Önyargılarınızı bir kenara bırakın. Dinlerden yeni bir anlayışın çıkamayacağına dair muhafazakar görüşlerinizi ya da tam tersi; dinlerin özellikle de günümüzde İslamın sadece savaşla, çatışmalarla anılmasının yarattığı toptan reddetme ve küçük görme dürtüsünü kafanızdan bir süreliğine çıkartın. Ve yüzlerce, binlerce yıllık geçmişi olan dinî öğretilerin, yaşadığımız ekolojik krize bir çözüm sunup sunamayacağını düşünün. İsraftan su tasarrufuna, kaynakların kullanımından hayvanlara yönelik davranışlara kadar hayatın her alanında öğretiler sunan dinsel düşünce odaklarından bu konuda yeni sesler yükseliyor. Papa Fransis’in “iklim değişikliği ve ekolojik krize” yönelik son derece önemli genelgesi ve Ortodoks dünyasının manevi önderi “Yeşil” Patrik Bartholomeos’un her platformdaki girişimlerine, Ağustos ayında İstanbul’da ilan edilmesi planlanan İslam İklim Değişikliği Deklarasyonu ekleniyor.
Ekoloji ve çevre, neden hepimizin aynı gezegeni paylaştığının ve onun bir parçası olarak kardeş olduğumuzu hatırlatmanın bir zemini ve yolu olmasın? Çoğu zaman dediğimiz gibi; her şey birbirini dinleme, diyalog ve işbirliğinden geçiyor ve bugün buna her zamankinden çok daha fazla muhtacız…
İklim değişikliğiyle nasıl mücadele edeceğiz? Örneğin, enerji ihtiyacını karşılamak için fosil yakıt yerine yenilenebilir kaynaklara yönelmek, gerçekten kalıcı çözümler üretebilecek mi? Belki de bu sorunları sadece ekonomik, teknolojik ve siyasal dürtülerle tarif etmek yerine; konuya ahlaki, manevi değerler, inançlar ve anlamlar temelli yaklaşılması gerekiyordur. Ya da tanımı gereği “her şeyi kapsayıcı” olan dinî öğretileri ekolojik kriz çerçevesinde yeniden incelemek, hatta onlara yeni bir gündelik yaşam boyutu katmak lazımdır. Tüketim alışkanlıkları, sonsuz büyüme, kaynakların sınırsız kullanımı eğilimleri, ekonomik modellerin yenilenmesi, gelir adaletsizliği karşısında bir dayanışma oluşturmak, dinlere yönelik yeni bir bakışla mümkün olabilir mi?
Dünyanın en fazla inanana sahip iki dini Hristiyanlık ve İslamiyet dünyasında son aylarda art arda yaşanan ve yaşanmakta olan süreçler, yukarıda sıralanan sorulara “evet” cevabının verilebileceğini gösteriyor. En etkili açıklama 18 Haziran, yani Ramazan ayının 1. günü Papa Fransis tarafından bütün Katolik alemine, inananlara ve din adamlarına yönelik bir genelgeyle yapıldı. Papa bu genelgede, eğer insanlık iklim değişikliği karşısında harekete geçmezse yüzleşmek zorunda kalacağımız “ekosistemlerin emsalsiz mahvoluşuna” karşı herkesi uyardı. Bir nevi “fetva” olarak değerlendirilebilecek, nadiren kaleme alınan bu genelgelerin Hristiyan dünyasında son derece önemli bir ağırlığı bulunuyor. Papa yaklaşık 190 sayfalık bu metinde, ekolojik krize ahlaki ve dinî bir konu olarak yaklaşıyor ve “her cemaat doğadan ihtiyaçları çerçevesinde olabildiğince faydalanabilir ama aynı zamanda doğayı korumak ve verimliliğini gelecek nesiller için de sağlamak görevine sahiptir” diyor. Söz konusu belgenin bir diğer önemi dünya çapında 300 milyon Ortodoksu temsil eden İstanbul Ekümenik Patrikhanesi ile birlikte hazırlanmış olması. Belgede, Yeşil Patrik olarak tanınan ve dünyanın çevreye en fazla önem veren dinî liderleri arasında gösterilen Patrik Bartholomeos’un görüşlerine atıf yapıldı. Hristiyan dünyasının iki önemli liderinin iklim değişikliği konusunda bir araya gelmesi, karışık tepkiler yarattı. Özellikle ABD’deki Marco Rubio gibi Cumhuriyetçi siyasetçiler Papa’nın bilim ve siyasetle ilgilenmemesi gerektiğini vurguladı.
