Türkiye’de son birkaç yıldır devam eden balıkları korumaya yönelik mücadele, geçtiğimiz ay içinde yeni bir evreye girdi. Hem STK’ların çabaları hem de kamuoyunda artan farkındalık meyvelerini vermeye başladı. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı yayınladığı yeni bir tebliğle gırgır teknelerinin avlanmaları için derinlik sınırını 18 metreden 24 metreye çıkardı. Bu karardan geri dönülmemesi ve ilerletilmesi, en önemli hedef gibi duruyor…
Yazı: Özgür Çakır
Türkiye’de özellikle son birkaç yıldır “Balıklarımız nereye gitti?”, “Denizlerimizin eski bereketi yok”, “Boğaz’ın sultanı lüfere ne oldu?” gibi soruları ve yorumları çok daha fazla duyar ve telaffuz eder hale geldik. Su ürünleri açısından son derece bereketli bir coğrafyada olmamıza rağmen, özellikle balık türlerinde ve sayısında görülen bariz azalma bunun en büyük sebebi. Endüstriyel balıkçılığın Avrupa ve dünya standartlarının çok altında kurallarla yapıldığı Türkiye’de, maalesef balık stoku açısından kritik bir eşiğe gelmiş bunuyoruz.
Konunun son beş yıldır gündemde kalmasının tabii ki en önemli nedenlerinden biri de başta Greenpeace ve Slow Food Fikir Sahibi Damaklar gibi sivil inisiyatiflerin harekete geçerek toplumda belli bir oranda farkındalık yaratmaları oldu. Balıklarla ilgili kampanyalar ilk olarak lüferin minimum avlanma boyu ile başladı. Lüfer bu mücadelede adeta bir sembol haline geldi. “Küçük Balık Yoksa Büyük Balık da Yok” sloganıyla başlayan hareket, daha sonra diğer balıkları da içine alarak, balık boylarıyla ilgili “Seninki Kaç Santim?” kampanyasına dönüştü. Balık halleri ve pazarlarda gezen timler, balık boylarını ölçmeye başladı. Başlangıçta bu, hem balıkçıları hem de tüketicileri şaşırtsa da, balığın azaldığı ve avlanan balıkların boylarının küçüklüğü gün gibi ortada olduğu için, bu tür kontroller ve kampanyalar kısa bir sürede kimsenin karşı koyamayacağı bir hal aldı. Sivil inisiyatifler, kaçak avcılık ve küçük balık avı hakkında ihbar hatları bile kurdu. Ve nitekim bütün bu tepkilerle 2011-2012 sezonuna girilirken lüfer avında alt boy 14 santimetreden 20 santimetreye çıkarıldı.
Gırgırlar Kıyılardan Biraz Uzaklaştı
Bir yandan da balıkların geleceğini dert edinen yurttaşlar ve STK’lar güçlerini birleştirmeye başladı. Mayıs 2011’de, Greenpeace inisiyatifinde Su Ürünleri Kooperatifleri Merkez Birliği, İstanbul Su Ürünleri Birliği ve bazı balıkçıların katıldığı bir toplantı yapıldı. Durumun vahametinin farkına varan Bakanlık da bu tür toplantılara duyarsız kalamadı. Çok kısa bir süre sonra Bakanlık tarafından, balıkçılıkla ilgili kararları ve önlemleri almak üzere Balıkçılık ve Su ürünleri Genel Müdürlüğü (BSGM) adlı yeni bir kurum açıldı. BSGM daha sonra aktivistler, akademisyenler ve balıkçılarla bir araya gelerek birçok kez toplantılar düzenledi.
Bütün bu mücadele ve tartışmalar devam ederken, geçtiğimiz günlerde yeni bir haber yüzleri güldürdü. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı balık yasağının kalktığı 1 Eylül’den itibaren dört av mevsimi boyunca yürürlükte kalacak yeni bir tebliğ yayınladı. Ticari Amaçlı Su Ürünleri Avcılığı adıyla çıkarılan yeni tebliğ ile gırgır teknelerinin avlanmaları için derinlik sınırı 18 metreden 24 metreye çıkarıldı. Kalkan için 45, levrek için 25 ve sinarit için de 35 santimetre avlanma boyu kararı alındı. Adalar ve çevresinde gırgır yasaklandı. Gırgırcılar ise önce karara tepki gösterdi ve ilk birkaç gün balığa çıkmayarak kararı protesto etti. Ancak Bakanlık geri adım atmayınca, bu protestoların ömrü de sadece birkaç gün oldu.
