Kent

Trajediden Komediye

Eğer kent merkezinde toprağı, ağacı, ormanı azaltırsanız, bununla da yetinmeyip dereleri ıslah ediyorum diyerek etrafını betonlarla çevirirseniz hatta dere yataklarına beton yapılar dikerseniz büyük zararlarla karşılaşırsınız, tıpkı 18 ve 27 Temmuz’da yaşandığı gibi.

YAZI: Baran BOZOĞLU, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Genel Başkanı

İstanbul’da 18 Temmuz 2017 tarihinde yaşanan sel ve taşkının afete dönüşmesi, ciddi maddi ve manevi kayıplara neden olurken, akıllı telefonlar ve sosyal medya aracılığıyla “dehşet verici” ve “komik” görüntüler hızlıca yayıldı. Bununla birlikte kamuoyunda “Taşkınlara, sellere ne kadar hazırlıklıyız”, “İklim değişikliğinin etkileri neler olacak”; İstanbul özelinde ise “En az deprem kadar tehlikeli afetlere maruz kalabiliriz” gibi önemli tartışma başlıkları ve sorular oluştu.

Bu yazının yazılma kararının verilmesinden birkaç gün sonra, 27 Temmuz’da, yani sel gündeminin dokuz gün ertesinde İstanbul’da yine sel ve taşkınların yaşandığını ve benzer görüntülerin oluştuğunu hep birlikte gördük. 18 Temmuz’daki “trajedi” 27 Temmuz’da “komedi”ye dönüştü…

Meteorolojik olaylar dünyanın gerçeği, binyıllardır yaşanıyorlar. Yağışın toprağın tutma kapasitesinden fazla olması halinde sel oluşuyor. Dere yataklarında taşkınlar meydana geliyor. Bu durum aslında dünyanın her yerinde, kentinde, köyünde yaşanabiliyor. Asıl sorun ise yaşanan bu meteorolojik olayın afete dönüşmesi; yani insanlara ve insanların ürettikleri yapılara maddi ve manevi zarar vermesi. Bu nedenle bu olaylara doğal afet değil, ya- pay afet demeliyiz çünkü afete dönüşüp dönüşmemesi büyük oranda bizlerin elinde.

18 Temmuz’da İstanbul’da metrekareye saatte 65 kg ila 110 kg arasında yağış düşmesi ve 27 Temmuz’da metrekareye 20 dakikada 30 kg yağış düşmesi sonucu oluşan sel ve taşkın, afete dönüştü. Tıpkı 2009’da Borçka’da, 2010’da Rize’de ve 2015’te Artvin’de yaşanan sel ve taşkınlarda olduğu gibi. Bu olaylarda maalesef insanlar yaşamlarını yitirdi, ciddi maddi kayıplar yaşandı. Yani, sel ve taşkın afete dönüştü. 2015’te Artvin’de yaşanan olayla ilgili BBC’ye yaptığım açıklamada kentleşme pratiğine dikkat çekmiş ve Hopa’nın Sundura Mahallesi’nin, su tutma alanı yani sulak alan olduğunu ancak buranın imara açıldığını, zararın bu bölgeyle bağlantılı olarak arttığını belirtmiştim. İstanbul’daki sel ve taşkının afete dönüş- mesinin de aslında bu gerekçeden farkı yok.