Kalpten Gelen Çığlık
Söz konusu genelgenin zamanlaması aslında hiç de tesadüfi değildi. Hazırlıkların, Kasım sonunda Paris’te gerçekleşecek ve bir anlamda uluslararası iklim müzakerelerinin ve gezegenin geleceğinin belirleneceği COP21 BM İklim Değişikliği Konferansı ile de doğrudan ilgisi var. COP21 çerçevesinde Temmuz sonunda Paris’te gerçekleştirilen Vicdan Zirvesi’nde Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande ve eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın yanında pek çok dinî temsilci yer aldı. Patrik Bartholomeos buradaki konuşmasında “Harekete geçmek için ahlaki görevimizi kabul etmek zorundayız. İklim değişikliği kalpten gelen bir ağlama, çığlık ama aynı zamanda umudun uyanışıdır” dedi. Konferans öncesinde dünya genelinde pek çok dinî kurum, kuruluş, örgüt ve STK’lar, karar alıcılar üzerinde baskı yaratmak için çeşitli adımlar atıyor.
Peki, İslam dünyası bu tartışmalarda nerede? Şimdilik oldukça sessiz sedasız olsa da burada da bir hareketlenme söz konusu. İslam dünyasından yapılacak en ciddi çağrının 18 Ağustos’ta İstanbul’da ilan edilmesi planlanıyor. İslam İklim Değişikliği Deklarasyonu başlıklı bildiri, İslam dünyasında çevre ve inanç bağlamında araştırmalar yürüten uluslararası bir ekip tarafından hazırlandı. Başta Ekoloji ve Çevre Bilimi İslam Vakfı kurucusu ve direktörü, “Eko İslam yaklaşımının fikir babası” olarak görülen Fazlun Khalid ve Türkiye’den Prof. Dr. İbrahim Özdemir olmak üzere pek çokaraştırmacı ve akademisyen, İslami öğretilerden hareketle iklim değişikliğiyle mücadeleye dair bir ilkeler bütünü hazırladı. Deklarasyon, ilerleyen sayfalarda okuyacağınız gibi bir yeniden yorumlamayı, “uyanışı” hedefliyor. Khalid “İslamiyet zaman içinde ritüellerle, namaz ve oruçla sınırlandırıldı. Oysaki bunlar sadece başlangıç” diyor ve esas olarak İslamın çevreye, yaşama, tüketime dair öğretilerin incelenmesi gerektiğini salık veriyor.
Alimler Niye Susuyor?
İslam konusunda yeni yaklaşımlara yönelik, bizzat İslami camiada da bir önyargı olduğu muhakkak. Anarşist gelenekten gelen, İslam ile “derin ekoloji” arasındaki yakınlaşmalara dikkat çeken ve Susatanlar! kitabının yazarı Dilaver Demirağ, din alimlerinin yeni fikirler öne sürmesinin önündeki engeller konusunda “İslam ülkelerinin çoğunda diktatoryal diyebileceğimiz bir siyasi yapı egemen olduğu için din alimleri susmayı tercih ediyorlar. Bunun ötesinde sebep sadece baskı değil. Alimler ‘Güçlenmemiz, Batı’nın boyunduruğundan kurtulmamız lazım, bunun için de kaynakları kullanmamız gerekiyor’ diye düşünüyorlar. Türkiye’de de genel bakış bundan çok farklı değil. Oysa alimin başka türlü düşünmek mecburiyeti vardır” diyor.
