Türkiye’deki HES Projeleri ne yazık ki kaş yapayım derken göz çıkarmaya benziyor. Fosil yakıt kullanmak yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına yöneleyim derken, hatalı HES projeleriyle, bütün bir doğal ve kültürel ekosistemin çöküşüne neden olunuyor. Başka türlüsü mümkün mü? Mümkün ama bunun için, kamu ve çevresel yararı bütünsel olarak ele alan yeni bir zihniyet gerekli…
Yenilenebilir enerji deyince bütün sorunlar çözülüyor mu? Ne yazık ki hayır… Tamam, neredeyse tüm dünya karbon emisyonlarını sınırlamanın artık bir zorunluluk olduğunu kabul ediyor. Kimi ülkeler, Sıfır Karbon ekonomisine ne zaman geçebileceklerinin hesaplarını yapıyorlar. Ancak yenilenebilir enerjinin tanımlarında ve uygulamalarında sıkı bir tartışma da sürüyor. Ülkemizde bu tartışmanın en önemli başlığı ise, hidroelektrik santraller yani HES’ler…
Türkiye’de şu anda 1600 civarında HES projesi olduğu biliniyor. Kimi uzmanlar bu rakamın 2500’e kadar çıkabileceğini ifade ediyor. Ağırlıklı olarak Karadeniz olmak üzere Türkiye’nin hemen tüm akarsuları üzerinde bir veya birden çok proje hazırlanmış; bir kısmının inşaatı başlamış, bir kısmıysa hazırlık aşamasında. Ancak akademisyenlerden çevre STK’Iarına, yerel halktan aktivistlere kadar birçok kişi ve kuruluş, bu projelerin Türkiye’nin su ekosistemIerine geri dönüIemez zararIar vereceği konusunda hemfikir. Kamu yöneticileri ve ilgili Bakanlıklarsa, bu eleştirilerin çoğununun “maksatlı” ve gereksiz olduğu konusunda ısrarlı. Peki, tartışmaların ana başlıkları neler?
50 MW’Iık HES’ler Yenilenebilir Enerji midir?
Bu konudaki tartışmanın en önemli odak noktalarından biri, HES’Ierin kurulu gücü ve ne kadarının yenilenebilir enerji tanımı içinde yer alacağı üzerine. Bu konudaki mevzuat değişikliği, anlaşmazlık noktalarının başında geliyor. Bilindiği üzere, Cumhuriyet tarihi boyunca, su kullanım hakkı genel olarak kamuya aitti. 2002 yılında çıkan bir yasa ile, su kaynaklarının tüzel kişilikler tarafından 49 yıllığına kiralanabilmeleri sağlanmış oldu. Ancak ilk çıkan yasal düzenleme, yenilenebilir enerji kapsamında değerlendirilebilecek HES’lerin kurulu gücünü 20 MW ile sınırlıyordu. 2005 yılında yapılan bir değişiklikle bu rakam 50 MW’a çıkarıldı. Ancak bütün AB ülkelerinde yenilenebilir enerji kapsamında sayılan nehir tipi hidroelektrik santrallerinin kurulu güçleri 10 MW’Ia sınırlı. HES’ler konusunda açtığı davalarla tanınan Avukat Yakup Okumuşoğlu, “Almanya’da 5 MW’a kadar kurulu güce sahip HES’ler yenilenebilir enerji sınıfına girerken; İspanya ve İngiltere’de bu rakam 10 MW’dır. Diğer Avrupa BirIiği ÜIkeIeri ise nehir tipi oIan (channel type) ancak 10 MW ve altı HES’Ieri yenilenebilir enerji kaynağı sınıfına koymaktadırlar” diyor. Okumuşoğlu, bu hatanın çok ciddi sonuçları olduğunda da ısrarlı: “10 MW ve üstü olanlar dünyanın pek çok ülke-sinde yenilenebilir enerji sınıfında sayılmazken, Türkiye’de yenilenebilir enerji sınıfına sokulmakta, böylece yenilenebilir enerji sınıfında tanımladıkları için Dünya Bankasının yenilenebilir enerjiler için kullandırdığı ucuz kredi olanaklarından yatırımcılar yararlandırılmaktadır.”
Ama tartışma ve anlaşmazlık, HES’lerin kurulu gücünün Iimitiyle de sınırlı değil. Kendisi de Çamlıhemşinli olan ve yıllardır HES’lerin verdiği zararları topluma anlatmaya çalışan Okumuşoğlu, “Kaldı ki kurulu güce göre yenilenebilir enerji ya da değil ayrımı doğru da değildir” diyor ve ekliyor: “Çünkü kurulu gücü az da olsa, çok da olsa tüm nehir tipi HES projelerinde proje üniteleri aynıdır. Kurulu gücün az olması, ya suyun debisinin düşük olmasından, ya da suyun düşüş yüksekliğinin az olmasından kaynaklan-maktadır. Yani kurulu güç yenilenebilir enerji ayrımının nedeni olamaz. Tüm nehir tipi HES’ler kurulu gücü yüksek ya da değil, aynı tip proje üniteleri ile inşa edilmekte olup, inşa sırasında yaşam alanlarına, ormanlık alanlara, dere yataklarına, sucul canlılara ve özellikle Karadeniz’deki dar vadilerde tüm ekosisteme, bu arada vahşi yaşam alanlarına çok ciddi olumsuz etkilere sebep olmaktadır.”