Neden?
Yağışın insanlara verdiği zararı azaltmak için suyun toprakla, ağaçla, denizle, dereyle, yeraltı suyuyla buluşması gerekiyor. Bu sağlanamadığı zaman su akıyor ve yatağını kuşkusuz buluyor. Eğer kent merkezinde toprağı, ağacı, ormanı azaltırsanız, bununla da yetinmeyip dereleri ıslah ediyorum diyerek etrafını betonlarla çevirirseniz hatta dere yataklarına beton yapılar dikerseniz büyük zararlarla karşılaşırsınız, tıpkı 18 ve 27 Temmuz’da yaşandığı gibi. Peki, bu basit, ilkokul çağındaki çocukların bile birkaç soru sonrasında ulaşabileceği bilgi- ye sahip olunmasına rağmen neden betonu artırmaya, toprağı azaltmaya, ağaçları yok etmeye, dere yataklarını imara açmaya hatta derelerin üstünü kapatmaya (Ankara Merkezi, Ankara Çayı) ve üzeri kapatılan dereyi imara açmaya (Samsun, Havza ilçesi, Tersakan Deresi) devam ediyoruz?
Soruya hepimiz birçok farklı cevaplar verebiliriz. Cevapların hepsi doğrudur. Hızlı “kalkınma” kaygısı, hızlı “para kazanma” uğraşı, hızlı “rant” edinme sevdası, hız… Bir cevap hız… Yoksa hangi akıl, derenin üzerini kapatıp bir de imara açar? Ya da Samsun’da TOKİ’nin yaptığı gibi derenin yatağına bina diker? Diğer cevap bilgisizlik olabilir. Bir diğer cevap da ucuza konut üretme kaygısı. Göç ile birlikte İstanbul’daki konut ihtiyacındaki artış da cevap olabilir. Örneğin, fizibilite çalışması için mühendislik yatırımı yapmama ya da olası önlemler için maliyet yaratmama isteği. Plansız kentleşme başka bir cevap olabilir. Taşeronlaşma da başka bir cevap… Şimdi birkaç cevabın detaylarına girelim.

Planla“ma”
Gerçekten plansız mı kentleşiyoruz? Plan nedir? Neleri içermelidir? Bu detaylara ve sıkıcı tanımlara girmeyeceğim. Sadece bir gerçekle yüzleşelim. Türkiye plansız değil. Her yerde bir plan var. Kentlerin üst ölçekli alt ölçekli planları, kalkınma planları, strateji planları, iklimle ilgili uyum ve eylem planları. Lüks otellerde, bazen AB destekli projelerle, yüzlerce “atölye çalışması” ile planlar oluşturuluyor. Bazen ise bu atölye çalışmaları da yapılmadan hızlıca planlar oluşturulabiliyor. Örneğin, 2009 yılı İstanbul Çevre Düzeni Planı, oybirliği ile İBB Meclisi’nde kabul edilmişti ve bu planda 3. Havalimanı’nın yeri sulak alanların ve ormanın olduğu bölge- de değildi. Ancak bir anda değişti… Benzer bir örnek, Balıkesir- Çanakkale Çevre Düzeni Planı’nda da yaşandı. Karabiga’daki Akdeniz fokları termik santrallara engel olmasınlar diye birden plandan çıkarıldı. Bunlar üst ölçekli planlar; peki ya alt ölçekli planlar ve imar planları? Kentlerdeki yapılaşmaya dair planlar ise ilçe belediye meclislerinde, büyükşehir belediye meclislerinde her an değişikliğe uğrayabiliyor. Revizyon üstüne revizyon… Her revizyonda betonlaşma, yapılaşma ve kat miktarı artıyor. Ağacı, toprağı, parkı artıran, buna karşın betonu azaltan revizyonlar ise bir elin parmaklarını geçmez. Belki de hiç yok.

Durum öyle vahim ki, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarında, tesislere dair bilgi verilirken, “planda henüz yok ancak plana işletilecektir” diye taahhüt verilebiliyor. Yani belediyelerden veya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan o kadar eminler ki, planı hemen revize ettirip, tesisi plana işlettirebiliriz diyebiliyorlar.

Özetle, plansız asla değiliz; ancak planlarımız oldukça kısa süreli, hatta bazen birkaç haftalık planlar yapabiliyoruz.