Yeni yorum ihtimaline karşı ayağa kalkan bu kesimin tam karşısında, biraz da İslama dair her türlü bahis, yaklaşım, değerlendirmeye yönelik olarak yüzünü ekşiten bir başka kesim yer alıyor. “11 ayın sultanı” Ramazan ayının ardından akılda kalan en popüler dinî tartışma, ilahiyatçı Ali Rıza Demircan ile İsmailağa cemaatinin önde gelenlerinden Cübbeli Ahmet Hoca olarak tanınan Ahmet Mahmut Ünlü arasındaki “ileri derecede oral seksin haram olup olmadığı”ydı. Ülkedeki siyasi koşulların da etkisiyle gelişen bu kısır ve utanç verici tartışmaların, çağımızın sorunlarına cevap üretemeyeceği muhakkak. Ya da 20 Temmuz’da Şanlıurfa, Suruç’taki 32 vatandaşımızın hayatını kaybettiği katliamın ardından olağan şüpheli IŞİD ve IŞİD’in esin kaynağı olarak İslamiyetin savaş ile ilişkisi vurgulandı. Ancak akılda tutulması gereken başka şeyler de var. İlkokul yıllarından itibaren ortalama bir Türkiye vatandaşının aklına kazınan “tarihin bilinen en eski yazılı barış anlaşması” Kadeş Anlaşması’nın yaklaşık 3300 yıl önce içinde yaşadığımız coğrafyada imzalanması, hatta günümüz Suriye topraklarının paylaşılmasına yönelik olması (sürpriz!) bir tesadüf olabilir mi? Geçmişi medeniyet tarihi kadar eski olan bu topraklarda binlerce yıldır yaşanan savaş ve istikrarsızlığı, yaklaşık 1400 yıllık İslam dinine ve medeniyetine mal etmek biraz basite indirgemek olmaz mı? İslam veya genel olarak dinler, savaşların, çatışmaların çok daha ötesinde bir anlam ve eylem bütünlüğü olarak kabul edilmeli. Bu bütünlüğün siyasi, ekonomik amaçlar uğruna kullanılmasının bütün sorumluluğu, doğrudan dinlerin kendilerine çıkarılması ne kadar hakkaniyetli ve sorun çözücü olabilir?
Oysa Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in hadislerine yönelik kısa bir araştırma ekolojinin İslamda ne denli merkezi bir rol oynadığını gösterebiliyor. El Hafız B.A. Masri, İslam ve Ekoloji kitabında (İGDAŞ, 1997) Kur’an’da çevreyle ilgili meselelerde yol gösteren ve çevreye nasıl muamele edeceğimizi öğreten yaklaşık 500 ayet olduğunu aktarıyor. Masri, “Buna rağmen, bu problemleri en iyi bilim adamlarının, ekonomistlerin ve diğer bilgili insanların çözebileceğini ve İslamın sadece manevi meselelerde bize yol göstereceğini düşünenler bulunmaktadır. Oysa İslam, insanlığın manevi ve maddiesenliği arasında böyle bir ayrım yapmaz” diyor.
Sürdürülebilir Kalkınma Modeli Çıkar mı?
Kur’an’da doğanın korunmasına yönelik bahsedilen bu ayetlerin ve emirlerin yanı sıra Hz. Peygamber’in pek çok hadisi de günümüze ulaşmıştır. Mehmet Bayrakdar’ın “ekolojik sünnet” diye tanımladığı eylemler ve Kur’an’daki öğretiler İslami bir çevrecilik anlayışının çerçevesini sunuyor. Aslında ortaya çıktığı coğrafyanın ekolojik yapısı ve zor iklim şartları düşünüldüğünde, İslamın kaynak kullanımına, yeşile ve suya verdiği önem şaşırtıcı olamaz. Bu anlamda düşünce sisteminde İsraf ve Fesad (bozulma) kavramları özel bir yer tutar. Bu önem “İsraf etmeyiniz; çünkü Allah israf edenleri sevmez” (A’râf, 31) ya da “İsraf edenler şeytanın kardeşleri olmuşlardır” (İsrâ, 27) ayetlerinde oldukça net biçimde dile gelir. Fesad konusundaysa, “İnsanlardan öylesi var ki, bu dünya hayatı hakkındaki görüş ve konuşmaları senin hoşuna gider, hatta bu gibi kimseler kalbindekilere Allah’ı şahit tutar. Halbuki o düşmanların en yamanıdır. Bu gibileri, işbaşına geçti mi, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekonomik ve sosyal düzeni bozmaya çalışırlar. Ama Allah bozgunculuğu sevmez” (Bakara, 204-205) denir. Prof. Dr. Özdemir, “Kur’an’da tabiattaki dengenin Allah tarafından yaratıldığı ve bunun tahrip edilmeden kullanılması gerektiği söylenir. Bunun en güzel örneği abdestte var ama kimse farkında değil. Hz. Peygamber nehir kenarında bile olsa abdest alırken fazla su kullanmayı yasaklıyor” diyor.
