Mimari

“Binalara Değil, Geleceğin Kentlerine Odaklanmalıyız”

Murat Aksu ve Umut İyigün ortaklığındaki MuuM, Dünya Mimarlık Festivali (WAF) kapsamında düzenlenen ve mimarlık dünyasının en önemli ödüllerinden biri olarak kabul edilen WAF 2015 Awards’ta iki projeyle finale kaldı. 4-6 Kasım 2015 tarihleri arasında Singapur’da gerçekleştirilecek olan Dünya Mimarlık Festivali’nde MuuM projelerinden Erciyes Kongre Merkezi “Geleceğin Kültür Yapıları”, Lösev Doğal Yaşam ve Terapi/Arınma Merkezi ise “Geleceğin Sağlık Yapıları” kategorisinde yarışacak. WAF 2015 Awards, finale kalan projeleri ve sürdürülebilir mimarlık hakkındaki sorularımızı MuuM ortaklarından Murat Aksu yanıtladı.
Fevziye SALAŞ  / Özgür GÜVENÇ

WAF 2015 Awards, başvuru ve fi­nale kalma süreciniz hakkında bil­gi alabilir miyiz?
World Architecture Festival (WAF), 2008 yılından beri yapılan, dünya­da birçok nitelikli mimarlık üreten ofisin katıldığı, çok ciddi bir orga­nizasyon. Bugün dünyada pek çok yarışma/ödül endüstrisi olmasına rağmen WAF, daha çok bir mimar­lık etkileşim ortamı niteliğinde… Biz bu platforma ilk olarak 2008’de Türkiye Noterler Birliği Yapısı’yla katılmıştık. O zaman finale kalama­dık. Bu yıl, son bir iki senede hazır­ladığımız projelerden iki tanesinin belirlenen kriterlere uygun olduğu ve bizim tasarım felsefemizi de iyi yansıttığı düşüncesiyle bir kez daha başvurumuzu yaptık, olumlu sonuç aldık. Lösev Doğal Yaşam ve Tera­pi/Arınma Merkezi Projesi “Gelece­ğin Sağlık Yapıları”, Erciyes Kong­re Merkezi Projesi ise “Geleceğin Kültür Yapıları” kategorisinde fina­list oldu.
Projelerimizin, bu yarışmada de­ğerlendirmeye giriyor olması bizim için çok önemli. 4-6 Kasım 2015 tarihleri arasında Singapur’da yak­laşık üç gün sürecek; çok yoğun sunumların olduğu, bunlara paralel dünyanın önemli mimarlarının gelip konferans verdiği ve yeni teknoloji­lerin de tartışıldığı bir organizasyon olacak. Biz de uluslararası mimarlık ortamını bir araya toparlayan önem­li bir buluşmaya sahip olabileceğiz. Bu yarışmayı sadece bir ödül olarak değil, sinerji yaratan bir ortam ola­rak düşünüyoruz. Her kategoride 10 proje finale kaldı. Finale kalan projelerin hepsi nitelikli ve başarılı projeler. Kasım ayında yapılacak or­ganizasyonda jüriye 10-15 dakikalık bir sunum yapacağız, bunun hazır­lıklarına da başladık.

Projeler, hangi özellikleri ile öne çıkıyor?
LÖSEV projesi, bir ulusal yarışma projesi. Projeyi yarışma sürecinden daha ziyade konuyu ele alış tarzı­mız açısından çok önemsiyoruz; ge­leceğin Türkiye’sinde neler görmek istiyoruz konusunu tartışmaya aç­ması ile öne çıkan bir proje olduğu­nu düşünüyoruz. Bugün Türkiye’de doğaya gereken önemi ve önceliği vermediğimiz için çok zor kentlerde yaşıyoruz. Kimlik ve kültür soru­nu yaşadığımız için de kentler bizi yansıtmıyor. Tarihimize bakarsak doğayla iç içe bir yaşam tarzından geliyoruz. Fakat, ne olduysa, şu anda tüm yerleşim alanlarında bir doğadan uzaklaşma hatta bazı nok­talarda kopuş halindeyiz. Biz bu projemiz ile bunu tartışmaya açmak ve bir çözüm önermek istedik. Bu­nun içinde “permakültür” kavra­mını ortaya koyduk. Permakültür, doğal ekosistemlerin çeşitliliğine, istikrarına ve esnekliğine sahip olan tarımsal olarak üretken ekosistem­lerin bilinçli tasarımı ve bakımları­nın sağlanması olarak ifade ediliyor.
Bu proje için Çankırı’da proje alanı için yer görme yapıldıktan sonra ye­rin ve zamanın uygunluğu çerçeve­sinde bu düşünce kurgusunu haya­ta nasıl geçirebileceğimizi ekibimiz ile tartışarak geliştirdik. Bize göre burası, insanlar tarafından ziyaret edilmeli ve bir kültürle tanışma fır­satı yakalamalarına olanak sunma­lıydı. Biz “doğa ile barışık bir şekil­de nasıl yaşayabiliriz?” sorusuna yanıt aradık. Tabii ki bir tek cevabı yok bunun ama mevcut balık çiftli­ği fonksiyonunun dönüştürülmesi, yeni baştan yapmak şeklinde değil de eklemlenme şeklinde yaklaşımı­mızı ortaya koyduk.