Taşeronlaşmanın Kontrolsüzlüğü
Belediye hizmetlerinde, yani altyapı ve üstyapı gibi hizmetlerde devletin doğrudan projelendirme ve inşaat işinden hızlıca çekilmesi ve bu işleri taşeronlar vasıtası ile yapması bir tercih belirtmektedir. Avrupa’da, Japonya’da veya ABD’de, dünyanın birçok ülkesinde böyle uygulamalar var. Kamu maliyetlerinin azaltılması açısından da bir yöntem bu. Meselenin iktisadi boyutuna, doğruluğuna yanlışlığına girmeyeceğim zira bu yazının içeriğine uygun değil. Taşeronların yapacağı işlerin iyi planlanması, iyi projelendirilmesi, doğru fiyatlandırılması ve mutlaka çok detaylı bir biçimde olmak kaydıyla, yetkin insanlar tarafından kontrol edilmesi gerekiyor.

18 Temmuz ve 27 Temmuz tarihinde İstanbul’da yaşanan sel ve taşkında dikkat çeken görüntüler vardı. Ankara’da olduğu gibi düşük yoğunluklu bir yağışta dahi köprü altlarında, metro istasyonlarında yoğun su birikmeleri yaşandı. Kanalizasyon suları kentin her tarafını kapladı. Hatta bazı evlerin tuvaletlerinin taşmasıyla beraber atık sular evleri bastı.

Bu olaylar, rögar kapaklarının nasıl ve nerelere koyulması gerektiğinin öneminden, kanalizasyon sisteminin 100 yıllık projeksiyonlarla yapılandırılmasına, gider çaplarının olası sel durumlarına göre belirlenmesinin öneminden köprülerin ve metroların su akarlarının eğiminin doğru planlanmasına kadar birçok ve aslında basit, ufak yatırımlarla, bilimsel hesaplamalarla, mühendislik faaliyetleri ile çözülebilecek sorunların dahi çözülemediğini göstermiştir.

Metro istasyonlarındaki su baskınları, rögar kapaklarının yapıları ve eğimi, köprü altlarındaki su akarlarının durumu acaba taşeronlar tarafından projelendirilirken, inşaatı yapılırken ilgili kurumlar tarafından ne kadar dikkatli ve detaylı kontrol edildi? İki cevap var ve her iki cevap da aslında bize sorumluları işaret ediyor.

Riski Yönetebiliyor muyuz?
Uzun yıllardır yöneticiler, afetleri yönetmeye çalıştı. Bilim ve teknoloji ilerledikçe afet yönetiminin yerine riskin yönetilmesi, olasılıklar üzerinden önlemler alınması gerektiği ortaya çıktı. Aslında bu şekilde maliyetler de azaltılıyordu. Örneğin, riski görerek alınan bir önlemin maliyeti 1 birimken, riski değerlendirmeden önlem almamanın maliyeti 10 birime çıkabiliyor. Öte yandan insan yaşamının kaybedilmesinin maddi bir karşılığı olamayacağı için de büyük bir yük ile karşı karşıya kalınıyor. Biz de ülke olarak öncelikle afeti yönetmeye odaklandık. Bu durum, afet ve acil durumlara dair kurulan Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’na (AFAD) da ismini verdi. Haksızlık etmeyelim, son dönemde AFAD tarafından risk değerlendirme üzerine de çalışmalar yapılıyor.

