Bugüne kadar Japonya’da olan depremler bizim için küçük haberler oldu. Japonya aynı bizim gibi bir deprem ülkesiydi ama çok uzun zaman önce gerekli tedbirlerini de almışlardı. Çok büyük depremleri hiç can ve mal kaybı olmadan sükunetle atlatmalarını, biraz da iç geçirerek yıllarca televizyonlardan izledik. Ancak 11 Mart 2011 Cuma günkü durum tamamen farklı bir biçimde cereyan etti. Sendai kentinin 130 km doğusunda meydana gelen depremin şiddeti 9’du. Bu Japonya için bile büyük bir rakamdı. Bu şiddetteki depremden sonra dünyanın dönme hızının arttığını; günün 1,8 mikrosaniye kısaldığını; gezegenin ekseninde de 20 santim kayma olduğunu söylersek meramımızı anlatmış oluruz herhalde. Depremden hemen sonra okyanusta en az 3 metre yüksekliğinde bir tsunami oluştu. Pasifik levhası olarak anılan bölge 20 metre batıya fırlarken, kuzeydoğu Japonya’nın bazı kısımları 2,4 metre doğuya kaydı. Ülkenin tapu kadastro ağı birçok noktada altüst oldu. Deprem sonrası meydana gelen tsunami, Fukuşima sahilini vurduğunda yüksekliği 10 metreyi bulmuştu. BBC ’ye göreyse tsunaminin boyu 15 metreye erişmişti. Fukuşima I ve Fukuşima II santrallerinin tsunamiye dayanma sınırıysa 6 metreydi.İletken tuzlu su, reaktörün tesisatına sızdı. Santralin soğutma sistemleri felç oldu. Yedek batarya sistemleri devreye sokularak santralin çekirdeğinin soğutulabilmesi için bir sekiz saat daha kazanılmış ama yetmemişti. Yedek bataryalar da tükenince esas sorun başladı. Soğutulamayan kalpler ısınmaya başladı. Reaktörlerin kazanları patlarsa ve çekirdekler erirse esas sorun o zaman başlardı. Bu yüzden soğutma işleminin devam edebilmesi için çaresiz deniz suyu kullanıldı. Takviye olarak bölgedeki yerel bir barajdan da su taşınmaya başlanmıştı. Buna rağmen soğutulmaya çalışılan reaktörlerde patlamalar meydana geldi. Patlamalardan sonra üç reaktörün çekirdeğinde kısmi erime meydana geldiği söyleniyor. Sonunda yetkililer uzun süre direndikten sonra kaza alarm seviyesini 7’ye kadar yükselttiler. Durumun vahametini anlamak açısından, bu değere bugüne kadar sadece Çernobil kazasında ulaşıldığını hatırlatalım. Başta Greenpeace olmak üzere birçok çevre kuruluşu Japon hükümetinin bu kararı almakta çok geç kaldığını düşünüyor. Sonunda santrale tekrar güç verildi ama soğutma pompaları henüz devreye sokulmadı çünkü tsunami yüzünden zarar gören birçok pompanın değiştirilmesi gerekiyor. Bu yüzden santralin kendi soğutma sistemi hâlâ çalışmıyor. Soğutma için baraj ve deniz suyuna ek olarak Fukuşima santraline havadan helikopterle de su püskürtülüyor.
Santraller depreme dayanıklı mı?
