İklim

“Türkiye’nin Bu Mücadelede Denklem Dışında Kalması Kabul Edilemez”

IPM (İstanbul Politikalar Merkezi ) İklim Çalışmaları Koordinatörü, Kıdemli Uzman Dr. Ümit Şahin COP24’te Kural Kitabı’nın çıkmasının olumlu olduğunu ancak ülkelerin iklim değişikliği konusundaki hedeflerini güçlendirmesi konusunda hiçbir adım atılmadığını belirtiyor. Türkiye’nin kendi sorununa odaklandığı için müzakerelerin bütününe dair çok etkin bir aktör olamadığını belirten Şahin, “Üstelik Paris Anlaşması’nı da onaylamadığı için dünyanın bu mücadelede etkin olan ülkeleri ve sivil toplumu tarafından sanki Paris Anlaşması’nda yer almak istemeyen gönülsüz bir ülke olarak görülüyor” diyor.

Öncelikle COP24 nasıl geçti? Ka­towice’deki konferansı iklim adaleti üzerinden değerlendirebilir misi­niz?

COP24, Polonya’da yapılan üçüncü COP idi. İklim konferansları teknik gibi görünse de aslında son derece politik toplantılar. Nerede yapıldığı, ev sahibi ülkelerin hangi gündemle ortaya çıktıkları, neden bu ülkelerin bu toplantılara ev sahipliği yapmaya talip oldukları, hepsi politik gerek­çelere dayanıyor. Ev sahibi ülkelerin hükümet temsilcileri COP başkanlı­ğını da yaptığı için alınacak kararlar üzerinde önemli bir etki sağlıyorlar. Polonya’nın beş yılda bir ve üçüncü kez ev sahipliği yapacak kadar istekli olmasının temel nedeni iklim deği­şikliği mücadelesinde frene basan ve küresel anlamda da frene basılmasını isteyen ülkelerden biri olması. Yani geriye dönüşlerin, başa sarmaların, yavaş ve çok geç kararlar alınmasının sorumlularından birisi. Polonya sık sık COP başkanlığı yaparak bu gücü elin­de tutmaya çalışıyor. Polonya ayrıca AB’deki iklim politikalarını da yavaş­ latan bir ülke. Bunun nedeni de belli: Polonya Avrupa’nın en önemli kömür ülkesi. Elektrik enerjisinin %80’ini kömürden elde eden, 2030’a kadar bu oranı sadece %60’a indirmeyi he­defleyen ve 2050’ye kadar kömürden çıkma konusunda herhangi bir planı olmayan bir ülke. Zirve sırasında Po­lonya konferans alanında kömür stan­dı açmakla ve zirvenin sponsorluğunu kömür şirketlerine vermekle kalma­dı, açılış konuşmasını yapan Polonya Devlet Başkanı kömürün vazgeçilmez olduğuna dair laflar ederek en olma­yacak yerde kömür reklamı yaptı. Bunların hepsi dünya kamuoyunda kömürün ortadan kalkan itibarını ta­mir etme çabaları idi. Polonya’nın bu kadar cevval bir şekilde bu işe sahip çıkması ABD, Avustralya, Rusya gibi ülkelerin de işine geliyor tabii. Onlar da bu durumdan gayet memnunlar.

Polonya ayrıca Silesya Deklarasyonu diye bir adil geçiş bildirisini gündeme getirdi. Aslında adil geçiş iklim adaleti açısından çok önemli, dünya iklim ha­reketinin ve sendikaların ortaya attığı bir fikir. Karbonsuz bir ekonomiye geçiş sırasında hayatını bu işlerle sür­düren, örneğin kömür madenlerinde veya termik santrallarda çalışan kişile­rin ve toplumsal kesimlerin sosyoeko­nomik olarak korunması, işlerini kay­betmelerinin engellenmesi veya yeni işlerde istihdam edilmesinin sağlan­masıyla ilgili önemli bir mesele. An­cak Polonya’nın ev sahibi olmasından gelen yetkisini kullanıp gündem dışı bir şekilde adil geçiş konusunda 50 ülkenin desteğini alan içi boş bir dek­larasyon çıkartmaya çalışmaktaki asıl amacı adil geçişi gündeme almaktan ziyade, iklim değişikliğine karşı hızlı ve güçlü bir şekilde verilen mücade­leden zarar görecek toplumsal kesim­ler olduğu argümanını kullanarak ve aslında bu kavramı istismar ederek iklim değişikliği ile mücadeleyi yavaş­latmaktı. Bu alandaki öncülüğün tek­rar doğru ellere geçmesi lazım. Do­layısıyla Polonya her zamanki rolünü oynadı diyebiliriz.