Riski yönetebilmemiz için bilime ve teknolojiye ihtiyacımız var. Ülkemizde bu konuda yeterli kapasite olduğunu söyleyebiliriz. Üniversitelerimiz, bilim insanlarımız meteorolojik olaylar nedeniyle oluşabilecek durumları öngörebiliyor ve bu ko- nuda bilimsel çalışmalar yapıyorlar. Bu konudaki kurumumuz Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü (MGM) de görevini yerine getiriyor. Peki, son örnekte, İstanbul’da ne oldu? Kısa vadeli risk yönetimine bakıyoruz, uzun vadeli risk yönetimi de konuyla ilintili olmasına rağmen başka bir tartışma konusu olsun… MGM, sel durumuna dair uyarısını bir gün önceden yaptı. Bazı basın- yayın organlarında da bu konu yer aldı. Yani kent yönetiminin, büyükşehir ve ilçe belediyelerinin, valiliğin konudan haberi vardı. Bir gün öncesinden… Peki, bu duruma dair, toplum bilgilendirilerek gerekli önlemler ne kadar alındı? Bayramlarda, kampanyalarda heyecanla cep mesajı atan kişiler, kurumlar, hatta cep telefonu ile iletişimimizi sağlayan kuruluşlar böyle önemli bir durumda neden bilgilendirme faaliyetini gerçekleştirmedi? Kentin riskli bölgeleri belirlenerek oralara ulaşımın kontrol altına alınması sağlanamaz mıydı? Veya 27 Temmuz’da öğle saatlerinde “fırtınanın” kopacağı bilinmesine rağmen işyerleri tatil edilebilir miydi? Toplu taşıma güzergahları güncellenebilir miydi? Belediyeler rögar kapaklarını, su akarlarını temizleyebilirler miydi? Bunların hepsi alt ölçekli, detaylı risk yönetiminin eylemleri olabilirdi.

Peki bu olaylar olurken daha fazla pratiğimiz ve çalışmamız olan afet yönetiminde ne kadar başarılıydık? Sanırım 27 Temmuz’da saatlerce TV’lerin canlı yayınlarına yansıyan, çöken mezarlık duvarının altında kalan insanların, afet konusunda bilgisi olmayan yüzlerce insan tarafından “kurtarılmaya” çalışılması görüntüleri ile afet yönetimi konusundaki başarımızı da görmüş olduk.

Daha da Artacak
İklim değişikliği her ne kadar bazı siyasetçiler tarafından yok sayılıyor olsa da (Örneğin ABD Başkanı Donald Trump) gerçekliği ve olumsuz etkileri bilimsel çalışmalarla açıklanmış küresel bir sorun. İklimler kuşkusuz binyıllardır değişiyor. Ancak Sanayi Devrimi sonrasında bu süreç insanın doğrudan müdahalesi ile seragazı miktarının artması ve küresel ısınmanın gerçekleşmesi ile hızlandı. Doğal seyrinden sapan dünya sıcaklık değerleri her geçen yıl rekor kırıyor. Dünya, bu yıl da Sanayi Devrimi’nden sonraki en sıcak yılını yaşıyor. Basına yansıyan sıcaklık rekoru haberleri sürekli hale geliyor.

Dünyadaki seragazı emisyonu miktarı, dünya sıcaklığının sanayileşme öncesine göre en fazla 2 derece artış ile sınırlandırılmasını hedefleyen Paris Anlaşması’nın gündeme geldiği 16 Kasım 2015’de 402,23 ppm iken bugün 406,56 ppm. Paris Anlaşması’nın oybirliği ile kabulünden sonra neredeyse %1’lik bir seragazı artışı yaşanmış durumda. Anlaşmanın detaylarına girmeyeceğim. Ancak burada şunu söylemek lazım, küresel ısınma giderek artacak gibi görünüyor. Henüz somut, dünyayı bu dertten kurtaracak adımlar atılmış sayılmaz. Bu nedenle, küresel ısınmayı engellemenin yanında, olası engelleyememe hallerine de hazırlıklı olmak, yani “uyum”u gündeme almak gerekiyor. Dünya, halihazırda olması gerekenden 1,1 derece daha sıcak durumda… İstanbul’daki hava olaylarını sadece iklim değişikliğine bağlamak doğru olmayabilir. Bunu belki de yıllar sonra daha net söyleyebileceğiz. Fakat ülkemizin, iklim değişikliğinin etkisi ile sel ve taşkın gibi sorunlarla karşı karşıya olduğu, bunun en çok İstanbul, İzmir gibi sahil şeridindeki kentleri etkileyeceği, çoktan ilgili bakanlıklarımızın ve uluslararası çalışmaların raporlarına yansımış durumda. Meteorolojik olayların sıklığı, yoğunluğu ve şiddeti artacak. İç Anadolu’da ise kuraklık olacak. Çoktan yaşamaya başlamadık mı?

