#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
kopenhag meksikaya tasindi

"Kopenhag Meksika’ya Taşındı"

Semra Cerit Mazlum

Kopenhag’la ilgili genel bir değerlendirmenizi alabilir miyiz?                     

Kopenhag’da yapılan toplantıyı belki de öncelikle olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayırıp değerlendirmek lazım. Olmayan şey, büyük umutlarla beklenen anlaşmanın ortaya çıkmamasıdır. Ortada bir uzlaşı metni var: Kopenhag Mutabakatı. Ancak bu metin hem 2007’den beri devam eden müzakerelerin içeriğinden çok uzakta duruyor, hem de iklim değişikliği konusunda umutları başka bahara bırakan son derece yetersiz hükümler içeriyor. Bir anlaşma sağlanamadığına göre bu metnin “mutabakat” olarak adlandırılması biraz tuhaf değil mi? Bu metni şu an itibariyle imzalayan bir ülke yok; bu metin ülkelerin kendilerini ilişkilendirebilmesi için imzaya açıldı sadece. Herhangi bir bağlayıcılığı olmadığı ve aynı zamanda BM İklim Değişikliği Müzakere süreçlerinden üretilmeyen bir metin olduğu için UNFCCC (United Nations Framework Convention on Climate Change) sürecinin yanında ayrıca duran bir karar ve az sayıda ülkenin üzerinde görüşerek uzlaşabildiği bir metin. Dolayısıyla şu anda hukuksal statüsü de belirsiz. Var olan iklim değişikliği rejimiyle bağlantısının nasıl kurulacağı da belli değil. Herhalde Ocak ayından itibaren Aralık ayındaki Meksika Zirvesine kadarki süreçte bir açıklık kazanacak. Şimdiye kadar mevcut iki müzakere hattı vardı: Biri “Kyoto Protokolü” ; diğeri ise zengin ülkelerin 2012 sonrasındaki yükümlülüklerini görüşmek üzere devam eden müzakere süreçleri. Bir de sözleşme altında devam eden uzun dönemli işbirliğine dayalı “ortak eylem” adı altında yürüyen bir müzakere süreci vardı. Bunların Kopenhag’da bir anlaşmaya dönüştürülmesi umuluyordu ama dönüştürülemedi çünkü taraflar pozisyonlarını korudular. Ülkeler 12 gün boyunca Kopenhag’a gelirken bulundukları pozisyonlardan geri veya ileri adım atmak konusunda çok isteksiz davrandılar. Fakat Kopenhag’da alınan kararlardan bir tanesi bu süreçlerin devamına ilişkin: “Bir anlaşmaya varamadık; burada sonlandıralım” yerine “Meksika’da sonuçlandırılmak üzere bu metinler üstünde konuşmaya devam edelim” denmiş oldu. Dolayısıyla Haziran’da Bonn’da ve Aralık ayında Meksika’da yapılacak taraflar toplantısında bu iki sürecin taslak metinleri görüşülmeye devam edilecek. Yani bir anlamda Kopenhag bitmedi diyebiliriz? Bali Yol Haritası dediğimiz 2007’de başlayan süreç, Kopenhag’da sonuçlanması beklenirken Meksika’ya, yani bir yıl sonrasına ertelenmiş oldu. Kopenhag’da çıkan, bağlayıcılığı olma yan ve hukuksal niteliği tartışmalı bir metinle mevcut müzakere süreçlerinin nasıl ilişkilendirileceği ayrı bir soru olarak duruyor karşımızda. Kopenhag’da böyle bir metin çıkmasının olumsuz bir yanı var: Ülkeler o metinle yetinmek konusunda bir pozisyon geliştirebilir. Bu kaygı verici bir durum; Kopenhag metninde orta vadeli, 2020’ye kadarki emisyon azaltım hedefleriyle ilgili açık belirleme yok. 2 dereceden fazla sıcaklık artmaması konusunda bir amaç ortaya konmuş durumda ama o nasıl yapılacak açık değil. Böyle bir amaç konulduğunda bunun yan güvencelerinin konulması gerekiyordu. Yan güvencelerle neleri kastediyorsunuz? Atmosferdeki sera gazı konsantrasyonlarının stabilize edilmesi gereken düzey olan 450 ppm’in, yüzde 51 olasılıkla 2 derecelik ısı artışında kalmamızı sağlayacağı söyleniyor. Ancak Kopenhag Uzlaşısında atmosferdeki konsantrasyonlarla ilgili hiçbir referans yok. Aynı zamanda sera gazı salınımlarının tepe noktasına ulaşacağı bir süre öngörülmesi gerekiyordu, bunun 20122015 arasında bir tarih olması konusunda IPCC 4. Değerlendirme Raporunda bir uyarı var. Yani tepe noktasına ulaşma salımlarının tekrar azalmaya başlayacağı yıla dair bir öngörü yok. Kopenhag Uzlaşısının Ek1 ve Ek2 olmak üzere iki tane eki var. Ek1’de yer alan zengin ve gelişmiş taraf ülkeler, 2020’ye kadar kendi salım azaltım hedeflerini ilan edecekler; tabii eğer isterlerse. Ek2 ise, sözleşmenin Ek1 dışındaki tüm ülkelerini yani oldukça geniş bir grubu kapsıyor ve aslında bu ülkelerin ekonomik koşulları birbirine benzemiyor. Ek2’de, bu ülkelerin mutlak salım azaltım hedefleri yerine emisyonlarını azaltım konusunda hedefler belirtip eylemler gerçekleştirmesi öngörülüyor. Yani 2020 yılına kadar salımlarının artmaması için neler yapacakları yazılacak; tabii yine, eğer isterlerse. Bu gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kendi kapasiteleri ve niyetleri çerçevesinde ilan ettiği rakamlarla 2 dereceyi geçmeyecek bir sıcaklık artışı gibi iyi niyetli bir hedefin güvencede olmadığını ve gerçekleşemeyeceğini görüyoruz. Bu anlamda bu metin son derece zayıf. Zaten bu metnin yapısına bakıldığında; sözleşme altında devam eden müzakerelerde bugüne kadar ulaşılmış taslak metinlerin bir özeti gibi.