Bunun dışında iklim adaleti açısın­dan bakıldığında 15 yaşındaki genç iklim aktivisti Greta Thunberg’in Katowice’de verdiği mesajlar çok önemliydi. Greta hem küresel hem de kuşaklar arası adalet açısından çok önemli bir öncülük rolü üstlen­di ve konferansta iklim hareketinin sessiz ve teknik konulara gömülmüş olarak kalmasını neredeyse tek başı­na önledi. Afrika ülkelerinin ve Pa­sifik Ada Devletleri’nin 1,5 derece konusundaki çıkışları, yerli halkların hakları konusundaki müzakereler ve eylemler, kayıp ve zarar mekanizması konusunun zayıf biçimde de olsa Ku­ral Kitabı’na girmesi, müzakerelerin iklim adaleti rotasında tutulması açı­sından önemliydi.

COP24’ten Kural Kitabı’nın çıkması gibi umut verici sonuçlar da yaşan­dı. Önümüzdeki süreci nasıl değer­lendirirsiniz?

Kural Kitabı’nın çıkmış olması baş­lı başına önemli tabii, çünkü burada 2009’dakine benzer bir geri adımdan korkuluyordu. Paris Anlaşması’nın uygulanamaz hale gelmesi ihtima­li vardı. Açıkçası Suudi Arabistan ve ABD gibi ülkeler de bunun için az çalışmadılar. Ancak Kural Kitabı tek başına bir işe yaramıyor. Anlaşmanın iklim değişikliğini durdurabilmesi lazım ki yapılan anlaşmalar, konulan kurallar bir işe yarasın. Katowice’de aslında gündemde olmasına rağmen zamanı değilmiş gibi davranılarak ül­kelerin iklim değişikliği konusundaki hedeflerini güçlendirmesi konusunda hiçbir adım atılmadı. Bu konu gele­cek senelere bırakıldı. Hatta Kural Kitabı’na bakarsak 2031’e kadar ül­kelerin mevcut katkılarıyla devam et­melerinin ve o zamana kadar küresel emisyon açığını kapatacak yönde bir güçlendirmeye gitmemelerinin de önü açıldı diyebiliriz. Özellikle 10 yıl­lık NDC vermiş ülkeler, 2031’e kadar bekleme hakkına sahip. Oysa bu çok geç bir tarih. BM Çevre Programı Emisyon Açığı Raporu ile 1,5 derece için hedeflerin beş katına, 2 derece için ise üç katına çıkarılması gerekti­ğini açıklamıştı. IPCC ise 2030’a ka­dar, Sanayi Devrimi öncesine kıyasla 1,5 derece ısınma sınırının aşılabile­ceğini söylüyor. Bu nedenle 2030’a kadar beklemek olacak iş değil.

Bu COP’ta asıl yapılması gereken şey bir yandan sağlam bir Kural Ki­tabı çıkartırken bir yandan da bir an önce çok eksik olduğu BM’nin kendi kuruluşları tarafından ortaya konmuş olan bu hedeflerin güçlendirilmesi için kesin bir talimat çıkartılmasıydı. Ancak bu yapılmadı. Ülkeler bu ko­nuda havanda su dövdüler. Talanoa Diyalogu büyük ölçüde laftan ibaret kaldı. Devlet dışı aktörler, şirketler ve yerel yönetimler bir şeyler yapsa­lar iyi olur görüşü hakim oldu. Oysa devletler yeterli hedefler belirleme­dikleri takdirde devlet dışı aktörlerin bu açığı kapatması mümkün değil. Bu açıdan ben Katowice COP’unu başa­rısız buluyorum. Kural Kitabı’nın tek başına yeterli olmadığını düşünüyo­rum. Hatta sivil topluma da bir eleş­tiri yapılabilir. İklim hareketi mese­lenin diplomasi boyutuna biraz fazla takılmaya başladı bence. Bu COP’un diplomatik bir başarı olduğu yönün­de Polonya’nın ve diğer devletlerin yaptığı propagandaya fazla kapılan ve COP’un çok başarılı olduğu izlenimi­ne kapılanlar oldu. Elbette tamamen başarısız değil ve süreç çökmedi, ama sürecin bu şekilde devam etmesi ha­linde yapılan işin anlamsız olduğu ve dünyayı 3-3,5 derece ısıtacağının daha sık dile getirilmesi gerekir. İk­lim hareketinin çok daha radikal bir ses çıkarması gerekiyor. Çünkü ancak iklim hareketi radikal olduğu zaman taraflar biraz adım atıyorlar. Aksi tak­dirde işleri bu hale getirmeyi çok iyi beceriyorlar.

Türkiye’nin EK1 konusunda uygu­ladığı politikalar sonuç vermiyor. Bunların yerine neler yapılabilir? Bir de EK1 konusunu gündemden çıkartırsak ve Paris Anlaşması’nı onaylamazsak sahip olduğumuz ko­num ile neler yapabiliriz?

