönüşüm için Transition Hareketi topluluk­ları yerel olarak kendine yeter bir hale getirmek gerektiğine dikkat çekiyor. Bu kapsamda toplulukları küreselleşmiş dünyaya, yenilenebi­lir olmayan enerjiye ve çevreye ha­sar veren sanayilere daha az bağımlı kılmaya dönük yeni sistemler yarat­maya çalışmak çabaları arasında.
İngiltere merkezli Transition Ağı’na göre, son beş yılda dünya çapındaki resmi Transition girişimlerinin sayısı 2011 ortaları itibariyle 374’e çıktı. Girişimlerin çoğu Avrupa’da (özel­likle İngiltere’de), Kuzey Amerika’da ve Avustralya’da faaliyet gösteriyor. Yerel Transition gruplarının projele­ri arasında insanlara kendi besinleri­ni yetiştirmeyi ya da kıyafet takasını öğretmeyi hedefleyen atölye çalış­maları gibi basit projeler yanında, yerel para birimini geliştirmek ya da “Enerji azaltma eylem planı” gibi daha uzun dönemli ve karmaşık pro­jeler de yer alıyor.

Petrolden Sonra Tarım!

New York merkezli Monthly Revi­ew dergisinin 2011 Temmuz sayı­sında “Artan enerji fiyatları yeni bir tarımın doğmasına mı neden oluyor?” başlıklı bir yazı kaleme alan Frederick Kirschenmann “modern tarım sistemi tamamen fo­sil yakıtlarla besleniyor” diyor. Zira gübreler, tarım ilaçları, tarım araç ve gereçleri, sulama, işleme, pa­ketleme ve nakliyat tamamen fosil yakıtlara dayanıyor. Kirschenmann Birleşmiş Milletler’in “Tarım Tek­nolojisi ve Büyüme İçin Teknoloji Uluslararası Değerlendirme” ra­poruna dayanarak bugün tarımın önemli bir yol ayrımında olduğunu belirtiyor. “2050’de dünya nüfu­su dokuz milyara çıkacak, 2070’e kadar da dünya et tüketimi iki ya da üç kat artacak. Ancak fakir ül­kelerde kentlere göç nedeniyle tarımla uğraşan nüfus yaşlanıyor. 21’inci yüzyılın yarısına gelmeden yaklaşık iki katı kadar insanı, yarı miktarda arazi ve bu arazileri iş­leme konusunda çok az bir dene­yimle beslemeye çalışacağız” diyen Kirschenmann soruyor: “Bir varil petrolün fiyatı 300 dolara çıkabilir varsayımıyla sürdürülebilir tarımı nasıl yaratacağız? Gıdaları, petrolü ve lifli bitkileri üretmek ve işlemek için elimizde şu andakinin yarısı kadar temiz su kaynağı olacak; şu andakinin iki katı kadar şiddetli hava olaylarıyla karşılaşacağız, ürün yetiştirme, suları koruma, toprağın restorasyonu konularında öğrenilmiş yeteneklere sahip çok az sayıda insan olacak”.
İşte eğer başarılabilirse yeni yaşam biçimi burada devreye giriyor. Kirs­henmann dünyadaki küçük çiftçile­rin yüksek oranda enerji girdisine ihtiyaç duyulan, istikrarsız iklim koşullarına dayanıksız monokül­tür tarımdan vazgeçerek çeşitlilik gösteren, enerjiden tasarruf eden, yüksek verimliliğe sahip, biyolojik sinerji yaratan ve çok az enerji gir­disi gerektiren biyolojik polikültür tarım faaliyetine yöneldiğine dik­kat çekiyor.
Bir başka umut veren gelişmeyse kent çiftçiliğine olan ilginin hızla artması. New York Gıda Zirvesi’nde geliştirilen Gıdada eşitlik, Gıda demokrasisi ve Gıda egemenliği ilkeleriyle, gıda hav­zası kavramı üzerine kurulu yeni gıda sistemini Krishenmann şöyle tasvir ediyor: “Tarım havzası kav­ramında birinci öncelik, bu havza içindeki insanların yine bu hav­zada yaşayan insanlar tarafından beslenmesi, insanların olabildiğin­ce kendine yeter hale gelmesi ve bunun ardından ticari faaliyetlerle diğer ihtiyaçların giderilmesi. Gı­danın geleceğine yönelik bu yeni vizyon, her bir insan topluluğuna üretilecek ve tüketilecek gıda ürü­nünün ne olacağının belirlenmesi konusunda yetki veriyor. Bu yeni hareketin, hızla büyüme, esnek üretim ve uzun vadeli kazanımlar üzerine kurulmuş bir gıda sistemi­nin kurulması yolunda çiftçilerin, tüketicilerin, ‘gıda yurttaşları’ ola­rak birlikte çalışacakları kent-kır koalisyonlarına dönüşme potansi­yeli var. Bu süreç, bu toplulukları kendisinden hiçbir fayda sağlaya­mayacakları ve üzerlerinde hiçbir kontrollerinin olmadığı uzak yer­lerde bulunan şirketlere tamamen bağımlı hale gelmekten kurtara­cak, onlara iktisadi, ekolojik ve sosyal faydalar sağlayacaktır.”
