Doğa uzun bir süreçte kendi dengesini kurmuş, arı da bu dengeyle uyum içinde kendi yolunu izliyor. Biz ise, yüzlerce binlerce parçanın yan yana geldiği, iç içe geçtiği, her daim kendiliğinden bozulan ve yeniden kurulan bu düzene müdahale ettiğimiz her seferinde, bu kaotik düzeni her hizaya sokma girişimimizde hüsrana uğruyoruz ve uğramaya devam edeceğiz. Unutmayalım ki, bu düzen biz olmadan varlığını sürdürebilir ama ne yazık ki, biz bu düzen olmadan var olamayız.
YAZI: Şamil Tunçay BEŞTOY, Çevre ve Arı Koruma Derneği-ÇARIK
Her kapı yeni bir dünyaya açılır. Ne var ki, bu kez kapı koca bir evrene açıldı; arıların ve arıcıların evrenine… Ve tutkunu olduk! Nasıl olmayalım ki, her kovanda olağanüstü bir uyumla “arı gibi çalışan” 50-60 bin harika böcek; bir tarafta döllenmek ve üremek için davetkâr çiçekleriyle onları çağıran bitkiler, diğer tarafta bu çalışmanın ürününü sağmak için bekleyen insanlar. Her seferinde doğanın mucizesi gerçekleşiyor; çiçekler meyveye, nektar bala dönüşüyor.
Modern çağlara ve sanayi toplumlarına gelince doğayla ilgili her konuda olduğu gibi arıcılıkta da “uyum” bozuldu. “Doğayla uyumu”, “doğaya karşı savaşa” dönüştürdü insanoğlu; önce artan nüfusunu doyurmak amacıyla, sonra da doymak bilmez tüketim aşkıyla. Elbette arıcılık da bundan nasibini aldı. Bugün arıcılık; kovan başına azami verimi elde etmek amacıyla, arıyı uyum sağladığı doğal çevresinden koparıp, flora takibi peşinde yöreden yöreye, çiçekten çiçeğe sürüklediğimiz gezginci arıcılık olarak yapılıyor.
“Taşımalı endüstriyel arıcılık” sadece arıcıları değil; üreticiden tüketiciye, toptancıdan birliklere ve ilaç firmalarından akademisyenlere kadar sürecin tüm aktörlerini kapsayan bir sektör haline gelmiş durumda. Üretimi yapan arıcı, sürecin neredeyse en önemsiz parçası olmuş, diğer aktörlerin kendisine dayattığı koşullara uymak zorunda bırakılmıştır. Endüstriyel her üretim gibi, arıcılık da tamamen sonuç, yani ürün, yani bal odaklı bir üretim alanı olmuş; üretim sürecinin sonucu olan pazarlanabilir ve tüketilebilir mamul miktarını azamiye çıkarmayı amaçlayan bu anlayış sonucunda arıcılık sürecinin diğer aşamaları önemsiz ve anlamsız kalmıştır. Tabii burada balı asıl üreten arının halini hiç sormayın. “Arı şehirleri”; tıpkı kendi kentlerimizde yaptığımız gibi düzensiz, çarpık, hastalıklı “arı gecekonduları”, “varoşları” kuruyoruz. Arılar normalde her bir yöreye uygun olarak ağaç kovuklarında, kaya yarıklarında, toprak içindeki çukurlarda kurmuşlar kolonilerini. Koloniler arasında yine yörelerine uygun bir uzaklık olmuş. Şimdi biz onları bir arılıkta yan yana diziyoruz. Çok sayıda arı aynı yere sıkışınca hastalıklar, yağma ve stres geliyor. Evet, stres sadece bize özgü bir “lüks” değil. Doğasına aykırı durumlara giren ya da sokulan her canlı türü strese giriyor. Üstelik sadece onları sıkıştırmakla kalmıyor, bir de yaşamlarına yerli yersiz müdahale ediyoruz. Arı güdülmeye en uzak türlerden biridir.