Japonya’daki nükleer santrallerle ile ilgili kritik ve dramatik başka bir belgeyi de, medya dünyasının yeni yıldızı Wikileaks yayınladı. Wikileaks’e göre Japonya, nükleer santrallerindeki güvenlik zaafları sebebiyle uzun zaman önce Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) tarafından uyarılmıştı. UAEK’den bir yetkili, Aralık 2008’de Japon hükümetine, nükleer santrallerdeki güvenlik standartlarının çağın gerisinde kaldığı ve şiddetli bir depremde ciddi sorunlar yaşanabileceğini söylemişti. ABD Dışişleri Bakanlığı yazışmalarında orta çıkan bir belgeye göre ismi belirtilmeyen bir UAEK yetkilisi, Japonya’da nükleer santrallerin depreme dayanıklılığının geçen 35 yılda sadece üç kez kontrol edildiğini söylüyordu. Belgelerde ayrıca, ülkenin batısındaki bir nükleer santralin güçlü depremlere dayanıklı olmadığı gerekçesiyle mahkeme tarafından kapatılma kararına Japonya hükümetinin karşı koyduğu ortaya çıktı.İngiliz Daily Telegraph gazetesi ortaya çıkan bu yazışmaların, 1971’de hizmete giren Fukuşima nükleer santralindeki kriz konusunda kararlı bir tutum sergileyememekle suçlanan Başbakan Naoto Kan üzerindeki baskıyı artıracağı yorumunu yaptı. Fukuşima kazası tam da nükleer enerji üzerine hareketli tartışmaların yaşandığı bir döneme denk geldi. Saygın Alman haber dergisi Der Spiegel, “Nükleer Çağın Sonu” kapak anonsuyla çıkarken, birçok saygın bilim insanı da özellikle iklim değişikliği kapıdayken enerji tedarik sistemi içinde nükleerin yerini tekrardan tartışmaya açıyordu. Aslında iflah olmaz nükleer taraftarları ve lobileri dışında, nükleerin küresel ısınma açısından önemli bir enerji kaynağı olarak görülebileceğine dair tez ve tartışmanın ilk işaret fişeği uzun zaman önce, 2004 yılında James Lovelock tarafından atılmıştı.
Çevre Hareketinde Nükleer Tartışması
Akademik kariyerinin çok büyük bir bölümünü NASA’da geçiren ve Gaia Teorisi ile çok değişik tonlardaki çevrecilerin gönlünü kazanan Lovelock tarafından icat edilen elektron çekim (capture) dedektörü daha sonra koloroflorokarbonların ozon delinmesine olan katkısının araştırılmasında kullanıldı. Lovelock aynı dönemlerde Mars gezegeninin yapısıyla da yakından ilgilendi. Dolayısıyla Lovelock’un en büyük ligi alanlarından biri gezegenin yapısındaki karbondioksitin seyri oldu. Lovelock 2004 yılının Mayıs ayında küresel ısınmanın olası yıkıcı etkilerini şöyle anlatıyordu: “Grönland’da eriyen buzullar sel olup Kuzey Buz Denizi’ne akıyor. Grönland’daki buzulların erimesine biraz daha zaman var ama süreç tamamlanıncaya kadar deniz seviyesi yedi metre kadar yükselmiş olacak. Venedik, Kalküta, New York, Tokyo ve Londra gibi deniz seviyesinde bulunan şehirler yaşanılamaz hale gelecek. Sadece iki metrelik bir yükselme bile Florida’nın güneyinin sular altında kalmasına yetecek.”
“Bir Elli Yılımız Daha Yok”
James Lovelock işte bu acil krize çözüm olarak nükleer enerjiyi gündeme getiriyordu: “Altı milyarlık bir nüfus artmaya devam ederken sadece su, dalga, rüzgâr ve güneş enerjisiyle, var olan ihtiyaçlarımızı karşılayamayız. Eğer bir 50 yılımız daha olsaydı bu seçenekleri ana kaynak olarak kullanabilirdik ama ne yazık ki bir elli yılımız daha yok.” James Lovelock, yine 8 Ağustos 2004’te Independent gazetesine yazdığı bir makalede insanların sürekli olarak belli bir dozda radyasyona maruz kaldığını hatırlatıyor. Lovelock’a göre Çernobil’den sonra bölgenin tahliye edilmesi zorunluluğunu getiren, radyasyon miktarının güvenlik eşiğini geçmiş olmasıydı. Üstelik bölge tahliye edildikten ve radyasyon seviyesi normale indikten sonra Çernobil’de doğal yaşam tekrardan canlanmıştı. Lovelock nükleer karşıtı çevrecilere de sitem ediyor ve şunları söylüyordu: “Yeşilci lobilerin önceliği küresel ısınma olmalıydı ama onlar hâlâ dünyanın kendisine yönelik tehditlerden çok insanlara yönelik tehditlerle ilgileniyorlar.”