Uygulanabilirlik durumu peki…
Bazı projelerin kağıt üzerinde kal­masında bir sıkıntı yok. Yani mimar­lık sadece inşa etmek üzerine bir etkinlik alanı değildir. Mimarların esas görevlerinin insanlığı daha refaha ve ileri yaşam düzeyine taşı­yacak vizyonu oluşturmak ve buna uygun yaşam tarzları önermek oldu­ğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda, binadan daha çok düşünce üretme­liyiz. Bu anlamda, yaşam merkezi projesi, biraz kavramsal bir proje oldu. Sunduğu şey; gelin, doğaya ve doğadaki olanakları kullanarak doğa ile beraber bir yaşam tarzı ge­liştirelim, yeni nesiller bu kültüre entegre olarak yaşasınlar. O zaman daha yaşanılabilir kentlerde sosyal ve kültürel açıdan tatmin olmuş ve üretken bireyler olabileceğini düşü­nüyoruz. Permakültür kavramının içinde doğal olarak iletişim önemli bir unsur olarak yer alıyor. Bireyle­ri bir araya getirmek üzerine birçok iletişim ortamı sunuyoruz. Bizce, bu özelliği ile proje diğerlerinden ayrı­şıyor ve öne çıkıyor. Yani, “yapıları” değil, iletişim ortamları sunarak “in­sanı” öne koyuyoruz. Projenin, bir kültürel yaşam alternatifi sunduğu için de ilgi çektiğini düşünüyoruz.

Peki, uygulanmasının önündeki engeller neler?
Bakış açısı… Bu projenin hayata geçi­rilebilmesi için karar vericilerin bakış açılarını değiştirmesi lazım. Bu sü­reçler dünyada zaten oldukça uzun süreçler, dolayısıyla bizim için çok daha uzun süreçler. Toplumumuzun hayata bakış açısı, ne yazık ki, daha kısa vadeli ve bilimsellikten uzak, pratik ve günü kurtaran çözümler üretmek yönünde daha yoğunlaşmış durumda. Gelişmiş ülkeler, kent­lerini bilimsel ve geleceğe yönelik planlamak konusunda ustalaşmışlar. Kentin öneminin farkındalar; kent­lerin kültürü, kültürün de toplumu oluşturduğunu, yaşattığını ve geliş­tirdiğini biliyorlar. Bu sınıfa giren birçok ülkede insanlar yeşil alanlara yürüme mesafesinde ulaşma şansına sahip, olması gerektiği gibi planlandı­ğı için de ‘kent’ insanları zaten terapi ediyor. Bizde öyle değil ama. Biz ne kadar konforlu ofislerde çalışırsak çalışalım, işe gelip gitme süreçlerinde şehirle savaşıyoruz. Bu projede bu gerçeklerden yola çıktık ve insanlar oraya hafta içi, hafta sonu gitsinler, doğayla baş başa kalıp bir arınma süreci yaşasınlar diye düşündük. Za­ten permakültürün kavramsal omur­gasında da bu var; insanın doğayla barışmasını sağlamaya çalışıyor. Biz doğa ile bir bütün olarak yaşarken sonra yollarımız ayrıldı. Betonlaşan şehirler bireyleri de betonlaştırıyor. Hangi kültürde olursa olsun, ne kadar kötü planlanmış kent varsa oradaki çatışmaların çok daha faz­la olduğunu görüyoruz. O yüzden, bu çok ufak bir proje ama bunun çoğaltılması, bu kültürün yayılması kentlerde de çok şeyin değişmesini sağlayacaktır. Kentler doğa ile bü­tünleştikçe bireyleri de etkileyecek. Özetle, biz “daha az yapı yapalım ve doğal alanları çoğaltalım” diyoruz.