Peki, şimdi ne olacak?
2010 yılı sonuna kadar Kopenhag Uzlaşısına hangi ülkelerin hangi eylem ve finansal destek vaatleriyle katılacaklarını görmek için bekleyeceğiz. Diğer yandan da Kopenhag’da alınan Taraflar Konferansı Kararları gereğince Bonn’da ve Meksika’da yapılacak görüşmelerin bu taslak metinlerde ne kadar ilerleyeceğini göreceğiz. Yani Kopenhag’la birlikte iki ayrı beklenti süreci oluşturulmuş oldu. Bu iki sürecin birbiriyle nasıl ilişkilendirileceği de ayrı bir merak konusu. Tabii yine belirttiğim gibi Kopenhag uzlaşısını yeterli bulurlarsa bu çok endişe verici bir durum. Böyle bir olasılık var mı? Bu metni yazan ülkelerin kendi oluşturdukları metne ve kendi çabalarına ters düşmemek ve o süreci yadsımamak için bir ölçüde bağlı kalacaklarını söyleyebiliriz. Ama Çin ve Hindistan gibi hazırlık sürecinde yer alan ülkeler bile Kopenhag sonrasında hemen süreci sorgulamaya başladılar. Çin mesela, son akşam yapılan oturumlarda bunun bağlayıcı bir niteliğe kavuşturulmaması gerektiği doğrultusunda açıklamalarda bulundu. Türkiye’nin bu süreçteki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında Türkiye Kopenhag sürecine, uzun süredir sürdürdüğü pozisyonda bir değişiklik olmadan hazırlandı. Türkiye Ek1 ülkeleri arasında yer alıyor. Fakat Bali Eylem Planı çerçevesinde devam eden müzakerelerde, Ek1 ülkesi olarak yükümlülük üstlenmek yerine, kendi ekonomik koşullarını gerekçe göstererek; gelişmekte olan ülkelerin üstlenebilecekleri türde yükümlülükler almak konusunda niyetini belirtti. Bunlara NAMAs (Natioanally Appropriate Mitigation Actions) deniyor: Yani her ülkenin kendi ulusal koşullarına göre sera gazını azaltmaya dönük eylemler. Türkiye bu tür yükümlülükler alabileceği; bunun da gönüllük esasına dayalı olduğunu öngören bir pozisyondaydı. Çin, Hindistan, Brezilya ve Meksika gibi ülkeler bu türden yükümlülükler alıyorlar fakat bu, Türkiye’nin bulunduğu yere denk düşmeyen bir yükümlülük. AB üyeliği sürecindeki bir ülke olarak Türkiye’nin Ek1 ülkelerininki gibi yükümlülükler üstlenmesi bekleniyor. Kopenhag’da da aynı yönde çaba sarf etti. Sözleşme altında yürütülen müzakereler kapsamında bir pozisyon belgesi sunuldu. Ve bu belge doğrultusunda sonuca bağlanamayan, Meksika’da görüşülmeye devam edilecek olan taslak metinlere özel koşulları bağlamında, taraflar konferansıyla tanınmış ülkelerden biri olarak girmiş oldu. Türkiye’nin yükümlülükleri konusunda nasıl bir sonuç doğuracağını da bekleyip görmek lazım. Çünkü bu taslak metinlerin girişinde bulunan bir açıklama, yükümlülüklerin özüne inildiği bölümlerde bulunmuyor. Değerlendirilmesi gereken başka bir nokta da; Türkiye’nin Kopenhag uzlaşısı karşısında nasıl bir tutum sergileyeceği. Buna da Ocak ayı içerisinde karar verilmesi gerekiyor çünkü 31 Ocak’a kadar ülkelerin uzlaşmaya hangi hedeflerle katılacağını belirtmeleri gerekiyor. Bir EK1 ülkesi olarak Türkiye’nin buradan alacağı herhangi bir azaltma hedefini kaydettirmesi gerekecek. Ama belirttiğim nedenlerle burada bir sıkıntı olacak. Uzlaşılamayan bir uzlaşma metni var ortada. Bu, var olan hegemonyanın sarsılması olarak okunabilir mi? Adı uzlaşma ama uzlaşma sağlayamayan bir metin bu. Hem uluslararası süreci değerlendirirken hem de Türkiye’nin eklemlenmesi açısından bakarsak, zaten konuşmamız gereken şeylerden biri de ortaya çıkan bu yeni yapı. Evet, var olan hegemonyanın yerine bir yenisi geçecek ama başı kim çekecek? İklim rejiminin oluşumundan yani 90’lardan bu yana bakıldığında özellikle Amerika’nın protokolü onaylamayacağı nı söylediği aşamadan sonra yöneticiliği AB üstlenmiş gibi görünüyordu. İklim rejimi başka rejimlerde olduğu gibi durağan değil, sürekli evriliyor; anlaşma metinlerinde yazanları açıklayıcı nitelikte yeni kurallar oluşturuluyor. Bu kuralların oluşmasında ve aynı zamanda 2012 sonrasının görüşülmeye başlamasında AB ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki uzlaşı bir şekilde etkili oluyordu. Aynı zamanda bu durum, 90’ların siyasal ve ekonomik güç dengesinin bir manzarası nı da yansıtıyordu. Kopenhag’da bu denge sarsıldı. Hem yükümlülüklerin dağılması, hem de ittifaklar açısından derin bir sarsılma oldu. şimdiye kadar belirleyici olan ittifaklar çözüldü. En başta G77 ve Çin grubunda. Bunlar çoğunlukla tek ses olarak konuşuyorlardı ve oldukça da güçlü bir aktör durumundaydılar fakat Çin’in çok ön plana çıkması, kendisini tek lider haline getiren tavırlar takınması, Kopenhag sürecinde yabancılaşmaya sebep oldu. İçinde Hindistan, Meksika ve Güney Afrika’nın olduğu dört ülkeden oluşan bir alt grup çıktı ve bunun öncülüğünü de Çin yapı yor. Bu, Türkiye’nin kendi pozisyonunu belirlerken dikkate alması gereken bir durum.