Bütün Dünya Disiplini (Whole Earth Discipline) kitabının yazarı Stewart Brand ise yıllardır çevreci kimliğiyle bilinen bir akademisyen. Kendi tabiriyle on yaşından beri çevreci. Brand, Bütün Dünya Disiplini teorisinde hem yoğun nüfuslu şehirlerin, hem de nükleer enerjinin bir gereklilik olduğunu düşünüyor. Brand, artık 1970’lerin çevreci söylemlerinin neden işe yaramadığınıysa şöyle açıklıyor: “Biz o zamanlar şehir hayatından nefret ederdik. Artık günümüzde yeşil şehirleri konuşuyoruz.” Brand’a göre özellikle kırsal bölgelerde yaşayan insanlar hareketin olduğu bölgelere, yani büyük şehirlere gidiyor. Bu görüşü birçok şehircilik ve demografi uzmanı da paylaşıyor zaten.
Brand özellikle Hindistan’da insanların yoksulluktan bu şekilde kurtulabildiğini savunuyor. Israrla şehir yaşantısından vazgeçilemeyeceğini vurgulayan Brand, “Şehir hayatı demek yedi gün, 24 saat mesai demektir. Yazları serin, kışları sıcak geçirebilmek için ise çok fazla elektriğe ihtiyacımız olacak” diyor. Brand nükleerin neden gerekli olduğuna dair teorisini dört ana madde üzerine kuruyor. İlk aşama olan üretim maddesine göre güneş ve rüzgârın haddinden fazla kesintili bir güç kaynağı. Birçok bilim insanı gibi Brand da güneş battığı, rüzgâr kesildiği zaman kesilen enerji arzının önemli sorunlar yaratabileceğini vurguluyor. Brand ikinci olarak, rüzgâr ve güneş sistemlerinin dünya üzerindeki ayak izinin nükleerden çok daha fazla olduğunu savunuyor. Brand yaklaşık 1 gigawattlık güneş ve rüzgâr santralinin 250 mil kare (647 kilometrekare) alan kapladığını hatırlatıyor ve Kaliforniya Mojave Çölü’nde kurulan güneş santralini örnek veriyor: “Mojave oldukça yeşil bir alandı ama yeşil enerji kurulabilmesi bölgedeki ağaçlar mecburen tahrip edildi.”
Brand’in nükleer enerji savunusunun üçüncü ayağı ise, diğer birçok nükleer taraftarı bilim insanı gibi, seragazları salımını azaltabilmemiz için seçeneklerimizi çoğaltmamız gerektiği. İnsanoğlunun dünyadaki yaşamının yaklaşık bir on bin yıl daha sürebilmesi için hem seragazı salımları mızı azaltmamız hem de belli bir medeniyet çizgisini korumamız gerektiğini hatırlatan Brand, bu anlamda enerji kaynaklarımıza yenilenebilir kaynaklar ve hidroelektriğin yanı sıra nükleeri de eklememiz gerektiğini savunuyor. Steward Brand dört nokta teorisinin son halkasında ise nükleerin rekabet sorununu gündeme getiriyor ve hükümetleri eleştiriyor. Hükümetlerin yanlış politikaları yüzünden