Uygulanabilirlik açısından Erciyes Kültür Merkezi projeniz de aynı konumda mı?
Erciyes Kültür Merkezi, Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin açtığı davetli mimari proje yarışmasına katılarak birincilik ödülüne layık görülmemiz üzerine başlayan bir süreç. Erciyes Turizm Master Pla­nı çerçevesinde bölgede yapılması planlanan yatırımlar var. Özellikle, İsviçre’nin Davos kasabasını örnek alarak geliştirilmeye çalışılıyor.
Bu proje, Erciyes için kış ve yaz turizmi dikkate alınarak hazırla­nan bir projeydi. Aslında bölgede kış turizmi fena değil ama özellikle sosyal donatılar noktasında büyük eksiklikleri var. Öte yandan, proje­yi hazırlarken yer görmeye gittiği­mizde her yer karlar altındayken Erciyes’in 3 bin metrelik silueti bizi çok etkiledi. Yapacağımız yapı yıl­lardır oradaymış gibi olsun istedik. Erciyes dağı ve bulunduğu alan ile bütünleşsin diye çevresindeki to­pografyayı taklit eden bir örtü dü­şündük. Bu örtü altında da bütün fonksiyonları toparladık.

Peki mimarlık ve sürdürülebilirlik ilişkisi üzerine ne düşünüyorsu­nuz?
Dünyada artık kaynakların kısıtlı ol­duğu konusundaki farkındalık, top­lumsal düzeyde bilinirliğe ulaşmış düzeyde. Bu konuda batılı ülkeler bize göre daha ileri durumdalar. Öte yanda, sürdürülebilirlik kavra­mı belki de yeteri kadar anlaşılmadı ve inşaat malzemesi sektörü için pa­zarlama aracı oldu. “Yeşil malzeme” gibi kavramlarla malzemeyi çok öne çıkarttılar. Halbuki sürdürülebilir olmak, tükenebilir kaynaklara bağ­lı olmadan varolabilmektir. Güneş enerjisi, rüzgar enerjisi gibi enerji kaynakları bu açıdan önemli. Bu tür kavramları Türkiye’de doğru biçim­de konuşmaya başlamamız ise çok yeni. Uzun bir süredir sürdürülebi­lir yapılar yapmayı sadece malzeme düzleminde konuşuyorduk. Daha çok yeni olarak, sürdürülebilirlik kavramının harcanan karbon mik­tarı ve enerji tüketimi temelinde ele alınmaya başlaması gereken bir konu olduğu farkedildi.
Biz okulda, binanın doğal ışık al­ması, havadar olması gerektiğini, yapıların iç sirkulasyonlarının ya­yalar için optimize edilerek enerji tüketiminin en az düzeye indirilme­sinin mümkün olabileceğini öğren­dik. Bu tip bilgiler sanırım bizim DNA’mıza da işledi. Binalar en çok enerji tüketen varlıklar, bu sebep­ten dolayı, inovatif tasarımlar yap­maya çok önem veriyoruz. Bina, hem kullanıcısı hem de işletmecisi için faydalı ve verimli olmalı, çok güzel ama çok enerji tüketen bir yapı kabul görmemeli diye düşünü­yoruz. Sürdürülebilirliğin mimar­lıktaki anlamı; az enerji tüketen, doğaya en az zarar veren, müm­kün olduğunca yerel malzeme­lerle yapılmış ve erişimi mümkün olduğunca kolay olan yapılar yap­maktır. Ama kentsel anlamda bak­tığınızda şöyle bir durum var, siz sürdürülebilir bir bina yapsanız da kent sürdürülebilir tasarlanmadığı için noktasal kalır. Bu topyekûn bir hareket ve bu tür kavramlar sadece mimarlığın tekelinde değil. Bununla birlikte mimarlık eskiden olduğu kadar güçlü bir pozisyona sahip değil ne yazık ki. Biz artık gayrimenkul denen kavram içeri­sinde bir paydaş haline geldik; işve­ren, inşa eden, müteahhit, mimar, mühendis… Kullanıcılar da dahil olmak üzere tüm paydaşlar olarak sürdürülebilirlik üzerine öyle bir ajandamız olmalı ki; biz bu binayı az enerji tüketen, çevreye mini­mum zarar veren bir şekilde yaptır­mak istiyoruz demeliyiz ve herkes kendi alanında üzerine düşeni yap­malı. Bunun en baştaki koruyucu­su da kamu yönetimi olmalı. Yani devletin çizgileri çizmesi, hedefleri koyması gerekiyor. Ondan sonra çok hızlı bir şekilde gelişeceğimizi düşünüyorum.
Ama yurtdışı yatırımcıları ile baş­ladığımız projelerde bu tür şeyler yaşamıyoruz. Çünkü onlar için sür­dürülebilirlik önemli bir kavram. Az enerji tüketen, çevreye en az zarar veren yapıyı yaptıracağız diye geli­yorlar; bizi öyle seçiyorlar, biz öyle tasarlıyoruz; müteahhitlerini öyle seçiyorlar onlar da olması gerektiği gibi yapıyor. Biz daha o kültüre ge­lemedik.

