Kent

Türkiye’de Kent Planlaması Felsefesinin Tamamen Değişmesi Lazım

Bugün dünyada şehirciliğin kuramsal temelleri kentlerin iklim değişikliğine dirençli olması üzerine yeniden inşa ediliyor. Örneğin yağış tahminleri meteorolojik modelleme ve uygulama stratejileri yoluyla fiziki planlama kararlarına dahil ediliyor, yeni altyapı ve erken uyarı teknolojileri kullanılarak kentler iklim-akıllı olmaya hazırlanıyor.

 

YAZI: Dr. Nuran TALU, Küresel Denge Derneği Başkanı

İstanbul’da, Temmuz ayında art arda aşırı şiddetli ve hatta bugüne değin eşi benzeri olmayan hidro-meteorolojik olaylar yaşandı. Kısa zaman önce de Ankara’da, İzmir’de, Ayvalık’ta, Mersin’de benzer sel felaketlerine, uç hava hareketlerine şahit olmuştuk. Bu felaketler uzun süredir iklim değişikliği üzerine çalışan bizler için ne yazık ki sürpriz değil. Bütün bunlar iklim değişikliğinin Türkiye’deki habercileri. Gerek IPCC Değerlendirme Raporları, gerek ulusal ya da uluslararası bilimsel model çalışmaları, Türkiye’nin iklim değişikliği nedeniyle yağışlar açısından belirsiz bir iklim yapısına sahip olacağını çoktan ortaya koymuştu. Örneğin 2010 yılında “Türkiye’nin İklim Değişikliğine Uyum Kapasitesinin Geliştirilmesi Birleşmiş Milletler Ortak Programı”, değişen iklimin yerleşmeleri ve özellikle kentleri temelden etkileyecek biçimde yağış düzenini yani su döngüsünü etkileyeceğini ve iklime bağlı afetlerde artış gözlemleneceğini öngörmüştü. Yani bilim, hava olaylarının şiddetinin ve sıklığının artmasının iklim değişikliği ile bağdaştığını çoktan ispat etmiş durumda. Bizler ise bilimi dikkate almamanın ciddiyetsizliği ile başımıza gelen felaketleri ertesi gün unutup, her şiddetli yağışın nedeni iklim değişikliği değildir diye kendimizi avutmaya devam ediyoruz.

Dirençli Kentler İnşa Etmek

Aslında kentler ve kentlerde yaşayanlar ani iklim olayları karşısında kırsal kesimlere göre farklı ve çoğu zaman daha büyük zorluklarla karşı karşıya oluyor. Şiddetli yağışlar kentlerin -zaten yetersiz olan- altyapısında aşırı yüklemeye neden olup, sokaklarda ani taşkınlara, kanalizasyon ve su altyapılarında tahribata ve alçak noktalarda ev ve işyeri su baskınlarına yol açıyor. İklim değişikliğinin yarattığı/ yaratacağı bu etkilerin bugün ve gelecekte hangi boyutlarda tehditler oluşturduğunu İstanbul’da tecrübe ettik. Acı bir tecrübe oldu bu. Hızla ders çıkarmamız lazım. Üstelik bu konu sadece belediyelerin altyapı hizmetlerinin iyileştirilmesi ya da iklim afetlerine göre tasarlanması meselesi de değil. Kent planlaması felsefesinin tamamen değişmesi lazım Türkiye’de. Mevcut planlama mantığı ile bu gidişle değil İstanbul, bütün şehirler kaosa sürüklenecek. Bugün dünyada şehirciliğin kuramsal temelleri kentlerin iklim değişikliğine dirençli olması üzerine yeniden inşa ediliyor. Örneğin yağış tahminleri meteorolojik modelleme ve uygulama stratejileri yoluyla fiziki planlama kararlarına dahil ediliyor, yeni altyapı ve erken uyarı teknolojileri kullanılarak kentler iklim-akıllı olmaya hazırlanıyor. Kentlerde iklim olaylarına karşı etkilenebilirliği yüksek bölgelerde yeşil alan sistemlerini hançerleyen kentsel dönüşüm yatırımlarını kısıtlamak, betonlaşmayı önlemek lazım. Plansız programsız inşaatlarla ısı adalarını da çoğaltırsanız küresel ısınmaya katkı yaparsınız. Küresel ısınma ekosistem döngülerini zaten bozar; üstüne İstanbul gibi mega bir kentin ekolojik dayanıklılığını ölçüp biçmeden, sadece rant uğruna “en büyük proje” bizim mantığı ile İstanbullulara “çılgın” gelecekler vaat ederseniz, görüldüğü gibi felaketlere davetiye çıkarmış olursunuz.