nükleer enerjinin pazarda rekabet edemediğini savunan Brand ekonomileri merkezden idare edilen Çin, Hindistan gibi ülkelerin nükleere daha çok yatırım yaptığını hatırlatıyor. Özellikle Steward Brand’in bu tezlerine cevaplar, bizim için oldukça tanıdık bir araştırmacıdan, hibrid araçları n mucidi ve Rocky Mountains Institute’un kurucusu Amory Lovins’den geldi. Hangi Güç Kaynağı Kesintisiz ki! Rüzgâr ve güneşin fazla kesintili bir güç kaynağı olduğuna dair tezle ilgili Amory Lovins şöyle diyor: “Dünyanın hiçbir yerinde kesintisiz güç kaynağı diye bir şey yoktur. Kömür nükleer, rüzgâr veya güneş fark etmez. Güneş ve rüzgârın durumu nasıl hava koşullarına ve gece gündüz koşullarına göre değişiyorsa kömür santrallerinin ve nükleer santrallerin de duraklama periyotları vardır. Prensip olarak arada bir fark yoktur. Diğerlerinden farklı olarak rüzgâr ve güneş enerjisinin kesintiye uğrama sebepleri daha fazla öngörülebilir. Bu kesintilerin sebep olduğu arızaların giderilmesi de çok daha kolay ve ucuzdur.” Lovins’in nükleer enerji ve diğer yenilenebilir kaynakların ayak izi hesaplanırken kullanılan metoda da ciddi itirazları var. Lovins’e göre arazi kullanımı kilowatt/saat başına üretilen enerji miktarına göre hesaplandığında, örneğin rüzgâr enerjisinin kapladığı alan, nükleerin kapladığı alanın binde birine kadar düşebiliyor. Brand’in enerji karması oluşturmak gerektiğine dair argümanı diğer birçok bilim insanı tarafından da paylaşılıyor. Küresel ısınmayla mücadele için seçenekleri çoğaltmamız gerektiği fikri çok sayıda araştırmacı tarafından kabul görüyor.
Öte yandan Amory Lovins bu şekilde düşünmüyor ve enerji bagajımızın içine her şeyi tıkıştırmanın mümkün olmadığı ve bazı seçimler yapmamız gerektiğini savunuyor. “Bazı seçenekler diğerlerinden daha az etkindir ve yatırım yapmaya değmez” diyen Lovins küresel ısınma üzerine endişeli olanların tam da bu yüzden daha mantıklı yatırımlar yapmaları gerektiğinin altını çiziyor. Son olarak Amory Lovins, Brand’in pazar rekabeti üzerine çıkarımını kabul etmiş gözüküyor. Nükleer enerji gerçekten de serbest pazarlarda rekabet edemiyor. Lovins’e göre bu durumun sebebi, diğer alternatiflerin serbest pazarlarda kendilerine gerçek bir rekabet alanı bulabilmeleri. Çin, Hindistan ve Güney Kore gibi devletin ağırlığını koyduğu, merkezi olarak belirlediği piyasa oluşumlarındaysa, bu sefer diğer alternatifler pazarda kendilerine serbestçe yer bulamıyorlar.