Diğer ülkelerin tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir başka çözülme küçük ada devletleri içinde yaşandı; onlar da en başından bu yana çok belirleyici aktörlerden bir tanesiydi, Kyoto sürecinin başlatılmasında itici güç olmuşlardı, ilk taslağı hazırlamışlardı ve hep tek ses olarak konuşuyorlardı. Fakat konferans öncesinde de, sırasında da onlar arasında çözülmeler oldu. Papua Yeni Gine gruptan farklı konuşmaya başladı. Örneğin Tualu, Kopenhag’ın kahramanı oldu ama arkasında küçük ada devletlerinin desteğini göremedi. Kopenhag uzlaşması karşısında bu küçük ada devletleri farklı açıklamalar yaptı. Afrika ülkeleri de özellikle Barcelona’da yaptıkları çıkışlarla çok dikkat çekmişlerdi: Şimdiye kadar birlikte hareket ediyorlardı ama Kopenhag’da onlar da farklı tepkiler gösterdiler. AB ve Türkiye Kopenhag’da pozisyonları nı değiştirmeyerek geri planda kalan ülkeler oldular. En dikkat çekici sonuçlardan birisi bu: AB hızla değişen bu ortama ayak uyduramadı. Yeni dengeler oluşurken inisiyatif alamadı. Kopenhag’a kadar ilan ettiği hedefler ve vaat ettiği finansal kaynaklar açısından en önde duruyordu. Fakat onları n ötesine geçemedi ve yürüyen siyasi süreç içerisinde kendine bir yer bulamadı. Çünkü AB’nin karar mekanizması 27 ülkenin ortak bir pozisyon geliştirmesini gerektiriyor. Bu biraz aktif olmasını engelleyici oldu. Aynı zamanda AB’nin kendi içindeki uzlaşı sorunu; eski Doğu Bloğu ülkelerinin daha fazla emisyon azaltma yükü almak istememesi, yoksul ülkelere daha fazla finansman yardımında bulunmak konusunda çok isteksiz davranmaları AB’nin pozisyonuna yansıdı. Örneğin uzlaşma metninin görüşüldüğü kapalı toplantılarda AB tek bir birlik olarak bulunmuyordu. Bazı AB ülkeleri bulunuyordu; Fransa, İngiltere gibi…