Doğayla Uyum İçinde Bir Topluluk Hayali
Yerel ve doğal bir üretim olma özelliğinden koparılmış olan arıcılık; sürdürülebilirliğini yitirme tehdidi altında ve çözüm üretemediği bir tıkanma noktasına gelmiş durumda. “Taşımalı endüstriyel arıcılık” modelinde; arıların genetik yapısı karışmakta, hastalıklar yaygınlaşmakta, bal sadece bir ticari meta olarak görüldüğü için çevre koruma bilinci oluşmamakta, yerel arı ırk ve ekotipleri kendi doğal ortamlarından uzaklaştırıldığı için, yerel bitkilerin döllenmesi yetersiz kalmakta, “dışarı” giden arıcılar için gittikleri yerin doğal ortamı bir önem taşımamaktadır. Süreci tersine döndürüp, merkeze arıyı, arıcıyı ve doğru bal ile diğer arıcılık ürünlerini koyan ve gözleme dayanan geleneksel bilgi ile araştırmalara dayanan bilimsel bilgiyi birleştiren modern koloni ve arıcılık yönetimini içeren bir model bulunmadıkça bu karmaşadan çıkış olası görünmemektedir.
“Satoyama”, insanın içinde yaşadığı doğal çevreyle kurduğu dolaysız, uyumlu, sürdürülebilir, çok yönlü ve karmaşık ilişki sonucu oluşan yerel ekonomileri tanımlamak için kullanılan Japonca bir sözcük. Tıpkı, “satoumi”, Filipinler’de “muyong”, Endonezya ve Malezya’da “kebun”, Kore’de “mauel”, İspanya’da “dehesa”, Fransa’da “terroir” ve Türkiye’de “köylülük” gibi. Japonya’da “sato” köyü, “yama” ise o köyün yöresine özgü, köyü çevreleyen orman, otlak, dağ ya da tarlaları, “satoyama” ise bu ikisinin oluşturduğu yapıyı ifade ediyormuş. Çevre denizelse, “satoumi” oluyor.
Bu, “doğayla uyum içinde bir topluluk” hayali için temel bir kavram. Ekosistemleri ve doğal değerleri korumakta bilgelik, modern bilimin bulgularıyla geleneksel ekolojik bilgiyi harmanlamak ve ekosistemleri birlikte yönetmek için yeni yollar keşfetmek ve bunu; kaynakların çevrenin taşıma kapasitesi ve esneklik içinde kullanımı, doğal kaynakların sürdürülebilirliği, yerel geleneklerin ve kültürlerin öneminin tanınması, doğal kaynakların katılımcılık ve işbirliği temelinde yönetimi ve yerel sosyoekonomilerin geliştirilmesi yoluyla yapmak.
Buradaki anahtar sözcük “uyum” olmalı. Ne yazık ki, çoktandır unuttuğumuz bir kavram. Tapınaklarımızın duvarlarına “ölçü”, “uyum”, “sükûnet” ve “erdem” yazmayı bırakalı çok oldu. Artık; hırsın, kavganın, aşırının, rekabetin ve açgözlülüğün peşinde koşuyoruz. İşin en hazin yanı ise, evrimin en son ve bizzat evrimi anlama kapasitesine sahip ürünü olan insan beyninin, bu kapasitesinin ifadesi olan bilimin buna alet olması. Bu aşamaya nasıl geldik, “doğayla uyumu” nasıl “doğaya karşı savaşa” dönüştürdük, bilimi bu savaşı kazanmamız için gerekli gördüğümüz araçları üretmekte kullanmaya başladık; bu üzerinde kafa yormamız ve yanıt bulmamız gereken temel soru.
İnsan yaşamının gereksinimleri ile doğal yaşam varlığı arasında nasıl adil ve sürdürülebilir bir denge kurulacağının, bu dengenin bugünden geleceğe iklim değişikliği süreçleri de göz önüne alınarak nasıl sürdürülebileceğinin, her biri kendi ekosistemine uyum sağlamış arı ırk ve ekotipleri temelinde gelişmiş doğal ve geleneksel yerel arıcılık ekonomisinin bütüncül bir yaklaşımla planlanması; bu bağlamda her bölgenin yaylaları, bozkırları, meyvelikleri, kızılçam ormanları, meşelikleri, sığlaları, makilikleri, ağaç ve çalılıkları, tıbbi ve aromatik bitkileri, fundalıkları, delicelikleri, bu floraya uyum sağlamış evcil ve yaban hayvan varlığı ile bir ekosistem olarak çalışılması ve bu ekosistemin, tüm bu zenginlikle yüzlerce yıldır yaşamlarını ve geçimlerini sürdüren köylüleriyle birlikte korunması için sürdürülebilir ve bütüncül bir yaşam alanı olarak tanımlanması gerekmektedir.