 

Politika Yapımında Kökten Değişim

İklim değişikliğine yönelik politika yapımında en başta, kökten bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç olduğu aşikar; bir de vizyon lazım tabii. Bu hem merkezi hem de yerel ölçekteki yönetimler için gerekli. Merkezi hükümetlerin iklim politikalarını ve uygulamalarını gözden geçirmeleri lazım, kağıt üstünde diyorum, çünkü uygulamada tamamen farklı bir süreç var. Yöneticilerin kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtları kullanmaya ve teşvik etmeye devam etmeleri iklimi değiştiriyor, ki bu harakiri yapmak gibi bir durum. Bu politikalarla, biz daha çok iklim felaketi yaşarız ne yazık ki.

Kent yöneticileri tarafından yoğun yağışlarla barajlarda doluluk oranı yükseldi diye kamuoyuna açıklama yapmak da büyük bir gaflet. Baraj havzaları bir sistem bütünüdür, sadece baraj gölleri doldu diye sevinmek cehalettir. Seller, taşkınlar havzaların üst kısımlarındaki su toplama bölgelerinde toprak, su ve bitkiler arasındaki doğal dengenin bozulması ile tetikleniyor.

İstanbul bugün, havzasında (Marmara Havzası) yer alan karasal ve denizel ekosistemlerini bir dizi sürdürülebilir olmayan ve bilim dışı yatırımlar nedeniyle kaybetmek üzere. Bir şehir ekolojik açıdan dayanıklılığını kaybederse iklime karşı dayanıklılığını da yitirir. İstanbul’un doğal vadi sistemlerini, yıllanmış ormanlarını yok ediyorsanız, akarsu yataklarını betonla örtüyorsanız geleceğinden ne beklersiniz ki? Mesela, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanan Yukarı Havza Sel Kontrolü Eylem Planı var, 2003 yılından beri uygulamada. Marmara Havzası’nda da bir dizi eylem sıralanmış bu planda, uygulanmış mı? Uygulansa yaşanan felaketlerin boyutları değişir miydi? Karar verenlere sormak lazım.

Maliyet Çığ Gibi Büyüyor

Son yıllarda yaşanan iklim felaketlerinin Türkiye’ye maliyeti çığ gibi büyüyor. Mal kaybı, can kaybı, üretim kaybı… İstanbul felaketlerinin sonucunda ortaya çıkan kayıp ve zararlar, hasarlar hâlâ tam hesaplanamadı. Kime zarar? Başta memleket ekonomisine, kent ekonomisine ama en çok da insanımızın geçim kaynaklarına.

Aslında, yerel yönetimler için hemen her kentin özel olarak iklim değişikliği eylem planlarının olması lazım. Türkiye’de her kent için ayrı ayrı iklim kaynaklı afetlerin ve iklim değişiklikleriyle ilişkilendirilen olumsuz etkilerin analizinin ve haritalamalarının yapılması gerekiyor. Duyumlarımız İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kentin iklim değişikliği eylem planını 2015’ten bu yana hazırlamaya başladığı yönünde. Duyum diyorum çünkü nedense bu işler toplumun birçok kesimini tartışmalara katmadan yürütülüyor. Merakımız, bu planda Büyükşehir yönetimi şehrin iklim değişikliğini etkilerine karşı ne gibi uyum önlemleri almış? Şehrin iklime dayanıklılık kapasitesi, şehri besleyen sektörler açısından (ulaşım, turizm, kentleşme, su, atık vb.) ölçülmüş mü? Somut hedefler konmuş mu? Daha da önemlisi uygulama ne zaman başlayacak, Allah korusun ama bir sonraki felakete yetişir mi? Mesela bu planda “ekolojik restorasyon” yapılacak deniyor; İstanbul’un “ekolojik direnci” sağlanacak anlaşılan; peki hangi çılgın projelerle sağlanacak bu acaba?