Peki bütün bu değerler ve öğretiler bu denli barizken, İslam dünyasının yaşadığı ekolojik krizleri, susuzluğu, kuraklığı, kaynakların aşırı tüketimini, doğayla girilen mücadeleyi ve tabii bu konuda yönetimlerin, sivil toplumun ve bireylerin sessizliğini nasıl açıklayacağız? Dilaver Demirağ temel sorunu, İslam ülkelerinin küresel pazarın taleplerini karşılamak için kendisine Batı tipi gelişme anlayışını temel edinmesi olarak tarif ediyor. Esasında alternatif ve dinî kaynaklı sürdürülebilir yeni bir model arayışlarının azımsanmayacak bir geçmişi var. Başta Seyyid Hüseyin Nasr olmak üzere, Fazlun K. Khalid, İbrahim Özdemir, Azizan Baharuddin, Udeh el Ceyyusi gibi pek çok araştırmacı ve akademisyen on yıllardır bu konu üzerinde araştırmalar yapıyor. Örneğin yine İstanbul’da 2009 yılında dünya çapından 50’den fazla İslam aliminin katılımıyla “Müslümanlar için Yedi Yıllık Eylem Planı” duyurulmuştu. İlerleyen zamanda farklı ülkelerde iki önemli toplantı daha yapıldıysa da plan başarıya ulaşamadı. Ancak plandaki “Bir ‘yeşil cami’ inşa etmek; iki ya da üç İslam şehrini ‘yeşil şehirlere’ dönüştürmek, ilk ve orta öğretim için eğitim materyalleri hazırlamak, çevre koruma projeleri için uluslararası bir yarışma düzenlemek” gibi amaçlar, yeni girişimler için ilham kaynağı olabilir.
Bütün bunların ötesinde ekonomik modellerle manevi arayışların ilişkilendirilmesi için gidilecek çok yol olduğunun farkında olmak gerekiyor. İlerleyen sayfalarda başta Müslümanlık ve Hristiyanlık olmak üzere pek çok dinî öğreti, özellikle Kur’an’dan pek çok ayet, bu bağlamda çeşitli röportajlar okuyacaksınız. (Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan röportaj talebimize yanıt alamadık.) Canlıların korunmasına, su tasarrufuna, ağaç dikilmesine, kaynak kullanımına dair pek çok öğreti sıralanacak. Bu öğretilerin bir modele dönüşmesini, bir uyanışı muhafazakar bir bakışla engellemek ya da tam tersi müstehzi bir ifadeyle küçük görmek, yapılması gerekenin tam aksine hizmet edecektir. Prof. Dr. Özdemir’in dediği gibi çevre sorunlarına çözüm sunabilmek için, son yıllarda farklı gruplar kendi geleneklerinden hareketle bir anlayış geliştirme arayışına girdi. Dolayısıyla bu dosyada anlatılanlardan çok daha geniş kapsamda bir manevi arayışın sürüp gittiği reddedilemez bir gerçek. Elindeki maddi kaynak ve insan gücü düşünüldüğünde, İslam dünyasının bu arayışı somut eylemlere dönüştürmesinin, iklim değişikliğiyle mücadeleye oluşturacağı katkıdan şüphe duymamak gerekir. Din araştırmaları üzerinde derin etki bırakan “süreç felsefesi”nin en önemli isimlerinden İngiliz matematikçi ve felsefeci A. N. Whitehead’in 1925’te yazdığı gibi “Tarihin gelecekteki seyrinin; bugünkü neslin ilim ve din arasındaki ilişkiler hakkında vereceği karara bağlı olduğunu iddia etmek, bir mübalâğa sayılmaz.”
“Amacım, Müslümanların Doğayla Bağını Tekrar Kurmak”
On yıllardır İslam ve ekoloji ilişkisi üzerine çalışan, Sri Lanka doğumlu ve yaklaşık 60 yıldır İngiltere’de yaşayan araştırmacı aktivist Fazlun Khalid, bu konuda bir şemsiye örgüt olarak faaliyet gösteren Ekoloji ve Çevre Bilimi İslam Vakfı’nın (IFEES) da kurucusu ve direktörü. Dünyanın farklı bölgelerinde çeşitli uygulamalarla çevre karşıtı pratiklerin önüne geçen Khalid, dünyayı “sonsuz bir kaynak” gibi gören ekonomik modele alternatif üretmeyi ve dinin derin anlamını benimsemeyi öneriyor. Yakın vadede ise, dünyanın çeşitli bölgelerinden Müslüman düşünürlerle birlikte, İstanbul’da küresel kamuoyuyla paylaşılacak bir İklim Deklarasyonu üzerinde çalışıyorlar.
