Yazı: Barış DOĞRU
Yaban domuzları, küçük elektrikli arazi aracımızın önünden hızlı bir koşu tutturup, kayın ormanının içine dalıveriyor. Afrika’da safaride değil, dünyanın en büyük organik gıda işleyicisi olan Hipp’in Polonya’daki 20 bin dönüm büyüklüğündeki organik çiftliğindeyiz. Walesa ve tersaneleriyle ünlü Gdansk yakınları ndaki Podangen Çiftliği, Hipp’in tüm dünyada geliştirmeye çalıştığı iş modelinin yaşayan bir örneği. İçinde derelerin, doğal göletlerin, kış ayları dışında tamamen doğal ortamlarda otlayan binlerce angus sığırının, binlerce baş koyunun, her direğin tepesine evlerini inşa etmiş leyleklerin, yaban domuzlarının cirit attığı bu devasa çiftliğin ortasında yüzlerce yıllık bir Prusya malikanesinde kalıyoruz. Hipp’in üretim felsefesi burada da geçerli; her şey gerektiği kadar, israfa, savurganlığa, gösterişe ve aşırılığa yer yok. Tarlaları gezmeye dört çekerli, küçücük, elektrikli araçlarla gidiyoruz. Bu Kuzey Avrupa safarisinde, tahta köprülerden, balta girmemiş diyebileceğimiz cangıllardan geçiyoruz. Şirketin üçüncü kuşağı ve yönetim kurulu üyesi Stefan Hipp, on dakikada bir araçtan atlayıp bir koşu tutturuyor. Ya derelerin getirdiği küçük bir şişeyi toplayıp, aracın arkasındaki atık torbasına yerleştiriyor ya da, tarlaların arasında dalıp anlatmaya başlıyor: “Bunlar yöreye özgü bir buğday türü. Boyları, bizim bildiğimiz ekinlerden uzun. Konvansiyonel tarım yöntemine göre ürünleri belki yarı yarıya az ama zirai ilacın, kimyasal gübrenin yanından bile geçmemişler. Boyları uzun çünkü tohumları genetik olarak müdahale edilip, büyük başaklı ve bodur hale getirilmemiş. “O yüzden rüzgâr vurduğunda kırılmazlar; esneyip tekrar başlarını dik tutmayı başarabilirler” diyor Hipp. Ortada hiç sulama sistemi yok çünkü bu topraklar hiç sulanmıyor. Baltık denizinden her sabah yükselen nemin tarlalara yağdırdığı çiğler yeterli. Bunun önemli sebeplerinden biri toprağın ilaçlarla, tek tip ürünlerle, aşırı üretim çabasıyla iğdiş edilmemiş olması. Tabir-i caizse toprak somun gibi kabarık. “Biz iki yıl üst üste toprağa aynı ürünü ekmeyiz” diyor Stefan. Organik tarıma başlarken ilk yıl kırmızı yonca ekiliyor ve oksijen tutma özelliği son derece yüksek olan bu yonca biçilip toprağa gıda olarak bırakılıyor. Sonrasında farklı besinlere ihtiyaç duyan türler 5 yıllık bir rotasyon halinde ekiliyor. Konvansiyonel tarıma göre az ama sağlıklı ürünler alınıyor ve son yıl yine toprağı beslemek üzere kırmızı yoncaya dönülüyor. Toprak, o yüzden hep humuslu, hep verimli, hep doğurgan. İçinde solucanlar cirit atıp, toprağın en uç noktasına kadar hava almasını sağlıyor.