Nükleer enerjinin geleceği konusunda tereddütlü araştırmacılardan biri de, “Yeşilden Altına” kitabıyla tanıdığımız Andrew Winston. Nükleere karşı çıkışında iki temel gerekçe gösteriyor Winston. İlk olarak Winston, nükleerin özellikle enerji verimliliği kıstaslarına göre, çok pahalı bir seçenek olduğunu savunuyor. Lovins’in Brand’a cevabına da referans veren Winston temel olarak rüzgâr, güneş ve jeotermal gibi kaynakların bedava oluşundan yola çıkıyor. Winston’un sorduğu ikinci önemli soru ise şu: Şu anda mevcut olan yenilenebilir teknoloji seçeneklerine rağmen biz hâlâ devasa (kömür, gaz, nükleer fark etmez) merkezi santraller kurmaya mecbur muyuz? Evlerin çatılarına, arabalara yerleştirilen güneş panelleri, mahallelere dikilen rüzgâr türbinleri, jeotermalle ısıtılan bölgeleri hatırlatan Winston, dağıtılmış enerji sistemlerinin, merkezi üretimde dağıtım sırasında yaşanan devasa enerji kayıplarına göre önemli bir avantaj sağladığını vurguluyor. Winston son olarak eski CIA başkanı James Woolsey’nin nükleer santrallere yönelik terörist saldırı endişesini sadece farazi bir komplo teorisi olarak almamak isabetli olabilir diyor. Dünya 2009 yılında enerji ihtiyacının yüzde 14’ünü nükleer enerjiden karşılıyordu. 2011’e gelindiğinde ise 47 ülke nükleer enerji üretmeye başladı veya başlamak üzere. Mart 2011 itibariyle ise üretimde olan 62, tasarım aşamasında olan 158 ve gelecekte yapılması önerilen 324 nükleer santral var. Dolayısıyla nükleer enerji hâlâ dünya devletlerinin gündeminde. Öte yandan Fukuşima’nın ardından Çin nükleer yatırımlarını tekrar gözden geçireceğini açıkladı. Almanya eski santrallerini kapatma kararı alıyor (Kamuoyu gözlemcileri, son nükleer felaketin, Almanya seçimlerinde Yeşillerin oylarını kayda değer biçimde artırdığına da dikkat çekiyor). Dolayısıyla dünyanın bitmez tükenmez enerji ihtiyacının nasıl sağlanılacağı ve burada nükleer enerjinin yerinin ne olacağı daha uzun süre tartışılacak gibi. Brand-Lovelock-Amory Lovins tartışması nın da tekrar ateşlenebileceği de tahmin edilebilir. Ama Fukuşima felaketinden sonra bu tartışmanın hangi kefesinin ağır basacağını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Çünkü bu dünyada hayattan daha değerli hiçbir şey yok…
Kılavuzda Yazmayan Kazalar
“İsveç’in merkezindeki Forsmark Nükleer Santrali’nin dışında bakım yapmakta olan elektrik teknisyenleri, 2006 yılının 15 Temmuz günü, öğle vakti tam olarak saat 13:19’da, tali ünitelerden birinde kısa devreye sebep olur…” Der Spiegel’de yıllarca çevre ve enerji konularında çalışmış olan Gerd Rosenkranz Forsmark kazası nedeniyle yaşanan korku ve dehşet dolu 22 dakikayı anlatırken söze böyle başlıyordu. Acil durumlarda reaktörün kontrol ve acil durum soğutma sistemine güç sağlamakla yükümlü dört jeneratörün ikisi çalışmadı. O meşum Salı günü acil durumun en kritik anlarında kontrol odasındaki ekranlar 22 dakika boyunca karanlıkta kaldı. Reaktörün çekirdeğinde neler olduğunu kimse bilemiyordu. Teknisyenlerden biri marş düğmesine elle basana kadar bu gerilimli kör uçuş devam etti. Jeneratörler çalışmaya başladığı anda her şey normale döndü. Kimseye bir şey olmamıştı ama büyük bir kaza ucuz atlatılmıştı. En azından bir Three Mile Island, Çernobil veya Tokaimura vakası yaşanmamıştı. Forsmark kazasına sebebiyet veren arıza hiçbir talimatnamede yer almıyordu. Benzer bir detayı Prof. Dr. Tolga Yarman Vatan gazetesi muhabiri Mine Şenocaklı’ya verdiği röportajda da hatırlatıyordu: “Bu özel kazalar bütün güvenlik önlemlerinin dışında, havsala ötesinde gerçekleşmiştir”. Dolayısıyla Three Mile Island, Çernobil, Tokaimura… Bu kazalara sebebiyet vermiş olan güvenlik açıkları ve (veya) arızalar hiçbir el kitabında yazmıyordu. Peki, ne olmuştu?