Türkiye “anlaşmayı onaylamam” tav­rını sürdürürse bundan sonra göz­lemci statüsünde ve müzakerelerde etkisiz bir aktör olarak bulunmaya de­vam edecek. Oysa Türkiye’nin bunu dış politikası açısından da göze alıyor olmaması lazım. Dünyada anlaşmaya taraf olmamış 13 ülke arasında kal­ mış olması Türkiye’ye yakışmayan bir durum. Hem Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadelede kendisine düşmesi gereken payı açısından, hem de iklim değişikliğinden ne kadar ağır etkilenen bir ülke olduğumuz düşü­nüldüğünde… Türkiye’nin bu mü­cadelede bu derece denklem dışında kalması kabul edilemez bir durum.

Türkiye bu yıl EK1’den çıkma talebini gündeme aldırmaya çalışarak pazarlığı çok yüksekten açtı. Bu talebin günde­me alınmaması ile de artık bu kozu kullanma şansını kaybetti. Bu kadar yüksekten başlamak doğru bir taktik değildi. Türkiye delegasyonunun asıl istişare ettiği nokta şuydu: Türkiye Yeşil İklim Fonu’nda (GCF) azaltım için, yani daha çok yenilenebilir enerji yatırımları için sağlanan kredilerden yararlanmak istiyor. Bir de doğru­dan GCF’ten olmasa bile Yeşil İklim Fonu’nun da dahil olduğu çok taraflı projeler yoluyla iklim finansmanına erişmek istiyor. Türkiye’nin, eğer bu statü ile Paris Anlaşması’nı imzalar ve GCF’e erişimi olmayan bir ülke ola­rak kalırsa sadece GCF’ten değil diğer iklim finansmanlarından da yararlana­mayabilir gibi bir endişesi var. Bunun böyle olmayacağı konusunda güven­ce istiyor. Yapılan açıklamalardan bu güvence verilseydi Türkiye anlaşmayı onaylayabilirdi diye anlıyoruz. Ama tabii bu güvencenin rejim içerisinde verilebilmesi gerekir.

Bence de bu kadarı haklı bir talep. Hatta sonuç da alınabilecek bir talep. Fakat Türkiye bu konuyu gündeme getirirken ve müzakere ederken ben­ce çok doğru bir strateji izlemiyor. Yaptığı şey daha çok diğer ülkelerle kurulan ikili ilişkilerle, hükümet dü­zeyinde aldığı sözlerle ve kapalı ka­pılar ardında yönetilen bir diplomasi ile bu sorunu çözmeye çalışmak. Sa­dece kendi sorununa odaklandığı için de müzakerelerin bütününe dair çok etkin bir aktör olamıyor. Üstelik Pa­ris Anlaşması’nı da onaylamadığı için dünyanın bu mücadelede etkin olan ülkeleri ve sivil toplumu tarafından sanki Paris Anlaşması’nda yer almak istemeyen gönülsüz bir ülke olarak görülüyor. Hatta bu görüntü nede­niyle ABD’yle birlikte davrandığı gibi anlamsız yorumlara bile hedef olabili­yor. Bu nedenle de kendine yeterince destek bulamıyor.

Bence kapalı kapı diplomasisiyle ye­tinmek doğru bir strateji değil. Ben naçizane Türkiye’nin yapması gere­kenin şu olduğunu düşünüyorum: EK1’den çıkma talebi zaten gerçek­çi değildi, bundan sonra da olması mümkün değil. Paris Anlaşması’nı onaylamayı koz olarak kullanmak da çok doğru değildi, çünkü Pa­ris Anlaşması yürürlüğe girdiği için Türkiye’nin onaylayıp onaylamaması fazla bir etki yaratmıyor. Kyoto Pro­tokolü zamanında Rusya bunu bir koz olarak kullanmıştı, çünkü Rusya onaylamadığı sürece Kyoto Protoko­lü yürürlüğe girmiyordu. Ancak şu an böyle bir şey söz konusu değil. Paris Anlaşması çok hızlı yürürlüğe gir­di. O yüzden Türkiye’nin bunu koz olarak kullanmasının rejim için bir manası yok. Ayrıca Türkiye’nin bu statüyle de olsa Paris Anlaşması’nı onaylaması anlaşmanın yapısı gereği fazla bir etki de yaratmayacak çünkü anlaşmada eklere atıf olmadığı gibi finansmanla ilgili meseleler rejim içe­risinde pek çok açık kapısı bulunan ve çözüme açık meseleler. Bence ya­pılması gereken Türkiye’nin bir önce Paris Anlaşması’na taraf olup iklim değişikliği ile mücadelede ne kadar ciddi ve istekli olduğunu kanıtlama­sı ve müzakere zemininde de High Ambition Coalition’a (Yüksek İddia Koalisyonu) imza veren ülkelerle bir­likte davranarak ve kömürün enerji üretimindeki payını azaltacağını açık­layarak iklim değişikliği ile mücadele­yi güçlendirmekten yana olan tarafta konumlanmasıdır. Türkiye’nin bu an­lamda itibarını artırarak Güney Afrika veya Meksika gibi iklim müzakerele­rinde pozitif etkide bulunan yükselen ekonomilerden biri haline gelmesi halinde kendi finansman meselesini de çok daha rahat çözebileceğini dü­şünüyorum.

About Post Author