“Mısırlılar ve Aztekler Bizden Daha Başarılıydı”
Peki ya zararlı böcekler? Ayrık otları? Hiç kimyasal ilaç atmadan ürün alınabilir mi? “Tabii ki alınır” diyor Stefan. Garip bir biçimde doğaya ve toprağa güveniyor. Ona ufak mekanik yardımlar yapmanın yeterli olacağına yürekten inanan bir insan var karşımızda: “Toprağı özel bir araçla birkaç kere sürüyor ve zararlı otların toprağa karışıp organik gübreye dönüşmesini sağlıyoruz. Zirai ilaca gerek yok. Doğa ve sağlıklı bir toprak, çoğu zaman zararlıların hakkından gelmeyi başarıyor. Sadece patateslere dadanan zararlı böcekleri tamamen bitkisel bir özle elimine ediyoruz. Sonrasını doğanın yaratıcılığına bırakıyoruz”. Yine bir tarlanın içindeyiz. Stefan Hipp çavdar ekinlerinin ortasına çöküp anlatıyor: “Sağlıklı bir toprak yapı sı sadece verimliliğini korumakla kalmaz aynı zamanda verimliliği artırabilir. Mesela enerji kullanımında… Organik tarımın amaçlarından bir tanesi de enerji tasarrufu sağlamaktır. Halbuki konvansiyonel tarımda verim alabilmek için fazlasıyla enerjiye ihtiyaç duyulur.” Hipp’in felsefesi neredeyse 100 yılı aşkın bir çalışma ve deneyime dayanıyor. 18. yüzyılda yaşayan araştırmacı Albert Thraer’in bitkilerin gıdalarının toprak içindeki organik bileşenler olduğunu savlayan Humus Teorisi de, sağlıklı toprak konusundaki çalışmalarına hep yol göstermiş. Bu ve benzer çalışmaların sonuçları tarihsel örneklerle de destekleniyor. Söz Stefan’ın: “Bu çalışmalar, Mısırlıların ve Azteklerin, kimyasal ve diğer tekniklerin kullanımı olmadan aynı büyüklükteki tarım alanlarından bugüne nazaran çok daha fazla verim aldığını gösteriyor. O dönemdeki top- 100 yıllık bir deneyim, HİPP’in tüm insan kaynağına ve üretim sürecine içselleşmiş durumda. Sağlıklı toprak, sağlıklı bitkiler ve hayvanlar ve tabii sağlıklı insanlar…
İnsan şaşırmadan edemiyor; gerçekten tamamen farklı bir iş yapma biçimi ve anlayışıyla karşı yayız. Topraktan aldığını vermeye dayalı, “Doğanın kendine özgü ruhuna” saygılı bu anlayışın sonucu, çiftlikteki insanlardan bitkilere, taşa toprağa ve hayvanlara kadar uzanıyor. Bitkisel üretimin ürün dışındaki çıktıları, yani saman ve bitki kalıntıları, kış ayları dışında çiftliğin uçsuz bucaksı z otlaklarında gezinen binlerce koyun ve sığırın kış gıdalarına dönüşüyor. Hayvanların dışkılarıysa, tarlaları n verimliliğine dönüşüyor. Bu çevrim, neredeyse kapalı bir döngü ve denge oluşturuyor. Stefan Hipp çiftliğe dışarıdan gelen tek girdinin, tarlaların ihtiyaç duyduğu doğal kireç olduğunu belirtiyor…
“Dışlandık ama Yılmadık”
Yol dönüyor dolaşıyor uçsuz bucaksız bir patates tarlasının kıyısına varıyor. Stefan Hipp, büyük bir heyecanla tarla sınırlarının ucunda koşuşturan küçük karaltıları gösteriyor: “Bunlar yabandomuzları. Onları çok seviyorum; patatese bayılıyorlar ama onlar da bu arazinin bir parçası.” Yabandomuzları nı, kuşları, solucanları, suyu, toprağı, tarihi, resmi seven bir başka sanayici profili var karşımızda. Bunların kökeni üç kuşak önce atılmış aslında. Büyük büyük baba Joseph Hipp, yetersiz beslenme nedeniyle gerçekleşen bebek ölümlerine ve yeni doğan ikizlerine çare olmak üzere ilk mamaları geliştirmiş. O tarihten sonra da şirket hep aynı amacın peşinde olmuş: Sağ- lıklı bebek ve çocuk gıdaları… Bu çabalar, 1956 yılında, organik tarımın öncüsü sayılan İsviçreli Doktor Hans Müller’le buluşunca, ilk organik bebek mamaları da ortaya çıkmaya başlamış. Alman Dr. H. P. Rusch ile birlikte geliştirdikleri organik tarım, zirai ilaçlara, suni gübrelere değil, bakterilere, yosunlara, solucanlara ve çeşitli kurtçukların sinerjisine dayamış kendisini. Peki, gidiş nereye? Yanıt Stefan Hipp’den: “Her ne kadar bundan 40-50 yıl önce doğal ve organik tarımla ilgili fikirlerimizden dolayı aykırı olarak de- ğerlendirilip dışlandıysak da bugün birçok kimyasalı kullanmak suç teşkil ediyor ve buna o dönemde izin veren insanların yerinde bugün farklı insanlar çalışıyorlar. Bu konuda nasıl haklı çıktıysak aynı korku ve endişeleri şimdi de gen teknolojisi için hissediyoruz.” Biz de aynı kaygıları taşıyoruz ama Polonya’nın Doğu Prusya bölgesindeki Podangen çiftliğinde gördüklerimiz, hem insanlara, hem de doğaya dönük umutlarımızı güçlendiriyor. Bir de düşünmeden edemiyoruz: “Böyle de para kazanılabiliyor! Peki diğer kurum ve şirketler ne yapıyor?” Bu sorunun yanı tını başka başka düzeylerde alacağımız ve bazıları için bir hayli bir zor geçecek bir 10-15 yıl var önümüzde. Ama şimdi gitmem lazım: Leylekler yavrularını beslemeye geldiler… .