Amerika ile ilgili ne söyleyebilirsiniz?
Sizce, Obama dönemi ile ilgili beklentiler biraz fazla mıydı? Belki fazla iyimserdi ama başkanlık seçim kampanyası sırasında ve seçim sonrası açıklamalara bakıldığında Amerika’nın daha kendi ekonomik ve tarihisel sorumluluğuna uygun vaatlerle gelmesi bekleniyordu fakat ülke içindeki yasama süreci bunu engelledi. Ama Amerika’nın Obama ile iklim toplantılarına ilk kez döndüğü Nisan 2009’da görüldü ki; ABD “gerçekçi” olmaya çalışıyor. Obama da her ne kadar seçim kampanyasında idealist davransa da konferansta “gerçekçi” bir tavır sergiledi. Kopenhag’daki konuşma da onun bir yansımasıydı. Dinleyeni hayal kırıklığına uğrattı. Evrensel sorumluluklara, yapılması gerekenlere, dair bir konuşma beklenirken, o kendi ülkesinde yapılanları ve yapılacakları anlatmayı seçti.

Kişisel olarak da coşkusuz olduğuna dair yorumlar yapıldı. Acaba ülke içi dengeler açısından çaresiz olduğu şeklinde de yorumlanabilir mi?
Bu büyük ihtimalle, Kopenhag’daki gidişatı ve Amerika’da arkasında bıraktığı yasama sürecinin bir sonucuydu. Gerçeğe dönüşmeyecek umutlar vermekten kaçınan bir tutumdaydı. Ancak mümkün olanı, yapabileceğini söylemeye çalışıyordu o konuşmayla. Kopenhag’ın çok taraflı bir toplantı olması bekleniyordu; yani şu ana kadar dışarıda bulunan Amerika’nın da yükümlülüklerle rejimin içine gireceği; aynı zamanda da iklimin ve dünyanın geleceğini belirleyen bu uzlaşma içerisinde bütün tarafların kendi sorumlulukları kapasitesinde katılacağı ve bir dayanışma ikliminin hâkim olacağı bir sonuç bekleniyordu. En büyük kazancı çok taraflılığın geri gelmesinin sağlanması olabilirdi. Maalesef bunun yerine tek taraflılığın, ülkelerin kendi pozisyonlarının egemen olmayı sürdürdüğü, belki ikili belki çoklu süreçler başlatmış oldu. Bu uzlaşmanın hayata geçirilmesi için daha başka yeni kararlar alınması, rehberler oluşturulması gerekiyor. Yani bu bir süre alacak ve bu sürede ülkeler görüşmeye devam edecek; Amerika ve Çin’in arasında daha evvel olan gibi, buna benzer ikili görüşmeler yapılacak. İkili, üçlü, bölgesel girişimlerin yaygınlaşacağı ve ülkelerin bu türden ikili veya bölgesel işbirliklerine yöneleceği tahmin edilebilir. Aslında devletler hiçbir şey yapmama kararı almadılar. Ama yapacaklarını kendi bildikleri gibi yapmak istediklerini ilan ettiler dünyaya. Bu da önümüzdeki günlerde ülkelerin kendi inisiyatifleri doğrultusunda geliştirdikleri politikalar, hedefler ve yeni süreçler doğurabilir. En azından sürecin ivmesini kaybetmemek gibi bir yararı olabilir; ülkeler arası rekabet gibi bir sonuç da doğurabilir. Özellikle Çin, Amerika ve AB açısından bakıldığında uluslararası rekabette pay sahibi olacakları yeni bir piyasa gibi görülüyor bu süreç. Dolayısıyla bu ülkelerin yenilenebilir enerji, yeni teknolojiler konusunda bir yatırım atağı gerçekleştirmeleri söz konusu olabilir.

Kopenhag, bu süreci durduramaz diyorsunuz…
Durdurmaz çünkü bütün ülkeler iklim değişikliği gerçeğini kabul etmiş oldular. Herkes bu ihtiyacın farkında dolayısıyla başka yollarla yapılacak bunlar; uluslararası bir rejim ve anlaşma altında eş güdümlü yürüyemeyecek belki ama ülkeler bu konudaki çabalarını sürdürecekler ve bir yönden de para kazanmaya ve öne geçmeye çalışacaklar. Umalım ki bu tek taraşı, ikili veya bölgesel girişimler tamamen atomize olmuş yeni bir iklim mücadele sistemi değil eninde sonunda bütünleşen daha sistemik bir şekilde davranan bir iklim rejimine doğru evrilsin.

EkoIQ Editör