Bu uyum sürecinin temeli her arı ırkı ya da ekotipinin bulunduğu ekosistemin yapısına uygun anatomik, fizyolojik, morfolojik ve davranışsal özellikler geliştirmesidir. Bu özellikler hayatta kalabilmesi için içinde yaşadığı ekosistemin diğer öğeleri ile karşılıklı bir uyum süreci içinde kazanılır. Her arı kolonisi kendi bölgesinin özelliklerini “öğrenir”. Doğal yaşam bir bütündür; doğal bir yaşam alanında, bir ekosistemde yer alan her tür canlı arasında organik, karşılıklı ve bütüncül bir ilişki ve bağ vardır. Bu bağ; yerel, yakın ve karşılıklıdır. Yani dünyamızdaki doğal yaşamın bütünlüğünden bahsettiğimizde, aslında göreli olarak birbirinden bağımsız birçok bölgesel, yerel ekosistemden söz ederiz.
Arı, Çiftlik Hayvanı Değildir
Arıcılık gibi bir konudan söz ettiğimizde, üretimden, arının çiçekten alıp kovana taşıdığı bir damla nektardan başlayıp tüketime, ağzımıza attığımız bir parmak bala uzanan uzun bir süreçten bahsediyoruz demektir. “Nektardan bala”, “çiçekten kovana”, “doğadan insana” giden bir süreç… Bu süreçte insanın doğayla kurduğu en dolaysız ilişkilerden biri gerçekleşir.
Burada üretimden tüketime; bilim ve teknolojiyle sanayi ve ticaret arasında kurulan ilişkide, zooloji, botanik, biyoloji, coğrafya, sosyoloji, ekonomi, eğitim gibi bilim, ziraat, makine gibi mühendislik dalları, devlet ve kamu kuruluşları, birlikler ve sivil toplum kuruluşlarının yer aldığı çok geniş bir yelpazeden söz ederiz. Üretim aşamasında; arının kendisi, nektar ve salgı aldığı bitki ve hayvanlar, kovan ve arıcılık yöntemleri, arıcılık makine ve ekipmanıyla arıcı yer alırken, tüketim aşamasında; balın toplanması, tüketime hazırlanması, dağıtımı ve satışı gibi başlıklar yer alır.
Günümüzde burada bir karmaşa var. Bu karmaşanın nedeni, geleneksel üretim ve yaşam biçiminden, sanayileşmiş üretim ve yaşam biçimine geçişin yarattığı, gelenekselden moderne geçişin yaşandığı her alanda var olan sorunlardır. Birincisinde, geleneksel bilgi ve dolaysız toplum yapısı; ikincisinde, bilimsel bilgi ve organize, kurumsallaşmış toplumsal yapılar yer alır. Şu anda bunlar kendiliğinden işleyen bir süreç içinde birbirine karışmış durumda; bir yandan en temel haliyle geleneksel üretim biçimleri sürdürülürken, öte yanda örneğin, genetik biliminin ve teknolojinin en son bilgi ve teknikleri kullanılabiliyor. Bir yanda sıradan ve basit bir köylü ailesi olarak arıcılar, öte yanda büyük dağıtım ve pazarlama ile teknoloji şirketleri yer alıyor. Üniversiteler, kamu kurumları ve birlikler ise çok hızlı, kendiliğinden ve kontrolsüz biçimde işleyen bu süreci henüz tam manasıyla yönetememekte. Bir yandan çok önemli ve değerli çalışmalar yapılırken, öte yanda neredeyse hepsini anlamsız kılan bir kendiliğindenlik ve piyasa sistemi işliyor.