Lambalar Yanmayınca…
Dünyadaki ilk ciddi büyük nükleer kaza Three Mile Island kazasıydı. Bu kaza hâlâ ABD’nin başına gelen en büyük nükleer felaket olarak anılıyor. 28 Mart 1979’da meydana gelen kazada Three Mile Island nükleer santralinin TMI-2 reaktörünün soğutma suyu pompaları arıza yaptı ve durdu. Bu arızadan dolayı sıcaklığı uzaklaştıran buhar jeneratörleri de çalışmadı. Önce türbin sonra reaktör otomatik olarak durdu. Tesisin nükleer bölümündeki basınç artmaya başladı. Basıncın artmasına engel olmak isteyen operatör, basıncı düşürebilmek için emniyet valfını açtı. Buraya kadar her şey normal seyrinde gidiyordu. Bir arıza çıkmış ve tedbir alınmıştı ancak küçük bir sorun daha vardı: Basınç belli bir seviyeye indikten sonra emniyet valfının otomatik olarak kapanması gerekirken kapanmadı ve valfın açık olduğunu göstermekle yükümlü lambalar yanmadı. İşte bu olanlar öngörülememişti. Bütün bunlara ek olarak reaktör çekirdeğinin soğutma suyu dışarı akarak çekirdeğin ısınmasına yol açtı. Çekirdekteki su seviyesini gösteren bir gösterge yoktu. Bu yüzden operatörün su seviyesini basıncın yüksekliğine göre tayin etmesi gerekiyordu. Ancak bir sorun daha vardı. Basınç normal gözüküyordu. Dolayısıyla çekirdekteki soğutucu sıvı seviyesinin de normal olduğu sanılıyordu. Yüksek ısıdan dolayı ikaz alarmı verildiğinde, sebebin soğutucu azlığı olduğu hiç akla gelmemişti ve yapılan bir dizi işlemle soğutucu miktarı daha da azaltılmıştı.
Temizlik Görevlisi Pompaları Açmayı Unutunca
Su pompaları nükleer santrallerdeki ısınma miktarını kontrol eden en önemli aksamlardan biri. Three Mile Island’da bu pompalardan üç tane vardı. Amaç biri bozulunca öbürünün devreye girmesini sağlayabilmekti. Oysa bu santralde ardı ardına devreye sokulan her üç pompa da devreye girmedi. Bu aksaklığın sebebi ise, santralin temizlik ve bakım görevlilerinin 42 saat önce yaptıkları kontroller sırasında her üç su pompasını da kapattıktan sonra açmayı unutmuş olmalarıydı. Three Mile Island kazası kimsenin burnu kanamadan atlatılmıştı ama nükleer enerjinin ne kadar güvenliği olduğuna dair ilk şüphe bulutları da ortaya çıkmaya başlamıştı. Felaketin esas büyüğüyse Çernobil’de yaşandı.
Başarısız bir Deneyden 20. Yüzyılın En Büyük Kazasına
Fukuşima’nın diğer yan etkileri henüz ortaya çıkmadı ama nükleer kazalar tarihinde en büyük ve vahim kaza herhalde Çernobil kazasıydı. Her şey 26 Nisan 1986’da nükleer santralde elektrik kesintisi durumunda reaktörün otomatik sistemler ile soğutulmasının devam edip etmeyeceğinin bir deneyle test edilmesine karar vermekle başlamıştı. Buna benzer bir test daha önce denenmiş ama başarısız olmuştu. Deneyin amacı şebeke elektriğinin kesilmesi durumunda türbinin yavaşlayıp durmadan, acil durum dizel jeneratörleri devreye girinceye kadar, acil durum sistemiyle reaktör soğutma pompalarına yeterli gücü sağlayıp sağlayamayacağının belirlenmesiydi. Deneyin yapılabilmesi için reaktörün gücü kademeli olarak düşürüldü. 1000 megavatta sabit tutulması gereken reaktörün gücü tuhaf bir hatalar zinciriyle 30 megavata kadar düşürüldü. Deneyin sonucunu görebilmek için acil durum reaktör soğutma sistemi de elle iptal edildi. Yaptıkları hatayı fark eden operatörler gücü 1000 megawatt’a yükseltebilmek için hayati öneme haiz, çalışması gereken sistemleri devre dışı bıraktı.