Bu arada, hükümetin balıkçılara, derin sularda avlanmalarını teşvik etmek için, 2004’ten bu yana verdiği vergisiz mazot desteğinin kötüye kullanıldığı; bazı balıkçıların, bu mazotu kaçak yollarla piyasaya sattığı ve kıyılarda küçük balık avlanmaya devam ettiği iddiaları da gündeme bomba gibi düştü.
Yetmez Ama Evet
Yeni düzenleme, sürdürülebilir balıkçılık, dolayısıyla da balık stoklarının geleceği açısından son derece önemli, çünkü gırgır gibi endüstriyel balıkçılığın kullandığı yöntem ve araçlar, henüz üreme olgunluğuna ve boyuna erişmemiş yavru balıkların avlanmasına neden oluyor. Dolayısıyla gırgır avcılığı ile yapılan, hamsi, sardalya ve palamut gibi göç balıkları karasularına ulaşır ulaşmaz büyük bir hızla denizden çekiliyor. Üstelik Türkiye karasularında avlanma izni olan balıkçılık filosunun, balık stoklarını taşıyabileceğinin çok üzerinde olduğu ve avlanan balığın yüzde 90’ına yakınının gırgır ve trol tekneleriyle yapıldığı düşünüldüğünde, bu katliamın boyutları daha iyi görülüyor. Bir yandan da buna -başta İstanbul’da olmak üzere- balıkçıların son 30 yıldır büyüme odaklı kapasite kullanımlarını sürekli artırmaları da eklenince, denizlerimiz balık stoku açısından kuruma aşamasına gelmiş durumda.
Tabii balıkçılar karara tepkilerini gösterirken, gırgırlara getirilen yeni yasaklar, akademisyenlerden STK’lara ve sıradan tüketiciye kadar geniş bir yelpaze tarafından memnuniyetle karşılandı. Ortak kanı, yeterli olmasa da yeni düzenlemenin arkasında durulması gerektiği yönünde…
Gırgırların özellikle sığ sularda yarattığı tahribat, konuyla ilgili çalışmalarda bulunan akademisyenlerin de dikkat çektiği bir konu. Sinop Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Avlama ve İşleme Teknolojisi Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Yakup Erdem, kıyıların gırgır baskısından daha fazla korunmasının önemine değiniyor. Gırgırla av sırasında, dipteki mercan resifleri, deniz çayırları midye bankları ve balıklara barınak olan kepezlerin zarar gördüğünü hatırlatan Erdem, “Kıyılar, güneş ışığının deniz dibine kadar ulaştığı yerler ve karalardan nehirler yardımıyla basit elementlerin taşındığı yüksek verimli alanlar. Zengin biyoçeşitliliğe sahip oldukları için denizlerdeki hayatın büyük bölümü kıyılarda oluşuyor. Dip balıklarının bile çoğu kıyılarda ürüyor, yavrular kıyılarda beslenip büyüyor. Bu nedenle kıyıların bir av operasyonunda 300-400 ton balık avlayan yüksek kapasiteli av aracı olan gırgırın baskısından korunması gerekir” diyor.
Öncelikle tüm dip balıklarına ait stokların tamamen tükenmek üzere olduklarını, diğer türlerin de gerçek bir tehdit altında olduğunu kaydeden Erdem, bu nedenle işin denetleme kısmına da dikkat çekiyor: “Sezon öncesi hem balıkçı, hem sahil güvenlik, hem de koruma kontrol memurları, tebliğ ve yasaklar konusunda bilgilendirilmeli. Avlanan balıkların da mutlaka bölge, miktar, tür ve zaman bakımından kayıt altına alınması gerekiyor”.
Su Ürünleri Merkez Araştırma Enstitüsü’nden Dr. Mustafa Zengin ise kararın Türkiye’deki balıkçılıkta bir kırılma noktası olduğunu iddia ediyor. Zengin, bir yandan da yeni düzenlemenin yetersizliğinden bahsederek, “İlk aşamada bu karar önemlidir. Ancak yeterli değildir. Bu dönemde ilk aşamada 30 metrelik bir limit önerilmesine karşın Avrupa Birliği (AB) Akdeniz sular sisteminde 50 metrelik bir limit kriter olarak alınmaktadır” diyor.
AB’nin balıkçılık konusunda “sürdürülebilir kaynak anlayışı” mantığını devreye soktuğunu belirten Zengin, Türkiye’nin balıkçık konusunda AB entegrasyon eşleştirme süreci sonrasında yetersiz de olsa karaya çıkış noktaları ve balık satış standardizasyonu gibi bir kısım uygulamaları da hayata geçirmeye başladığını söylüyor.