Stefan Hipp: “Türkiye’de Organik Yatırıma Hep Hazırız”
Türkiye sizin için ne anlam ifade ediyor?
Türkiye ile çok uzun zamandır bağlantımız var; bizim en önemli tedarikçilerimizden biri. İzmir’de 10 yılı aşkın süre önce Hipp Dış Ticaret Türkiye’yi kurduk. O zamanki düşüncemiz, Türkiye’den organik hammadde satın almak, üreticilerle anlaşmalar yapmak ve ilerisi için organik hammadde yatırımlarını yapmaktı. Bunun dışında da potansiyel olarak baktığımızda, Türkiye pazarını ileriki dönemlerde en büyük mama pazarlarından bir tanesi olarak görüyoruz. Türkiye bebek maması pazarının önümüzdeki beş yıl içinde iki katından fazlasına çıkacağını tahmin ediyoruz. Türkiye en önemli beş pazardan biri olacak önümüzdeki beş yıl içinde.
Türkiye’den ne kadar organik hammadde temin ediyorsunuz?
Türkiye’de 1500 tedarikçimiz var. 10 bin ton civarında hammadde alıyoruz. Bu global satın almalarımızın yüzde 10’unu oluşturuyor. Satın almalar ağırlıklı olarak Kastamonu ve Çankırı’dan elma, Güneydoğu Anadolu’dan kayısı, Akdeniz’den ve batı bölgelerinden soğan şeklinde…
Türkiye’de yeni yatırımlar yapmayı düşünüyor musunuz?
Türkiye’de elma yetiştirme ve işleme üzerine çalışıyoruz. Çeşitli bölgelerde arazi arayışımız sürüyor. Yeterli büyüklükte bir arazi olursa, komple bir tesis kuracağız. Bu yatırım da 1-2 milyon Euro civarında olur başlangıçta. Konsantre meyve suyu üretimi de olabiliyor bu söylediğimiz. Üretim için iç pazardaki tüketim de çok önem kazanıyor; sadece ihracatla ayakta duramıyorsunuz. Bu noktaya geldiği anda somut olarak gündemimize girecek. Yeterli paya ulaştığımızda mama üretimine de geçebiliriz. Beş yıl içinde hedefe ulaşırsak üretim için de gerekli altyapımızı sağlayacağız. Toprak anlamında büyük bir kirlilik olduğundan bahsediyorsunuz global ölçekte.
Peki, geri dönülemez bir noktada mıyız?
Çok şükür ki, dünyada durum o kadar da vahim değil. Bu tip durumlar, ağırlıklı olarak eski Sovyetler Birliği’nde var. Özellikle pamuk üretiminin yoğun olduğu bölgelerde daha fazla görülüyor. Mesela Güney Amerika’da soya üretiminin yoğun olduğu yerlerde bu tahribat hat safhaya ulaşmış durumda. Türkiye’de genel anlamda iyi durumda. Bu tür yatırımlara müsait… Hangi ürünü nereden alıyorsunuz? Tedariğimizin en büyük kısmını, dünyanın da en büyük organik hammadde üreticisi olan Almanya’dan sağlıyoruz. Et ve sebzenin yüzde 90’ı Almanya’dan geliyor. Meyveler ağırlıklı olarak İtalya, İspanya ve Türkiye’den. Muzlar Kosta Rika’dan, ananas Vietnam’dan, mango ise Kolombiya’dan geliyor. Bunlar en büyük tedarikçilerimiz.
Peki firma olarak, sürdürülebilirlik anlamında başka ne gibi çalışmalar yürütüyorsunuz?
Sadece toprakla ilgili iyi işler yapmanın ötesine çoktan geçtik. Konuya yalnızca biyolojik ürün üretimi olarak bakmıyoruz. Karbon emisyonlarımızı sürekli ölçüyor ve düşürmek için projeler geliştiriyoruz. Özelikle nakliye alanında daha verimli çözümler bulmanın peşindeyiz. Münih Pfaffenhofen’daki en büyük tesisimiz birkaç yıldır tüm enerjisini biyokütle enerjisinden sağlıyor. Atıklarımızın yüzde 90’ı geri dönüştürülüyor. Fabrikalarımızdaki su tüketimini yüzde 80 azaltmayı başardık.
Yeni alanlara girmeyi düşünüyor musunuz?
En büyük ve sürekli yatırımımız Ar-Ge üzerine. Sadece kalite için değil, yeni ürünler için. Elimizde şu proje var diyemeyiz, ama kendimizi sürekli yeniliyoruz. rak verimliliği bugüne kıyasla 10-15 kat daha fazladır.”