Peki, HES’lerin projelendirilmesinde önemli bir unsur olan ÇED’ler (Çevresel Etki Değerlendirmesi) bu tür zararların önlenmesinde bir rol oynamıyor mu? “Gerçekleştirilmesi planlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ya da olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaları” tanımlayan 1993 tarihli Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği, aslında HES’lerin denetlenmesinde önemli bir rol oynuyor. Ancak işler Türkiye’de çoğu zaman resmi belgelerde yazılı olduğu gibi işlemiyor.
HES’lerin etkilerine karşı ciddi bir muhalefet yürüten Türkiye Su Meclisinin Başkanı Güven Eken, Çevre ve Orman BakanIığının, ÇED Yönetmeliğinin yürürlüğe girdiği 1993 Şubatından 2010 Şubat ayına kadar 500 HES projesinden 286 adedine “ÇED gerekli değildir” kararı verdiğini söyIüyor. Eken “Ayrıca ÇED raporlarını hazırIlamak çok koIay. Bunun için özel şirketler bile var. Zaten takip ettiğimiz kadarıyla ÇED raporları birbirinin kopyası” diyor. Avukat Yakup Okumuşoğlu da aynı kanıda: “Farklı projeler için veriIen ÇED raporIları tamamen birbirinin tekrarı. Zaten içeriklerinde hiçbir somut tedbire yer verilmiyor. Raporlar, MTA (Maden Tetkik Arama) ve diğer kurumIardan alınan geneI biIgiIerle masabaşında hazırlanıyor. Zaten açtığımız davaların neticesinde, mahkemeler de ÇED raporIarının sadece formalite oIarak hazırlandığını, esasa dönük ciddi veriIerIe çaIışıImadığına dair kararlar ortaya çıkıyor.”
Dereler Kurumadan…
Peki kuruIduğu dereIeri kurutmayacak, bulunduğu ekosisteme zarar vermeyecek HES projeIeri mümkün değiI mi? Derelerin ve tüm böIgenin candamarı oIan suyu, tünellerle başka aIanlara taşımadan; tüm böIgeyi bir hafriyat aIanına çevirmeden, gerçek bir yeniIenebiIir hidroeIektrik enerji santraIi kuruIamaz mı? Doğa Derneğinin de başkanIığını yapan Güven Eken, “Bunun için her şeyden önce bir zihniyet değişimi gerekiyor” diyor: “Doğa paraya çevrilecek bir kaynak olarak görüIdüğü sürece ne yazık ki bu tip yatırımların hiçbirini çevreye saygılı bir şekilde yapmamız mümkün değil. Bu dönüşümü geçirmediğimiz sürece en fazla bu zararı minimize ederiz ama ne yazık ki ortadan kaldıramayız.” Aynı soruyu yönelttiğimiz Yakup Okumuşoğlu, “Etek tipi projelerin mevcut planlanan projelere göre genel görünümü itibariyle daha az zararlı olduğunu düşünüyorum. Suyun, derenin yatağının dışına çıkartılmaması başlı başına önemli. Ancak üretimin kısıtlı olması nedeniyle ilgili kamu kurumları tarafından çok dikkate alınmadığını da düşünüyorum” diyor.
Türkiye’de gerekli standartlara ve çevresel değerlere uyan hiçbir HES projesi yok mu sorusunu yönelttiğimiz Yakup OkumuşoğIu, İkizdere CevizIik HES projesini örnek veriyor. “EIbette doğada oImayan bir şeyin inşa ediImesinin çevreye her koşulda bir zararı var. Ancak meseIe bu zararı en aza indirmek, daha doğrusu sürdürülebilir bir proje ortaya koymaktır” şekIinde konuşan OkumuşoğIu, “Sayın Başbakanın açıIışını yaptığı İkizdere Cevizlik HES projesi bu anlamda diğerlerinden ayrılmaktadır. Bu projede yeryüzünde sadece su alma yapısı görülmekte, diğer tüm tesisler, santral dahil yer yüzünden görüImemektedir. Orman ve yamaçlarda kanal ya da boru çalışması yapılmamıştır. Cevizlik HES için eleştirimiz daha çok yataktan alınan su miktarı noktasındadır” diyor.