STK’lar Karardan Memnun
Gırgırlar ve balık avlanma boylarıyla ilgili yeni düzenleme, sivil inisiyatifler tarafından da olumlu karşılandı. İlk tepkiyi verenlerden bir, ise balık avcılığı konusunda son birkaç yıldır kamuoyunda duyarlılığı ve farkındalığı artırma adına önemli kampanyalara ve işlere imza atan Greenpeace oldu.
Yeni düzenlemeyi değerlendiren Greenpeace Akdeniz Denizler Kampanyası Sorumlusu Banu Dökmecibaşı, “Aslında bu yıl için beklediğimiz karar 30 metre, gelecek yıllar için de bunun 50 metreye çıkarılması idi. Ancak bu alınan kararı da, ekosistem ve kıyı balıkçılığının nefes alabilmesi adına önemsiyoruz” diyor. Önümüzdeki dönemlerde, bu sezon alınan kararların uygulanması ve eksikliklerin giderilmesi üzerine yoğunlaşacaklarını kaydeden Dökmecibaşı, hedeflerini şöyle açıklıyor: “Asıl hedefimiz tam koruma altında deniz rezervleri oluşturulması, çünkü deniz ekosisteminin kendisini toparlayabilmesine fırsat verecek en etkili yöntem, deniz rezervleri denilen, tüm tahrip edici faaliyetlere kapalı deniz alanları oluşturmaktır”.
Balık kampanyalarının başından bu yana en önemli sivil inisiyatif ayaklarından biri de Slow Food Fikir Sahibi Damaklar’dı. Slow Food İstanbul Fikir Sahibi Damaklar Birliği’nin kurucusu Defne Koryürek de, Bakanlığın düzenlemesini önemsediklerini ve bu kararların arkasında durmanın zorluğundan bahsediyor. Son iki yıldır Bakanlığın yeniden düzenleme yolunda kararlar aldığını hatırlatan Koryürek, “Onlar duruşlarını muhafaza ettikleri sürece bizler de yanlarında duracağız. Zira bereket, onu korumayı bilenin mirasıdır; çocuklarımıza ve denizlerimize bereketini iade etmek hepimizin birincil sorumluluğu” diyor.
Yeme içme kültürü üzerine yazılarıyla tanınan Tan Morgül de, yeni alınan kararları önemsediğini ancak bu kararların uluslararası düzeyde uygulanması gerektiğinin altını çizerek, “Yasanızı buna göre sadece ulusal ölçekte değil evrensel ölçekte hazırlayacaksınız. Çünkü özellikle yığınsal olarak avlanan göçmen balıklar sadece bizim sularda gezmiyorlar ve kimseye de zimmetli değiller. Bu türlerin devamını sağlamak için birbiriyle uyumlu yasalar hazırlamak şart” diyor. Morgül su ürünleri avcılığında gelinen nokta için de “yaşamın kendisine hakaret” ifadesini kullanıyor.
Türkiye’nin başta balıkçılık olmak üzere su ürünleri politikalarını yakından takip eden, nesli tehdit altında olan türlerin geleceği hakkında endişelenen bütün kesimler, gırgırlar ve balık avcılığıyla ilgili yeni koruyucu düzenlemelerin takipçisi olacak gibi gözüküyor. Bundan sonraki en önemli görevlerden biri ise öncelikle bu karardan geri adım atmaması gereken Tarım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığı’na düşüyor. En az onun kadar önemli bir görev de, bütün bu mücadele devam ederken ve sürdürülebilir balıkçılık adına yeni yeni olumlu sonuçlar alınmaya başlamışken, bunu daha da ileriye taşıyacak güce sahip tek kesime, yani bilinçli tüketicilere düşüyor.