Bu konu, uzun yılların deneyimlerinin sonucu olan geleneksel bilgiyle, bilimsel araştırmalar sonucu elde edilen bilimsel bilginin birlikte ele alınmasıyla ve sürdürülebilir bir insan ve doğa ilişkisi bağlamında ele alınmalıdır. Bu anahtar yaklaşımdır; çünkü sorun artık, sadece satış, dağıtım ve paylaşım, sadece insan açısından ele alınamayacak bir aşamaya gelmiş durumdadır. Artık bizzat üretimi, üretme tarzımızı tartışmamız gerekiyor. Bu nedenle var olan arıcılık tarzını değil, insanın üretirken doğaya sadece kaynaklarını sömüreceği bir nesne değil, içinde var olduğu ve olacağı, birlikte yaşadığı ve yaşayacağı, dolaysız bir parçası olduğu bir organizma olarak baktığı bir anlayışın vazettiği yeni bir arıcılık tarzını temel almak gerekmektedir. Tüm tarımsal üretim alanlarında uygulanması gereken yeni bir üretim anlayışına model amaçlanmalıdır. Bizzat kendisi üretkenliği sembolize eden ve tarımsal üretim alanlarının merkezinde konumlanan arıcılık bu potansiyele sahiptir.
Sağlıklı bir arı kolonisi, arı gibi çalışan bir kovan; sağlıklı işleyen bir doğanın en temel göstergesidir. Doğaya yaptığımız olumsuz müdahalelerin ilk kurbanlarından biri her zaman arılar olur. Arıcılık doğal süreçlerin işleyişinin kavranması temelinde yapılmadıkça bu süreç tersine dönmeyecektir.
Geleneksel arıcılık; kara, kütük ya da sepet kovanlarda tamamen doğanın ve arının verdiğini hasat etme temelinde yapılan bir arıcılık tarzı. Bu tarz neredeyse yok olmak üzere. “Taşımalı endüstriyel arıcılık” ise, arıya bir ahır ya da kümes hayvanı muamelesi yapan, doğal süreçlerin dışında bir bal makinası gibi gören bir tarz. Ve bunun sonunda tüm dünyada arılar yok oluyor! Ne yapmalı? Arı doğası gereği ne evcilleştirilebilir, ne de ehlileştirilebilir. Çiftlik hayvanı olamaz. Suni bir “doğa”da yaşayamaz. Ondan sadece bir miktar da bizim için üretmesini isteyebiliriz. Onu sadece bu kadarını yapacağı şekilde “yönetebilir”, “güdebiliriz”. O halde buna uygun bütüncül bir arıcılık ve koloni yönetim modeline ihtiyacımız var.
Doğayı “Koruma” ve “Kurtarma” Misyonu Altında Gizlediğimiz Kibir
Dünyada genel duruma bakılırsa arıcılığın geleceği pek de iyi gözükmüyor. Yönetim sistemimizi baştan aşağı değiştirmemiz gerekiyor. Yoksa hem arılarımızın sağlığı ve gücü, hem de balın sonu gelebilir. Arı dediğimiz böcek evcilleştiremediğimiz ama beraber çalışma yöntemleri bulduğumuz tek hayvan. Evcilleştirmekten kastımız, bu böceği hiç dışarıya salmadan, yediğini içtiğini kontrol ederek bal üretmesini sağlayamıyoruz. Öyleyse doğal ortamında tutabildiğimiz bu böceğe olan saygımızı artırmamız ve arılarla çalışma fırsatı yakaladığımız için kendimizi şanslı saymamız gerek.
Arının tarım alanında yaptığı işler gözle görülmese de yediğimiz yiyeceğin %40’ı kadarından sorumlu olduğunu unutmayalım. Çiçekten çiçeğe ve ağaçtan ağaca konarken yaptığı tozlanma ile taşıdığı polenler bitkilerin döllenmesine, mahsulün çoğalmasına yarıyor. Aslında bu %40 oranı dolaylı ve kümülatif etkiler de düşünüldüğünde sandığımızdan daha fazla olabilir. Merada tozlanan ve gelişen otları inekler yiyor, et oluyor; ağaçların çiçekleri tozlanınca tohumları döllenmiş oluyor ve toprağa düştüklerinde daha fazla şansları var. Bahçede domates, biber, kabak gibi bitkiler tozlaşma sonucu daha fazla ürün veriyor.