Anadolu’nun dört bir yanında yürüttükleri HES karşıtı kampanyalarıyla dikkat çeken Su Meclisinin Başkanı Güven Eken, hedeflerinin Avrupa Birliği Çevre Mevzuatının (Su Çerçeve Direktifi, Stratejik ÇED, vb yönetmeliklerin) iç hukuka aktarılması olduğunu söylüyor. “Bu doğrultuda yeni bir Su Çerçeve Yasasının hazırlanması, 4628 sayılı yasanın tadili, 2872 sayılı Çevre Kanununda belirtilen ilkelerin yeniden tanımlanması gerekiyor” diyen Eken “Ayrıca 6200 sayılı Kanunun da acilen değiştirilmesi ve suyun yanlış kullanımıyla ilgili cezai yaptırımların caydırıcı düzenlemeler içermesi gerekiyor” şeklinde konuşuyor.
Evet, karbon emisyonlarının düşürülmesi, yenilenebilir enerjiye bir an önce ve büyük bir hızla geçilmesi son derece önemli. Küresel ısınma giderek akademik bir tartışmadan bir var kalma meselesine dönüşüyor. Ancak bir yandan yaparken, bir yandan yıkmanın; karbon emisyonsuz enerji üreteceğim derken, ekosistemin çok önemIi bir parçası olan suyu ve sulak alanları, giderek bütün bir ekosistemi çöle çevirmenin herhangi bir mantığı da yok. Buna Türkçede bir çuval inciri berbat etmek demezler de ne derler sizce?
Avukat Yakup Okumuşoğlu: “Tennant Yöntemi, Çözüm Olabilir”
Cevizlik HES Projesinde ortalama olarak 150 İt/sn su miktarı belirlenmişti. Açılan dava sonrasında can suyu 2800 lt/sn olarak belirlenmiş ve şirket tarafından bu miktar suyun bırakılması taahhüt edilmesi sağlanmıştır. Bu projenin üzerinde bulunduğu iyidere’nin bu kesitinde yıllık ortalama debi değeri 28m3/sn olup, debinin yüzde 10’u dere yatağına bırakılacaktır. Ancak yüzde 10 olarak belirlenen bu su miktarı da yeterli olmayacaktır. Dünyada bu tür projelerde can suyunun ne miktar olacağına dair pek çok yöntem var. Bizim önerimiz Tennant Yöntemi. Açılan davalar sonrasında Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından da kabul görmüştür. Tennant Yönteminde yüzde 10 ve altı can suyu miktarı canlı yaşamın devam edemeyeceği miktar olarak ifade edilmektedir. Tennant’a göre uzun yıllar debi ortalamaları dikkate alınarak debinin en düşük olduğu aylar kurak dönem, debinin en yüksek olduğu aylar ise sulak dönem olarak belirlenmektedir. Kurak aylarda yüzde 30-40 arası bir miktar su dere yatağına bırakılırsa ekosistem iyi bir şekilde devam eder. Sulak aylarda ise yüzde 40-50 arası bir miktarın yatağa bırakılması gerekir.
Türkiye Su Meclisi Başkam Güven Eken: “Derenin Suyu, Yatağını Bile Göremiyor”
Küresel ısınma etkilerini göstermeyi sürdürdükçe, karbon emisyonlarının azaltılması yönünde bir çaba ortaya çıktı. Hidroelektrik santraller de aslında karşımıza bu şekilde yenilenebilir enerji kaynakları olarak çıktı. Herhangi bir fosil yakıt tüketmiyorlar ve dolayısıyla doğrudan karbon emisyonuna sahip değiller. Bu konuda çok büyük bir baraj lobisi var. 50’li yıllardan bu yana faaliyet gösteren bu lobi, küresel ısınmanın ve karbon emisyonunun gündeme oturmasıyla birlikte strateji değiştirerek hidroelektrik santrallerin yenilenebilir ve yeşil enerji kaynağı olarak göstermeye başladı. Ancak elbette durum böylesine basit değil. Hidroelektrik santrallerin geri dönüşü olmayan ekolojik ve sosyolojik etkileri olduğu biliniyor.
Türkiye’nin hemen tüm derelerinin kullanım hakkı HES yapılmak üzere özel sektöre devredilmiş durumda.
Bu nedenle bugün Anadolu’nun nice dağında HES yapımı için önce yollar açılıyor, iş makineleri doğanın ıssız köşelerine kadar ulaşıyor. Dağ deliniyor, uzun ve içinde kamyonların gezebileceği kadar büyük tüneller açılıyor. Dağın içinden çıkan taş ve kayalar, suyu alınacak derenin yatağına dökülüyor. Dere ezilip büzülüyor. Sonrada derenin suyu daha yatağına hiç ulaşmadan yüksek bir noktada yakalanıyor ve tünele veriyor. Derenin suyu, daha yatağını bile görmeden yerin altından döne döne ve hızla tünelin öteki ucuna ulaşıyor… Sonra yeni bir HES başlıyor. Bu esnada uzaktaki fabrika için elektrik üretilirken, derenin yaşam enerjisi elinden alınıyor. HES yatırımını yapan şirketin sahibi servetine servet katıyor. Buna karşın, o derenin kenarında doğan çocuklar deresiz büyüyor, köyünü terk ediyor, balıklar ölüyor, hayvanlar susuz kalıyor, ağaçlar kuruyor.