“Eko-İslam” fikrinin kurucusu olarak görülüyorsunuz. Bugüne kadar neleri başardınız?
Herhangi bir şey başardım mı, gerçekten onu bile söylemek zor. Yine de, cevabım galiba Müslümanların bu konudaki bilincini artırmak olacak. Bence Müslümanlar saraylar inşa etmekle, günlerini gün etmekle çok meşguller. Genel olarak insanlık doğayla bağını kaybetti. Kendimizi artık doğanın bir parçası olarak görmüyoruz. Havayı, suyu kirletiyoruz ve dünyaya sadece bir “ekonomik kaynak” gibi davranıyoruz. Yaratılışa dair algımız farklı bir şeye dönüştü. Dolayısıyla benim amacım Müslümanların yaratılışla bağını tekrar kurmak. Bir dereceye kadar bu konuda bir şey başardıysam ne güzel. Yapacak çok iş var. Bu kolay bir görev değil çünkü doğadan sapma eğilimi çok büyük. Genel davranış dünyayı sömürmeye yönelik. Yoldan çıkmamızın temeli olan ekonomik büyüme modeli, esasında çok yeni. Sanayi Devrimi sadece 250 yaşında. Ve biz bu zaman içinde bütün dengeyi altüst etmeyi başardık. Bizim yaptığımız; işleri doğru yöne çevirmeye, doğayla bağımızı yeniden kurmaya yönelik bir girişim. Uygulama bazında çeşitli projelerle dünyanın farklı yerlerinde başarılar elde ettik. Ama asıl ihtiyacımız olan küresel bir yaklaşım. Bu da bizi mevcut düzene meydan okumaya mecbur kılıyor. Kur’an’dan ve hadislerden davranışlarımızı değiştirmek için alabileceğimiz çok ders var. İnsanları yanlış yoldan çıkarmak çok zor bir görev.
Peki, nereden başlamayı öneriyorsunuz?
Öncelikle doğanın bir parçası olduğumuz gerçeğinin farkına varmalıyız. Modern ekonomi paradigması yıkım üzerine kurulu, kaynakları sömürüyor; dünyayı derinden bağlı olduğumuz bir şey değil, tüketim kaynağı olarak görüyor. Müslümanlar içinse tevhit – “bir”lik anlayışına dönmek gerekiyor. Kur’an’da çok önemli öğretiler var. Örneğin “Allah tüm varlığı kapsar” (Bakara,115). Bu her şeyin birbiriyle ilişkisi olduğu anlamına gelir. Allah doğayı merhametinin dışında bırakmaz, hepimiz bunun bir parçasıyız. Bu anlayışa geri dönmemiz gerekiyor. Biz bunu kaybettik. İslam, ritüellerle sınırlı bir hale geldi. İslamın beş şartını uygulamanın yeterli olacağı düşünülüyor. Hayır, beş şart sadece başlangıçtır. Tevhidin derin anlamını anlamaya başlamamız gerekiyor.
Tevhitten çevre konularında nasıl bir anlam çıkartılabilir?
Tevhit, doğrudan çölleşme veya çevresel kirlilikten bahsetmiyor tabii ki. Allah’ın yarattıklarına nasıl davrandığımızı anlamamız için bir temel sunuyor. Bize verilenleri böyle sömürmeye devam edersek, Allah’ın bize sunduklarının değerini azaltırız. Kur’an “Allah israf edenleri sevmez” diyor. Ama bütün toplumlar özellikle en gelişmiş olanlar, kaynakları önemli oranda israf ediyor. Geliştikçe daha fazla israf ediyoruz. Bireysel olarak geliştiğimizi düşünüyoruz ama sonuçta israf eden bir tüketim sistemine takılı kalıyoruz. Tevhit anlayışının temeline sahipseniz, yaptıklarınızın iklim değişikliğiyle ilişkili olduğunu anlıyorsunuz. Her şey birbiriyle ilişkili. O kadar güçlü hadisler var ki, çevre konusuna verilen önemi anlamak o kadar da zor değil. Örneğin “Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin”. Bu gibi temel şeyleri yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Bunu unuttuk.
Ulema, din bilginleri bu teorik bilgileri biliyor mu?