“Bir Balığımız, 10 Avcımız Var”
Greenpeace Akdeniz Denizler Kampanyası Sorumlusu Banu Dökmecibaşı, Türkiye’nin belirli bir deniz yönetim politikası olmadığını söylüyor…
Öncelikle Türkiye’de korumaya yönelik bir deniz yönetimi politikası yok. Bu büyük eksiklik, çünkü deniz ekosistemi yalnızca bir alandan korunamaz. Bütüncül ele alınmalı. Balıkçılık bunun yalnızca önemli bir bölümünü oluşturuyor. Sürdürülebilir balıkçılık politikası, deniz ekosistemini korumak adına oluşturulacak bir deniz yönetimi politikasının bir parçası olmalı. Ayrıca balıkçılığın hâlâ bir sektör olarak görülmemesi de, yasal anlamda hatalara yol açıyor. Sürdürülebilir balıkçılığın olmazsa olmazı, küçük ölçekli balıkçılığın desteklenmesi, geliştirilmesi ve öncelik tanınmasından geçiyor. Öncelikle kıyı alanları küçük balıkçılığa bırakılmalı, ayrıca yasadışı avcılığın önüne kesinlikle geçilmeli, av filosu çok fazla olduğundan, küçültülmeye gidilmeli. Şu anda var olan bilinen balık stoklarının yaklaşık 10 katını avlayabilecek bir av filosuna sahibiz. Balıkçılık kuralları sermayeye dayalı değil, stokları ve ekosistemi korumaya dayalı olmalı. Türkiye balıkçılık piyasasını şu anda kabzımallar, yani komisyoncular yürütüyor. Bu sistem değişmedikçe, balıkçı bu sistemin içinde asla kâr eden olmayacak ve azalan stoklarla birlikte daha da zor durumda kalacağı için yasalara uymamaya başlayacak. Şu anda yaşanan en ciddi sorun bu.
“Seneye de Artık Ekonomiyi Yeriz”
Yeme içme kültürü yazılarıyla tanınan gazeteci Tan Morgül, yaşananların sebebinin, deniz ürünlerine de ‘kalkınmacı’ bir akılla bakılması olduğunu söylüyor…
Gırgır avı yasal. Bilimsel ve vicdani ölçülerde yapıldığında gereklidir de. Sofraya gelen balığın büyük çoğunluğu bu tip avcılık sayesinde geliyor. Ha, denizler bu tip durumdayken, türler yok olurken illa balık yemek zorunda mıyız, o başka bir tartışma. Ama bu devran dönüyorsa en azından hakkaniyetli dönmeli. Yasal ölçekler dışındaki avın denetiminin nasıl yapılacağı mevzuatta belli. Asıl hadise, bunu uygulamakla yükümlü resmi makamların ve kolluğun denetim işini ne kadar ciddiyetle uygulayacakları. İşin ehemmiyeti ileride daha çok anlaşılacak. Mesele çok ciddidir; yaşamdan, doğadan bu kadar kopuk bir insan tipinin, keyfi de, refahı da, huzuru da daim olmaz. Sonuçta doğa var olduğu sürece varız, içinden her bir eksilme bizden bir eksilme demek. Eğer çok okunan bir gazetemiz, yeni sirkülerle ilgili ‘ekolojik olarak doğru, ekonomik olarak yanlış’ manşetini atıyorsa, insanlara ‘ekonomi’ ile ilgili de ders vermek gerekiyor. Tabii bahsettiğimiz; hayırlı bir ekonomi. Belli ki, hâlâ modern insanın ‘kalkınmacı’ kafasındalar. Ama o kafanın fecaati zaten her daim ekolojik felaketlerle kapımıza dayanıyor. Ha, eğer ‘ekonomi’den balık yapmayı becerirlerse, gelecekte onu avlarlar, o zaman biz de susup otururuz!
“Yaptırımlar Yeterli Değil”
Slow Food İstanbul Fikir Sahibi Damaklar Birliği Başkanı Defne Koryürek, balıkçıların komisyonculara ve bankalara ağır borç yükü altında olduklarını söylüyor…
Denizlerin denetimi Sahil Güvenlik Komutanlığı (SGK) ve deniz polisi (DP) tarafından yapılıyor. Her iki kurum da yasa çerçevesinde denetim yapıyor. Dolayısıyla etkin bir denetim için caydırıcı cezalar içeren yasaya ihtiyaç var. 1380 sayılı kanun caydırıcı olmaktan bir hayli uzak. Dolayısıyla SGK ya da DP yakalama yapsa da, Boğaz’da ve Marmara’da zinhar yasak trol tekneleri suçüstü yakalanıp, tekneler yeni oluşturulan yeddiemin limanına bağlansa da, iki vakte mahkeme kararı ile salınıyor ve yasak avcılığa hiçbir şey başlarına gelmemişçesine devam edebiliyor bu balıkçılar. İkinci olarak balıkçının neden yasadışı iş yapmaya bu kadar hazır olduğuna bakmak gerek. Balıkçılarımız komisyonculara ve bankalara ağır bir borç yükü altındalar İstanbul’da. Bu borç, aslında iki şeye işaret ediyor: Birincisi, balıkçılık sektörü ödeyebileceğinden fazla bir borçla büyümüş. İkincisi ise gırgır reisleri aslında artık kendi rızaları ile değil, borç ödemek için avlanıyor. Şimdi sizin de sırtınızda, dükkâna getireceğiniz balığı bekleyen, borcunuza karşılık getireceğiniz balığı sayan bir kabzımal olsa; borcunuz bu rakamlarda; hatta beş yıl gibi bir mazi ile bunaltan bir borç olsa, caydırıcı kalitede yasa da yoksa, siz de çıkar, talan ediyorum demez, ekmek parası der, denizin iflahını kesersiniz!