Siyasi İktidarın Hukuki Sorumluluğu

AFAD’ın 2014 yılında hazırladığı İklim değişikliği ve Buna Bağlı Afetlere İlişkin Yol Haritası var. Epeydir yürürlükte bu yol haritası (2013), 2024 yılına kadar da yürürlükte olacak. Ancak henüz sistemli bir uygulama göremedik. İstanbul felaketi esnasında, bu yol haritası üzerinden kamuoyunu aydınlatmak üzere beyanat veren merkezi ya da yerel herhangi bir yöneticiye rastladınız mı siz hiç?

Bir de, siyasi iktidarların İstanbul’da ve diğer yörelerde yaşanan afetlerin dünyaya ve yurdum insanına karşı önemli ölçüde hukuki sorumlulukları olduğunu düşünüyorum ben. Unutmayalım, Türkiye iklim değişikliği ile mücadeleyi bugüne kadar konu alan uluslararası sözleşmeleri, protokolleri (Kyoto gibi) onaylamış ve daha dün (Nisan 2016) Paris İklim Anlaşması’nı imzalamış bir ülke. Kötü iklim politikalarını hiçbirimiz hak etmiyoruz. Sel felaketlerinden sonra olağanüstü hal ilan edilmesini değil, iklim değişikliği ile ülke çapında mücadele etmek için hemen şimdi OHAL istiyoruz biz.

Öneriler

– Ülkenin ve kentlerin kalkınma vizyonunu iklim değişikliği mücadele politikaları ve sürdürülebilirlik ilkeleri doğrultusunda belirlemek lazım. Bunun için mevcut yönetim planlarının, programların, eylem planlarının iklim değişikliğine göre topyekûn revize edilmesi gerekli. İklim değişikliği ile mücadele amacıyla dahi ülke geneli için yapılan “kuş bakışı” stratejiler ya da eylem planları bugün artık yetersiz kalıyor. İklim değişikliği ve buna bağlı afetlerin etkin bir şekilde yönetimi şart. Bunun için en başta konu ile doğrudan ya da dolaylı ilgisi olan kamu kuruluşlarının farkındalığını ve bilgi birikimini artırmak lazım.

– Ulusal mevzuatta iklim değişikliğinin etkilerine karşı uyum sağlamakla ve afet yönetimi ile ilgili boşluk analizinin yapılması ve uygulama esaslarının gözden geçirilmesi lazım. Aslında, yakın zamanda Türkiye’de afet müdahaleleri için bir dizi yeni düzenleme yapıldı, AFAD kuruldu, yerel ağları, yerel yönetimlerle bir arada hareket edecek yönetim sistemleri oluşturuldu. Peki o zaman niye iklim felaketlerine karşı duramıyoruz? Demek ki bu yenilerin de yenilenmesi lazım, kurumsal yapıların (merkezi, bölgesel ve yerel), mevzuatın ve standartların yeniden ele alınması lazım.

– Kentlerde iklim değişikliği riskleri karşısında olası kayıp ve zararlar için zorunlu sigorta sistemlerini, risk sigortası kaynaklarını düşünmemiz lazım. Nasıl ki, kırsal alanda tarım sektörü için bu gibi uygulamalar var, bu konuyu daha geniş ele almak ve sigorta sektör planları hazırlamak şart. Mağduriyet kent ekonomisini etkileyen sektörler için olduğu kadar, kentte yaşayanlar için de var, bunu unutmamak lazım.

– İklim değişikliği nedeniyle oluşan afetlerde ve toplumsal kriz durumlarında toplumun farklı kesimlerinin – kadınların, erkeklerin, yaşlıların, engellilerin- etkilenme biçimi, etkilenme şiddeti ve etkilere tepkileri farklı oluyor. Bu nedenle, iklim afetlerinde insani yardımların ve hak kayıplarının telafisi ile ilgili faaliyetlerin bu farklılıklar göz önüne alınarak planlanması gerekiyor.

– Ülke ya da kent ölçeğinde iklim afetleri yönetim politikalarını oluştururken illa ki farklı paydaşlarla birlikte çalışmak lazım. Sivil toplumun buradaki rolü özellikle önemli. Vatandaşın hesap sormasına zemin hazırlayacak her ilgili sektör ve alanda eğitim, kapasite geliştirme ve savunuculuk faaliyetlerini örgütlemek, iklim değişikliği ile mücadele eden sivil toplum kuruluşlarının misyonu olmalı.

About Post Author