Bu çok ilginç bir soru. Büyük oranda bilmediklerini söyleyebilirim. Ama bunları düşünürlerse bir saniye içinde aynı sonuca varacaklarını söyleyebilirim, ancak başka öncelikleri var. Aslında ulemanın bu alanda liderlik yapması gerekiyor. Ulemaya herhangi bir konuda danışırsanız hemen Kur’an’dan, ayetlerden, hadislerden alıntılar yapacaklardır. Ama bu esasında yaşanan gerçeklikle ilişkili değil. Endonezya’daki bazı istisnalar hariç din alimleri bu bağlantıları kurmuyor. Bu önemli bir sorun. Ben de bu güzel insanlara, hepsinin eğitime ihtiyaç duyduğunu söylüyorum. Ulemanın bizzat kendisinin dinî öğretilerin anlamlarına dair eğitilmeleri gerekiyor. Bu çok önemli bir konu ve artık uyanmaları gerekiyor. Çünkü uyanırlarsa çok büyük bir fark yaratabilirler.
Siz de bu doğrultuda Türkiye’den Prof. İbrahim Özdemir olmak üzere farklı ülkelerden çeşitli akademisyenlerle bir deklarasyon hazırladınız. Bu metinden beklentiniz nedir?
Böyle bir girişim için zamanlama çok doğru. İklim ve çevre konularında gerçekten yaşananları anlamaya yönelik bir hareket oluşturmaya çalışıyoruz. Umuyoruz ki durum değişecek. Bu çok zor değil. Çok büyük alimlere, önemli üniversitelerde araştırma yapılsın diye büyük burslara ihtiyaç yok. Metinde bazı ayetleri alıntıladık. Bunları okuyunca gerekli bağlantıyı kurabilirsiniz. Ulemanın bu sürece dahil olmasını, camilerde Cuma hutbelerinde bu metnin okunmasını istiyoruz. Çünkü her bir insan ya sorunun ya çözümün parçasıdır. Biz de ulemaya soruyoruz: “Siz hangi taraftasınız? Bilim insanları hepimizin sorumlu olduğunu söylüyor. Bunun farkında mısınız? Küresel ısınmayı iki dereceyle sınırlandırma hedefini biliyor musunuz?”. Bu doküman üzerinde aylardır çalışıyoruz. Müslümanların bu tartışma konularında varlığını göstermesi gerektiğini hissettik, çünkü bu konu bir bütün olarak insanlıkla alakalı. Ve Müslümanlar olarak dünya nüfusunun %25’ini oluştururken, dünyaya %25’lik değil, ancak %0,000001’lik bir katkı yapıyoruz. Bu katkıyı artırmamız lazım. Uyuyan bir dev var. Papa yaklaşık 190 sayfalık son derece önemli bir metin yayınladı. Bizimki sadece 10 sayfa olacak. Herkesin onu okumasını istiyoruz. Amaç bu metnin, dünyadaki bütün camilerde okunması. Bu metni öncelikle bir eğitim materyali, ikincisi de harekete geçmeye yönelik bir çağrı olarak görüyoruz.
Biraz da projelerinizden bahsedelim. Özellikle Zanzibar’da önemli bir başarı elde ettiniz…
Proje balıkçılarla ilgiliydi. Mercan kayalıklarında dinamitle balıkçılık yapıyorlardı. Küçük bir miktar balık için, geleceğin gıda kaynaklarını yok ediyorlardı. Ve Doğayı Koruma Vakfı (WWF) gibi örgütler bu konuda çalışıyor ama hiç ilerleme sağlayamıyorlardı. Çünkü çok seküler biçimde yaklaşıyor, teknik bilgiler veriyorlardı. 1999’da Zanzibar’a davet edildik. O dönem Kur’an, Yaratılış ve Muhafaza Etme adında bir eğitim materyalleri dizisi hazırlıyorduk. Zanzibar bizim pilot projemiz oldu. 24 saat içinde balıkçıları dinamit kullanmamaya ikna ettik. Diğer örgütler buna çok şaşırdı. Bütün fark bir davranış değişimiyle alakalıydı. Kur’an’dan birkaç ayetle balıkçıları, denizlerle, kasabalarıyla, halklarıyla ilişkilendirdik. Bir balıkçı “devletin kanunlarını bozabiliriz ama Allah’ın kanunlarını bozamayız” dedi. Çünkü sonuçta Allah’ın bize verdiklerini korumak zorundayız. Bu bizim için temel bir örnek. Eğitim kaynaklarını geliştirerek insanları benzer şekilde eğitiyoruz. Henüz Türkiye’ye gidemedik ama inşallah gideriz. Böyle basit tekniklerle, iki günlük çalıştaylarla yaratılış ve doğaya dair basit bilgiler vererek insanların davranışını değiştiriyoruz. Sonuç karşınızda!