Yüksek ısı yüzünden önce yakıt boruları eridi ve peş peşe iki ayrı patlama meydana geldi. Patlamalar sonucu reaktör çekirdeği açığa çıktı. Çernobil felaketi 20. yüzyılın en büyük nükleer kazasıydı. Reaktörde meydana gelen patlamadan sonra Hiroşima’ya atılan bombanın 100 katı kadar radyasyon ortaya çıktı. Radyasyon bulutları Türkiye’yi de etkilemişti. 2005 yılının Eylül ayında Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi işbirliğiyle yapılan taramalarda 1939 evde yaşayan 7 bin 831 kişi üzerinde araştırma yapıldı ve 76 kanser vakası tespit edildi. Hopa ilçe merkezindeki Sağlık Ocağı’nın kayıtlarına göre 2003 yılında meydana gelen 38 ölümün 21’i, 2004’te 36 ölümün 14’ü, 2005’te 22 ölümün 11’i kanser nedeniyle gerçekleşti. Bu üç yıl içinde meydana gelen 23 ölümün nedeniyse saptanamadı. Bu istatistiklere göre Hopa’da son üç yılda gerçekleşen ölümlerin yüzde 47,9’unun nedeni kanserdi. Türkiye’de kanser sebebiyle gerçekleşen ölümlerin payı ise sadece yüzde 11. 1999 yılında Japonya Tokaimura santralinde meydana gelen kaza ise teknisyenlerin yakıt tankına fazladan uranyum koymasıyla meydana geldi. Uranyumu karıştırırken hata yapan üç mühendis tankın içine fazladan yedinci uranyum nitrat demetini eklemişti. 40 litrelik çözeltinin içine 16 kiloluk uranyum konulunca teknisyen ve işçiler yüksek miktarda radyasyon sızıntısından etkilendi. Bölgedeki radyasyon oranı normal değerin 15 bin katına çıktı.10 kilometrelik alan yasak bölge ilan edildi. 310 bin kişinin evinden dışarı çıkmasına izin verilmedi. Hatayı yapan teknisyenlerden biri hemen olay yerinde iki kişi de birkaç gün içinde öldü.
Ya Şeffaflık…
Fukuşima’yı hariç tutarsak Three Mile Island, Çernobil ve Tokaimura kazaları nükleer enerjiye olan güveni epey sarstı. En büyük sorunlardan biri de şeffaflıktı. Örneğin Çernobil kazası olduktan sonra 48 saat boyunca kazanın gerçek boyutları halktan saklanmıştı. Santralde basit bir kaza olduğu ama tedbir için insanların üç gün boyunca evden çıkmamasının isabetli olacağını söylemişlerdi. Tokaimura’da ise Japon yetkililer Tokaimura’daki işletmenin gayrı ciddi yönetildiğini çok sonra kabul edeceklerdi. Türkiye’de Çernobil’den sonra çay içen bakan görüntüleri ile ve bedava dağıtılan fındıklarla ilgili efsaneler hâlâ hafızalarda. Türkiye’de, şimdi tekrar dondurulmuş olsa da, halihazırda üç tane nükleer santral projesi var. Akkuyu’dan sonra Sinop ve İğneada (olmazsa Tekirdağ’a) nükleer santral kurulması planlanıyor. Bu üç noktadan yer lisansı alınış tek bölge Akkuyu. Üstelik Akkuyu’yla ilgili lisansın tekrar gözden geçirilip güncellenmesi gerekiyor. Bu lisans güncellenirken 300 km uzunluğundaki Ecemiş fay hattının Akkuyu’nun 20-25 km yakınından geçtiğini de hesaba katmak gerekiyor. Akkuyu dışında proje olarak sunulan diğer santraller eğer bu şekilde kurulursa “Geçmişte ve Bugün Nükleer Enerji Tartışması” kitabında Tolga Yarman’ın da belirttiği üzere dünyanın ilk kaçak santralleri olarak tarihe geçecek. Tolga