Manidar İki Olay
Toparlarken, şimdi bahsedeceğim iki olay dikkat çekici ve çok manidardı. Bu manidarlığın etkilerini bakalım birkaç ay içerisinde görebilecek miyiz?
27 Temmuz günü, sel afete dönüşmüş; dolu, araç camlarını parçalamadan biraz önce, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Çevre Düzeni Planı Revizyon Çalışmaları’na dair paydaşlarla toplantı, atölye çalışması yapıyordu. Bakalım bu iklim olayları planlara girebilecek mi? Risk değerlendirilebilecek mi? Bu en büyük temennimizdir. 11. Kalkınma Planı’na dair Başbakanlık Genelgesi, 29 Temmuz’da yayımlandı. Kalkınma planına dair güzel, önemli, umut verici konular vardı genelgede. Ancak ne genelgede, ne de ihtisas ve çalışma komisyonlarında iklim değişikliği başlığı yer aldı. İklim değişikliğini en üst ölçekli başlık yapmamız, bütün planları, projeleri, politikaları buna göre belirlememiz gerekirken… Dilerim bu eksiklik giderilir.

Öneriler

– İstanbul’a doğru olan göç acilen durdurulmalı, her kentin kalkınması, yerel kalkınma politikaları üretilerek sağlanmalı. TÜİK verilerine bakınca, kalkınma ajanslarının bunu tam olarak sağlayamadığı, bir yerlerde hatalar olduğu görülüyor.

-Tüm toplumun afetlere karşı bilinçlendirilmesi ve eğitilmesi gerekiyor.

– 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda afetlere karşı belediyelerin yapması gereken çalışmalar belirtiliyor. Bu konuda belediyelerden talepler artmalı. Görevlerini yerine getirmeyenler mutlaka hesap verebilmeli.

– İklim değişikliğine dair politikalar güncellenerek temel politika haline getirilmeli.

– Kentlerde kanalizasyon ve yağmur suyu kanalları mutlaka ayrılmalı, bu çalışmalar hızlanmalı.

– Ağaç dikimleri ve kentlerdeki yeşil alan oranları artırılmalı. Ormanlar yok edilmemeli.

– Kentsel dönüşüm bu konuda fırsata çevrilmeli. Altyapının yenilenmesi için de önemli bir fırsat olabilirdi kentsel dönüşüm ancak bina sayısı ve yüksekliğini artırmaya odaklanıldı.

– Havza bazında taşkın yönetim planları hazırlanmaya devam ediliyor. 2020’ye kadar bu planlananlar tamamlanacak. Ancak plan yeterli olmuyor, uygulama lazım.

– Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Orman ve Su İşleri Bakanlığı iki başlı su yönetimine neden oluyor. Tek başına, güçlü, teknik altyapısı iyi, personeli liyakat kuralları ile yönetilen, suyu da kapsayan, çevre sorunlarını azaltma odaklı bir Çevre Bakanlığı kurulması da ivedi bir ihtiyaçtır.

– Taşkın erken uyarı sistemleri de Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü ve Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün ortak çalışması ile belediyelerin yönetiminde oluşturulmalı ki anlık durumlara dair hızlı refleks verilebilsin.

– Kamu yararı gözeten, bir canlının dahi zarar görmemesini hedefleyen, sürekli hazırlıklı olan bir yapıya sahip olmamız kesinlikle imkansız ve zor değil. Bunun için yapılacak olan yatırımlar belki bazen işlevsiz gibi görülebilir ancak öyle bir an gelir ki, rögar kapağının doğru yapılmasından kaynaklı belki de birçok insanın hayatı kurtulabilir. Bu işleri hafife almamamız gerektiğini, bilimden ve teknikten yararlanmamız gerektiğini son olaylar gösterdi.

About Post Author