“Kıyı Balıkçılığının Adı Yok”
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na bağlı Su Ürünleri Merkez Araştırma Enstitüsü’nden Dr. Mustafa Zengin gırgırla avlanmada limitin aşamalı olarak artırılması gerektiğini söylüyor…
Bugün Bakanlığın bazı kararlara imza atmasında bu STK’ların oluşturduğu kamuoyunun çok önemli rolü bulunuyor. Alınan karar önemli ama derinlik limiti aşamalı olarak 30 veya 50 metreye çıkarılmalı. Ancak bu uygulama da, av bölgeleri, mevsim/avcılık zamanı ve balık türü/popülasyonun göç özellikleri dikkate alınarak detaylandırılmalı. Bundan daha önemlisi ise avlanabilir ve sürdürülebilir seviyedeki stokun avlayabileceği düzeyde bir balıkçı av filosunun avlanmasına izin verilmesi olmalı. Türkiye’de endüstriyel balıkçılığın, kıyı balıkçılığına göre oranı çok yüksek. Bunun en önemli nedeni de ülkedeki genel iş istihdamının yetersizliği. Türkiye balıkçılığı yönetiminde daha çok endüstriyel balıkçılar etkili olduğu için, olası tüm geliştirici önlemler ve destekler büyük balıkçılar lehine işliyor. Küçük balıkçıların azalan stoklar ile birlikte günlük av miktarları da düşmüş durumda. Büyük balıkçılar gibi, avcılık işletme masraflarında en önemli girdi olan ÖTV’li akaryakıt imkânından da yararlanamıyorlar.
Diğer taraftan av sezonu boyunca yakın kıyı sularında büyük gırgır tekneleri tarafından kullanılması neticesinde, küçük kıyı balıkçıları av sahası paylaşımında mağdur oluyor. Bir de Türkiye’deki tüketicinin balık yeme alışkanlığı da önemli. Tüketim büyük oranda taze balığa dayanıyor. Bu alışkanlığın mamul ürün şeklinde market ürününe dönüştürülmesi, biyo-ekonomik sürdürülebilirlik için önemli katkı sağlayabilir diye düşünüyorum.
“Kendilerini Değil, Bebeklerini Yiyoruz”
Sinop Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nden Yrd. Doç Dr. Yakup Erdem, balık stoklarının korunması açısından en önemli tedbirin yüzey balıklarının göç hareketlerini engellememek olduğunu söylüyor…
Dip balığı stokları trol ve algarna avcılığının baskısı altında. Diğer yandan hamsi, çaça ve sardalya gibi yüzey balıkları, dip türlerin besinini oluşturduğu için bunların yoğun avlanması dolaylı olarak dip balığı stoklarını da etkiliyor. Yüzey balıklarının çoğu deniz gezen göçmen balıklardan oluşuyor. Hamsi haricindeki türler Akdeniz ve Ege Denizi’nden yumurtlamak ve yavrularını beslemek amacıyla Karadeniz’e geliyor. Bu stokların korunması açısından en önemli tedbir bu göçün selametle gerçekleşmesini sağlamak.
İkincisi, bilinen balıkların bebeklerine, vonoz (palamut yavrusu), çinakop (lüfer yavrusu), kıraça (istavrit yavrusu), ispendek (levrek yavrusu), lidaki (çipura yavrusu), ilarya (kefal yavrusu), papalina (sardalye yavrusu) gibi farklı adlar vererek yapılan bebek katliamının önlenmesi gerekiyor. Bundan da ötesi, her balık türüne bir kez üreme şansı tanınması, lüferin 25, palamudun 30, istavritin 15, hamsinin 11 santimetre boya ulaşmadan avlanmaması sağlanmalı.
EKOIQ Dergisi Ekim 2012 Sayı: 22