Sürdürülebilirlik konusunu olduk­ça önemsiyorsunuz. Bu konuda yurtdışı çalışmalarını da takip edi­yorsunuz…
Batı, bütün yapılan işlerde perfor­mansı ölçüyor, performansı iyi de­ğilse ondan vazgeçiyor. Biz de aynı şekilde davranmalıyız. Yaptığımız binaları en az 100-150 yıllık yapma­lıyız. Türkiye’de bugün 40 yılı geçi­rip de düzgün kalan bina çok azdır. Yurtdışında 500-600 yıllık binalar korunuyor. Biz aynı binayı 5 defa yapıyoruz, onlar bir defa. Biz çok para harcıyoruz, bu önemli bir kri­ter. Sürdürülebilirlik birçok ayağı olan bir kavram… Bir kere yapmak, düzgün yapmak ve en verimlisini yapmak gerekiyor.

Ama binadan daha da önemlisinin kent olduğunu düşünüyorsunuz…
Dünyaya baktığınız zaman, kent­ler güzel olduğu için binaların da güzel olduğunu görürsünüz. O nedenle bence mimarlık ortamının artık kentleri konuşuyor olması lazım. Bizim sorunumuz bina yap­mak değil; biz geleceğin kentini nasıl yapacağız onu düşünmeliyiz. Türkiye çok ilginç bir yer; klişe olacak belki ama ne doğuyuz, ne batıyız. Böyle bir kültürde kent yapmak kolay değil; çok farklı ta­lepler ve bakış açıları var. 50-100 yıl sonrasını düşünerek biraz simü­lasyon yapmamız gerekiyor çünkü kentler katılaştıkça insanlar da katılaşıyor… Bunun önüne geç­mezsek bir süre sonra toplumsal çatışmaların çok arttığı bir süreç yaşayacağız. Ki şu an bile çok ciddi çatışma içerisindeyiz, uzlaşma kül­türü yok. Kent bir anlamda, uzlaş­mayı temsil eder, farklı kültür ve kimliklerin kamusal alanda birbir­leri ile uyum içinde yaşamasını ve üretmesini sağlayacak ortamı sağ­lar. O nedenle geleceğin kentlerini tartışmayı çok önemli buluyoruz. Yaptığımız binalar önemli tabii ama esas konuşulması gereken gelecekte bu kentleri nasıl planla­mamız gerektiği. Tüm paydaşların büyük masalara oturup, herkesin görüşünü ortaya söylemesi gere­kiyor; uzlaşma kültürü ile bilimsel bir süzgeçten geçirilip herkesin beklentilerini sağlayabilecek, do­ğayla bütünleşen, sosyal-sorumlu ve sürdürülebilir kentler tasarla­mamız gerekiyor.

MuuM…
Mimar Murat Aksu ve Y. Mimar Umut İyigün tarafından 1998’de İstanbul’da kurulan MuuM; mimarlık, iç mimarlık ve kentsel tasarım alanlarında çalışmalar yürütüyor. Projelerini, sosyal, kültürel ve çevresel unsurlar çerçevesinde sanat, bilim, teknoloji ve ekonomiyle harmanlayarak, araştırmacı ve yaratıcı bir yaklaşımla ele alan MuuM, “yaşam odaklı çevreler” mottosuyla tüm projelerinde kamu adına kazanımlar elde etmeyi hedefliyor.
Bugüne kadar pek çok ulusal ve uluslararası mimarlık yarışmalarında ödüller alan MuuM, proje üretimlerinde yapı enformasyon modelini (BIM – Building Information Modelling) kullanıyor ve Türkiye’de yakın gelecekte BIM konusunda bir platform oluşturmayı planlıyor. Eğitime katkıda bulunmayı bir sosyal sorumluluk projesi olarak benimseyen Murat Aksu ve Umut İyigün, Türkiye’de çeşitli üniversitelerin mimarlık bölümlerinde proje yürütücüsü ve davetli jüri üyesi olarak görev yapıyor.

About Post Author