Yarman bu ifadeyi sadece Sinop’ta yapılması düşünülen santral için kullandı ama İğneada’da kurulması düşünülen santralin lisansı olduğuna dair bir emare de yok. Şeffaflık demişken, ihalelerin kapalı kapılar ardında bitirilmiş olması da diğer bir sorun. Akkuyu’ya yapılacak santralin üçüncü nesil olacağı söyleniyor. Bu durumda reaktörlerin radyoaktif sızıntıya daha dayanıklı olacağı öngörülüyor. Akkuyu santralinin ayrıca 8 şiddetindeki depreme de dayanıklı olacağı belirtiliyor. Sinop ve İğneada santralleriyle ilgili detayları ise henüz bilmiyoruz. Sadece Prof. Dr. Hayrettin Kılıç’ın EKOIQ dergisine verdiği söyleşiye göre bu santrallerin dünyada bir örneği yok. Nükleer enerji muhataralı bir mesele. Kurulan santrallerin işletilmesi ciddi birikim ve titizlik gerektiriyor. Ne kadar titiz olunursa olunsun kazalar hep oluyor. Üstelik bu kazaların hiçbiri standart sebeplerden kaynaklanmıyor. Bu kazaların en büyüğü olan Çernobil’den ciddi ölçüde etkilenmiş Türkiye’nin de seçeneklerini dikkatlice araştırması ve bu araştırmanın sonuçlarını da kendi vatandaşlarıyla paylaşması gerekiyor. Kapalı kapılar ardında atılan imzalar ya da televizyonda çay içen bakanlar artık pek bir mana ifade etmiyor.
Önüm Arkam Sağım Solum Nükleer
Türkiye’nin nükleer macerası yılan hikâyesine dönerken ve tartışma büyürken, komşu ülkelerdeki nükleer tesisler gözden kaçıyor. Halbuki biz kurmasak bile, çevremizdeki bu tesisler bize her an cehennemi yaşatmaya hazır durumdalar. Dolayısıyla tartışmanın hızla uluslararası boyuta taşınmasında sonsuz fayda var.
Bulgaristan: Bulgaristan’da bulunan Kozloduy nükleer santrali 1974 yılından beri faaliyet gösteriyor. Bulgar hükümet ikinci santralini Tuna nehri kıyısındaki Belene’de kurmaya hazırlanıyor. Öte yandan Avrupa birliği Kozluduy santralinin güvenliğinden edişe ettiğinden altı reaktörün ikisi kapatıldı. İki reaktörün daha kapatılması söz konusu. Çevreci gruplar Belene’de kurulacak santralin ise deprem kuşağında olduğunu söylüyorlar.
Ermenistan: Depremler sırasında güvenlik tehlikesi arz edebilecek santraller arasında gösterilen Metsamor, Türkiye sınırının sadece 16 kilometre uzağında. 70’li yıllarda inşa edilen santralin faaliyetleri, Aralık 1988’de 25 bin kişinin öldüğü depremden bir yıl sonra durduruldu. Ancak Ermenistan’ın enerji ihtiyacının yüzde 40’ını karşılayan santral bir süre sonra yeniden devreye sokuldu. Santralin bir reaktörü devre dışı bırakıldı ama diğeri çalışmaya devam ediyor. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu, 10 yılı aşkın bir süre önce santralin güvenliğinin artırılması konusunda bazı adımlar attı. Ancak Dünya Nükleer Enerji Birliği’ne göre, bu tedbirler Avrupa Birliği ve Türkiye tarafından pek de yeterli görülmüyor.
İran: Yapımı 1975 yılından beri devam eden Buşehr nükleer santraline nihayet 2011 yılının Nisan ayında yakıt verilmeye başlandı. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad, ülkede yirmi santral daha kurulacağını söyledi.