Aslında insanlığın doğal yaşam biçimi, içinde evrimleştiği doğa ile uyum içinde olagelmiş binlerce yıl. Onun verdikleriyle yetinmiş, yaşamımızı, “geçimimizi” onun verdiklerine göre şekillendirmişiz. Ama son birkaç yüzyıl içinde geldiğimiz noktada bilim ve teknolojinin olanaklarını da kullanarak, doğayı kendimize göre “şekillendiriyoruz” maalesef. Ya da öyle sanıyoruz, ama maalesef olmuyor. Pazar için yapılan tarımsal üretim, tarımsal alanların genişletilmesi, sonra da odun için yapılan ormancılık ile turizm ve madencilik faaliyetleri sonucu olan doğa tahribatı, arının doğal ortamını yok etmiştir.
Ülkemizin geniş floral çeşitliliği arıcılık sektörü için vazgeçilmez bir faktördür. Ayrıca arıcılık, sürdürülebilir kırsal kalkınmanın çok önemli bir lokomotifi durumundadır. Kaynak tüketimine neden olmayan bir üretim faaliyeti olması, günümüzde arıcılığın önemini daha da artırmaktadır. Bununla birlikte arıcılık, doğa ve çevreye zarar vermeden yapılabilen ender üretim kolu olması sebebiyle, geleceğin en önemli sürdürülebilir tarımsal üretim faaliyetlerinden biridir.
Türkiye’de arıcılık, neredeyse her bölgede yapılan geleneksel bir tarım faaliyeti olup, bugün ülkemizin bütün illerinde arıcılık faaliyeti yapılmaktadır. Dört mevsimin aynı anda yaşandığı Türkiye’de, farklı ekolojik koşullara kolaylıkla uyum sağlayan birçok arı ırk ve ekotipi ile yıl boyu nektar ve polen sağlayan, oldukça zengin floral kaynaklar bulunmaktadır. Türkiye’nin her bölgesinin kendine özgü çevre ve iklim koşullarına sahip olması, her bölge için farklı çiçeklenme dönemini ortaya çıkarmaktadır. Bu durum ülkemizde yıl boyu arıcılık faaliyetini mümkün kılmanın yanında, daha fazla üretimi amaçlayan arıcılar için göçer arıcılık yapma nedenidir.
Türkiye, zengin floral kaynakları, arı ırkları ve iklimsel şartları ile arıcılık için en uygun şartların olduğu ülke konumundadır. Türkiye, uygun ekosistemi, zengin bitki örtüsü, farklı iklim kuşaklarına sahip olması ve koloni varlığı bakımından, önemli bir arıcılık potansiyeline sahiptir. Bütüncül bir üretim modeli, farklı yörelerin farklı ürün potansiyellerini esas alarak birbirlerini destekleyeceği bir temelde kurulmalıdır.
Yeni modelin uygulanabilir ve yaygınlaştırılabilir olması için; Anadolu’nun değişik yörelerinin yerel ve geleneksel geçim kaynağı olan üretimlerini, her yörede arıcılığın geçim kaynağı olarak yapılıp yapılamayacağını, her yörenin koşullarına uygun arıcılık tarzı ve arıcılık ürünlerinin neler olabileceğini, arıcılığın her yörede diğer geçim kaynaklarıyla nasıl ve hangi oranda entegre edilebileceğini saptamak gerekecektir. Doğal nedenlerle, arıcılığın geçim kaynağı olma özelliğini yitirdiği durumlarda, hangi üretimin arıcı ailesinin geçimi sağlamaya devam edebileceğini belirlenmelidir.
Sonuçta, yazının başında da dediğimiz gibi; doğa uzun bir süreçte kendi dengesini kurmuş, arı da bu dengeyle uyum içinde kendi yolunu izliyor. Biz, insanoğlu; yüzlerce binlerce parçanın yan yana geldiği, iç içe geçtiği, her daim kendiliğinden bozulan ve yeniden kurulan bu düzene müdahale ettiğimiz her seferinde, bu kaotik düzeni her hizaya sokma girişimimizde hüsrana uğruyoruz ve uğramaya devam edeceğiz. Unutmayalım ki, bu düzen biz olmadan varlığını sürdürebilir ama ne yazık ki, biz bu düzen olmadan var olamayız. Kendimizi bu bütünün bir parçası olarak görmedikçe, kurduğumuz “uygarlığı” doğanın dışında ve üstünde gördükçe başarmamız olası görünmüyor. Doğayı tahrip etmekten vazgeçmek bir yana, doğayı “koruma” ve “kurtarma” misyonu altında gizlediğimiz bu kibirden de kurtulmalıyız.