Son derece etkileyici… Benzer örnekler var mı?
İki örnek daha verebilirim. Biri Endonezya’daki Cava adasında uyguladığımız “Ağaçlar İçin Okul” projesiydi. Medreselerde bazı dersler verdik, çocuklar ormancılarla ağaç dikti. Programla bilime ve Kur’an’a dair pek çok bilgiyi bir arada verdik. Diğerinde İslami Yardım (Islamic Help) adında bir örgütle çalışıyoruz ve Tanzanya’da yetimler için eko-kasabalar oluşturmaya çalışıyoruz. Ama maalesef şunu söylemeliyim ki biz hâlâ temelde gönüllü bir örgütüz. Müslüman dünya bize fon sağlamak konusunda istekli görünmüyor. Kaynağımız olsa bunun 100 katını yapabilirdik. Yapabiliriz çünkü sorunların yanıtlarını biliyoruz.
Sizin gibi insanlar devletleri de bu sürece dahil etmek için çalışıyor. Ancak kamu kurumlarını bu tartışmalarda gördüğümüz pek söylenemez…
Küresel olarak söyleyebilirim ki devletler büyük oranda sekülerdir. Devletler iddialı konuşmalar yapabilir ama sonuçta güçle, kendi güçleriyle ilgilenirler. Bu yüzden Kyoto’dan bir sonuç çıkmadı. Çünkü devletler vatandaşlarının yaşam standartlarını artırmak için büyüme oranlarını korumak istiyor. Yaşam standartlarını sonsuza kadar artıramayız. İnsanların, özellikle siyasilerin dünyanın bir sınırı olduğunu kafalarına sokmaları gerekiyor. Kaynaklar bir gün bitecek. Siyasileri etkileyen de, seçmenlerin kendileridir, onları oy ile yönlendirebiliriz. Dolayısıyla bence hepimiz sorumluyuz. Sadece siyasileri suçlayamayız. Siyasilerden yüksek hayat standardı istiyoruz. Aydınlanmadan, Sanayi Devrimi’nden bu yana ekonomik paradigmalar değişti, dünyayı istediğimiz zaman açıp kapatacağımız bir kaynak, bir makine olarak görüyoruz. Bu anlayışı değiştirmemiz gerekiyor.
Son olarak Türkiye’nin pozisyonuna dair ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’ye dair çok bir bilgim yok. Ama tarihini göz önünde bulundurarak Türkiye’nin liderlik yapabileceğini söyleyebilirim. İslam dünyasında hâlâ çok büyük saygı görüyor. Deklarasyonu İstanbul’da açıklamamızın bir sebebi de bu. Demokratik yöntemlerle seçilen bir siyasi sisteme sahip; büyük oranda Müslüman ve bir köprü gibi. Bence Türkiye her nereye giderse İslam dünyası da oraya gidecek. Bugün dünya çok tehlikeli bir dönemden geçiyor. Sadece Ortadoğu politikalarından, Batı ve İslamın ilişkisinden bahsetmiyorum. Genel olarak insanlıktan, kendimize ve doğaya yaptıklarımızdan bahsediyorum. Bu açıdan, esas önemli olan bugün dünyamızda olan bitenlere ve gerekli değişikliklere dair ahlaki temele sahip olmak. Ve Türkiye bu konuda liderlik yapabilir. Öte yandan Türkiye’nin aynı büyüme politikasını uygulaması beni kaygılandırıyor. Bu röportajın okuyucusuna, bunun tek yol olmadığını söylemek istiyorum. Çünkü bu İslami değil, sürekli büyüyüp dünyadaki bütün kaynakları tüketemezsiniz. Başka modeller mümkün. Çin, Hindistan, ABD, Brezilya’nın büyüme modelini takip ediyoruz. Biz ancak diğerlerini takip edebiliyoruz. Yani diyorum ki hadi Türkler, liderlik yapın!