Kirshenmann tarımın bir yol ayrı­mında olmasının bize tarımı gele­cekte sürdürülebilir kılacak şekilde değişiklikler yapabilmemize imkân sağlayan eşi benzeri görülmedik fır­satlar sunduğu görüşünde: “Enerji fiyatlarının artması yeni bir tarım sisteminin geliştirilmesi yönünde fırsatlar doğuruyor. Fosil yakıtların fiyatı yükseldiğinde, yoğun enerji girdisi kullanan tarım maliyetli bir iş haline gelecek ve bu durum, daha büyük karmaşık doğal sistemler bütünü içinde yer alan, kompleks biyolojik sinerjiler üzerine kurulan yeni tarım sistemlerinin ekonomik açıdan karşılaştırmalı bir üstünlüğe sahip olmasını sağlayacak.”
Türkiye’de faaliyet gösteren Ema­netçiler Derneği’nin Başkanı Tracy Lord Şen’e göre de bu alan­da bilinç düzeyi her geçen gün ge­lişiyor: “Yeniden toprağa dönen, yerellik kavramına sarılan, şehirde gıda üretimi için girişimlerde bulu­nan, ‘küçük, yavaş ve yakın’ olan sürdürülebilir yaşam biçimlerini benimseyen insan ve gruplar ço­ğalıyor. Bunların sayısı henüz az. Gıda üretimi faaliyetleri az sayıda ve dağınık olduğundan etkili, özel­likle nakliyattan bağımsız bir alter­natif oluşturmak için zaman gere­kiyor. Yine de çok zor şartlarda bu prensipleri somutlaştıranlar önü­müzdeki dönem için çığır açıyor.”
Şen, Transition Hareketi ve benzer girişimleri yeni sistemleri kurmak ve önümüzü görmek için önemli uğraşlar olarak görüyor: “İlk etapta gıda üretimi gündemde; sonra gün­delik hayat için kullanılan materyal üretimi ile barınma ve sağlık gibi gereksinimler. Permakültür gibi hareketler, gezegenin imkânlarını zorlamayan bütünlüklü yaşam bi­çimlerini oluşturmakla meşgul.”

Kâbus Senaryosu mu, Fırsat mı?
Bu noktada petrol fiyatlarında bek­lenen aşırı yükselişin insanlığı pet­rolsüz bir gelecek için düşünmeye, dahası bu geleceği tasarlamaya teş­vik etmesi aynı zamanda bir şans fak­törü olarak ortaya çıkıyor. Alternatif enerji konusundaki gelişmeler de he­nüz yavaş olmakla beraber tıpkı ta­rımsal dönüşüm gibi yeni bir dünya­nın kapısını aralamaya başladı bile. Bu süreç Okumuş’a göre dünya için büyük bir fırsat yaratıyor: “Petrol fiyatlarındaki artışlar ve piyasanın istikrarsızlığı bugün ülkeleri alterna­tif enerji kaynakları konusunda ciddi araştırmalar ve yatırımlar yapmaya itiyor. Brezilya bundan 36 yıl önce 1970’lerdeki Petrol Krizi sonrasında bu alana yatırım yaptı ve bugün dün­yanın en büyük biyoyakıt üreticisi ve ihracatçısı konumunda. Danimarka, yine 1970 Krizi ve fiyat şoku son­rası, rüzgâr enerjisine yatırım yaptı. Toplam elektrik üretiminin yüzde 20’sinden fazlasını rüzgâr enerjisin­den sağlıyor ve dünyanın en büyük rüzgâr teknolojisi ihracatçısı.”
