Kasım ayında çok sayıda hayat kaybına neden olan terör olaylarıyla sarsılan Paris, geçen ay COP21 Zirvesi’ne ev sahipliği yaptı. Zirveyi yerinde, Paris’te izleyen Dış Haberler Editörümüz Zeynep Heyzen Ateş, “Her sabah kalkıp sokağa çıktığınızda ilk gördüğünüz şeyin asker olması kadar ağır bir duygusal, zihinsel yük olamaz” diyor ve bu yazısında sokağın sesini duyuruyor bize…
Zeynep Heyzen ATEŞ
Kasım ayı EKOIQ Dış Haberler ekibinden Zeynep Heyzen Ateş ve Reuben Simpson olarak bizim için, bilim insanlarının ağırlıklı olduğu çok verimli bir ekoloji konferansıyla başladı. New Zealand Royal Ecology Society tarafından bu yıl Christchurch’te düzenlenen bu akademik girişim, iklim değişikliği kendini hissettirirken flora ve faunanın korunması gibi başlıklar ve Hakatere’ye yaptığımız leziz bir araştırma gezisini de içeriyordu (Önümüzdeki aylarda bununla ilgili yazıyı da bu sayfalarda okuyacaksınız). Konferans sonrası Paris’e geçmeden önce kışlıklarımı almaya Türkiye’ye döndüğümde -haliyle yaz mevsimindeki güney yarımkürede paltosuz ve çizmesizdim, Paris’te ise kışların en korkuncu yaşanmaya yeni başlamıştı- konferans öncesi yaşanan terör olaylarından ötürü tedirgin olsam da gezegenin geleceği adına umutluydum. Ayrıca Paris, Sartre’ın, Baudelaire’in, Camus’nün şehri, Avrupa’daki evim dediğim yerdi ve arkadaşlarım beni bekliyordu. St.Ouen, L’Impasse de Juif’e “el koyup” yaptığımız sebze bahçesinin durumunu, ben ayrılırken bitmek üzere olan halk evinin son halini merak ediyordum.
Etmez olaymışım. “Dakika bir gol bir” derler ya, COP21 zaten öyle başladı. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin “ABD verdiği hiçbir sözü tutmak zorunda değil” dediği e-posta basına sızmış, haliyle “Ee, niye buradayız öyleyse” havası esmeye başlamıştı. Kayıt ve diğer işlemler belki de bir gün erken gidenlerden olduğumdan bu çapta bir organizasyondan beklenmeyecek kadar kolay geçti. Le Bourget tren istasyonundan alana ulaşım sorunsuzca çözülmüştü, ya da görece sorunsuzca diyelim.
Güle Güle Tuvalu
Dergimizin bu sayısında pek çok yazarımızdan Paris’i, anlaşma metnini ve değerlendirmeleri okuyacaksınız. Konferanstan ne çıkacağı konusunda çok umutsuz olanlar, “Bu kadar ülkenin bir konuda olsun uzlaşabilmiş olması önemlidir” gibisinden açıklamalar yaptı, halkın moralini bozup konferansın içini hepten boşaltmak istemeyenler “Beklediğimizden iyi sonuç alındı” demeye getirdi. Ben eyleme dökülmüş halini görmeden konuşmamayı tercih edenlerdenim. Anlaşmalar ancak uygulanabilirlikleri ölçüsünde gerçekçi ve önemlidir. İlk okuduğumda da uygulansa bile “Güle güle Tuvalu” diye geçirdim içimden (Sular yükseldiği için batacak ilk ülke, batıyor zaten). Ülke ülke bakıldığında Çin de benim açımdan umut vericiydi. Ülke içinde ve uluslararası projelerde atabilecekleri en ekoloji dostu adımları atıyorlardı. İpek Yolu’na tren rayları döşeme projesi en güzel örneklerden zaten. Böylece nakliyat elektrikli trenlerle Çin’den Avrupa’ya, hatta Afrika’ya ulaşabilecek.
O Paris Benim Paris’im Değildi
Ama sabrın da bir sınırı var. Beşinci gün bastım İstanbul’a döndüm. O Paris benim Paris’im değildi. St. Ouen’deki bahçe talan edilmiş, azınlıkların oturduğu mahallelere, banliyölere askerler konulmuştu. Le Bourget’ye gittiğimizde şık, pırıl pırıl güvenlik kuvvetlerini görüyorduk ama gerek metroya bindiğinizde ortalıkta dolaşan polisler, gerek ürkütücü silahlarıyla askerler tam bir travmaydı. İnsan güne “güvendeyim” diye değil, korkuyu hissederek başlıyor. Her sabah kalkıp sokağa çıktığınızda ilk gördüğünüz şeyin asker olması kadar ağır bir duygusal, zihinsel yük olamaz. Fiyatı uygun olduğu için şehrin biraz dışında kalan bir daire kiralamıştım airbnb.com’dan, keşke otelde kalsaymışım dedim. Merkez, görüntü olarak bu kadar feci değildi ama illa bir şey söylenecekse içinden geçtiğimiz dönemin gerçeklerinin reddedilemez şekilde karşıma konduğu bir durum yaşadım diyebilirim. Kendime ve bir gazeteci olan arkadaşım Daniel’a aynı soruyu sordum: Paris buna nasıl izin veriyor? “Üç ay önce olsaydı vermezdi” dedi. Gazeteler askerlerin “Müslümanları (işyerlerini) Fransızlardan korumak için konduğunu” söylüyor ama bunu söylerken ne kadar ürkütücü bir ayrımla konuştuklarını fark etmiyorlardı. Müslüman dediği adam Fransız değil miydi? Cezayir doğumlu Camus’yü Fransız saymayan zihniyetin daha ürkütücü dışavurumları işte (Paris’te bunlar olurken Türkiye Gollum için bilirkişinin arandığı günler geçiriyordu). Şık takım elbiseleri içinde ipek masa örtüsünde tabağı 200 euroluk yemeklerini yerken -fotoğrafı yayınlandı gazetelerde, sembolik konuşmuyorum- politikacılar “Ne yapsak da şu 2 derecenin altında kalsak” diye sohbet ediyorlardı herhalde…
Pazar günü ise seçimler vardı. Yoksulluk rakamları açıklanacaktı. Aşırı sağcıların kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu (Öyle de oldu, ben bu yazıyı yazarken seçimin ikinci ayağında Le Pen kazanmasın diye tüm partiler işbirliği içinde seçime gidiyor. Yani bölgede kimin adayı Front National karşısında en çok oyu almışsa o kalıyor, diğer adaylar çekiliyor). İşsizlik rakamı son 20 yılın zirvesindeydi, %10 sınırı aşılmıştı. Varoşlar-banliyöler böyle bir durumda sokağa dökülür müydü? “Asker oldukça hayır” dedi Daniel. Haklı çıktı, dökülmediler.
Ben de yaz mevsimini ve güneşli günleri erken getirmenin başka yolunu bilmediğimden, tüm biletlerimin tarihlerini değiştirip, gerekli iade işlemlerini yapıp, Uzakdoğu seyahatime başladım.
Auckland’dan sevgilerle…