Okumuş ayrıca petrol üretimindeki düşüşten önce, petrol tüketiminde ciddi azalmalar yaşanacağını da dü­şünüyor. “Teknolojinin gelişimiyle birlikte önümüzdeki 30 yılda pet­rolle çalışan araçlardan çok daha fazla elektrikli araçlar yollarda ola­cak. Uçaklarda biyoyakıt kullanımı yavaş yavaş hayata geçiriliyor. Bu­gün dünya devi olan Pepsi ve Coca Cola yüzde 100 bitki temelli şişeler kullanmaya başladılar ve petrol tü­revi olan plastiklerden önümüzdeki yıllarda tamamen vazgeçiyor ola­caklar. Benzer örnekleri çoğaltmak mümkün.”
Diğer yandan, birçok ülke düşük karbon ekonomisine dayalı yeni bir ekonomi modeli yaratmak için çalış­malar yapıyor ve bu modeli yeni bir kalkınma modeli olarak gelişmekte olan ülkelere örnek olarak sunuyor. “Bugün ekonomi, ekolojik ve sosyal sınırlar içerisinde değerlendirilmeye başlıyor ve ekonomide ciddi para­digma değişiklikleri yaşanıyor” di­yen Okumuş, bu sürecin asıl olarak petrol tepe noktası yüzünden değil, iklim değişikliği çerçevesinde ulus­lararası antlaşmalardan kaynaklana­rak, karbonun fiyatlandırılması ve artan maliyetler dolayısıyla yaşan­dığının altını çiziyor: “Bu nedenle, günümüzde petrol kaynaklarının kısıtlı olmasından çok, iklim deği­şikliğinin küresel ekonomiye geti­receği geri döndürülmesi asla müm­kün olmayacak fiziksel, ekonomik, sosyal ve çevresel etkiler önemli. Bu etkiler o kadar büyük ki, petrol rezervlerinin bitişini beklemeden al­ternatif enerjilere yatırım yapılmalı. Bunun için, petrole verilen sübvan­siyonlar acilen sonlandırılmalı ve petrolün gerçek yüksek piyasa fiya­tını bulması sağlanmalı. Aksi takdir­de, şuursuzca büyük bir yok oluşa doğru ilerliyor insanoğlu.”
Özellikle 2008’de patlayan küresel krizle birlikte sürdürülebilirliğin öneminin artması ve küresel eko­nomide yaşanan düşük karbon ekonomisi modeline geçiş yönün­deki adımlar umut veriyor. Bu yeni modelde enerji tasarrufu ve yenile­nebilir enerji teknolojilerinin geliş­tirilmesi gibi yenilikçi yaklaşımlar dikkat çekici düzeyde. Okumuş, İngiliz hükümetine bağlı Business Enterprise Regulatory ve Reform bölümünün (BERR) 2009 tarihli bir çalışmasına göre düşük karbon ve çevre sektörünün dünyadaki pi­yasa büyüklüğünün 3 trilyon 651 milyar Euro’ya ulaştığını hatırlatı­yor: “Düşük karbon ekonomisinde pazar büyüklüğü açısından alterna­tif yakıtlar ve bina teknolojileri bu pazarı temsil eden en büyük iki sek­törü oluşturuyor. Rüzgâr ise yeni­lenebilir enerji sektörünü temsilen üçüncü sırada yer alıyor.”
Öyle veya böyle petrolün sonunun bir gün geleceğini söylemekte bir sakınca yok. Zamanlama ve Tepe Noktası konusunda farklı görüşler olmasına karşın, petrolün giderek daha pahalı bir kaynak olacağı da neredeyse apaçık ortada. Son 10 yıldır sayısız saygın kuruluş ve basın yayın organı, “Ucuz Petro­lün Sonu”nu ilan etti bile. Birleş­miş Miletler Kalkınma Programı UNDP’nin yaklaşık 1,5 ay önce ya­yınladığı Rapor’un da birinci mad­desi ve talebi, hükümetlerden fosil yakıtlara uygulanan teşviklerin son­landırılmasıydı. Söz konusu teşvik ve sübvansiyonlar kalktığında bile, belki petrolün gerçek fiyatını (yani dışsallık başlığı altında toparlayabi­leceğimiz çevresel zararını) yine de görmüş olmayacağız ama en azın­dan yenilenebilir enerji kaynakları­na rekabette daha adil bir kulvar aç­mış olacağız. Ve umarız, temiz, adil ve yenilenebilir olan kazanır, çünkü dünyanın geleceği biraz da bu yarışı kimin kazanacağına bağlı…

About Post Author