Kültür

“Ben Sularda Batan Bir Işık Gibi”

Türkiye edebiyat dünyasının genç ve yetenekli öykücülerinden Ahmet Büke, Fukuşima felaketinin ikinci yıldönümünde, EKOIQ için, Jin ve küçük ejderhasının hikâyesini kaleme aldı.
Yazı: Ahmet BÜKE
Çizimler: Serhat FİLİZ
Jin 8 yaşında kocaman bir kızdı artık. Sabah uyanır uyanmaz elbise dolabını açıyordu. Gömleği ve kazağına uygun bir fular seçmeliydi. Sonra ojeler, ojeler. Nasıl da Tanrı’ya ait renklerdi onlar öyle. Fakat bunlardan ibaret değildi hayat. Odayı dolduran kuarklar ve antikuarklar ve bunların oluşturduğu hadronlar ne güzeldir işte. Biz hayatı hep kararlı zannederiz. Doğar ve ölürüz. Oysa Jin annesini hâlâ beklerken o ikircikliği sezmişti bile. Mesela kararsız atom çekirdeklerindeki radyoaktif maddelerin çekirdekleri böyledir. Aniden çekirdek parçalanması olur ve bizim bilemeyeceğimiz bir etkileşim bunu tetikleyiverir. Üstelik ortalıkta pek görülmeyen maddeler vardır. Ömürleri Jin’den bile kısadır. Hatta Jin’in annesi Hanna’dan bile. Mesela pi mezon dediğimiz atom altı parçacığı 10-8 sn. yaşar. JinJinJin. En güzel ojesini arıyor bugün. Annesi olsaydı hemen bulurdu ona. Şalgam çorbası yapardı. Ya da yumurtalı pilavı ısıtırdı sabah için. Jin açlığının sekizinci gününde biraz kahve yaladı, kalan suyu içti. Elektrikler olsaydı arkadaşlarına mail atacaktı. Ya da bebeğini giydirecekti: Tık tık, yaşasın fare! Sekiz gündür iki güneş vardı Jin’in şehrinde. İki ay. İki yıldız doğuyordu her sabah. İki kuş kalmıştı koca şehirde: Baryon ve Mezon. Erimiş bir çekirdek, büyük hararet. Hanna telefon etmişti o sırada. “Jin, sesleri duyuyor musun? Sakın korkma olur mu? İnsanları uyarmak için bu alarmlar. Kimsenin evlerinden çıkmaması gerekiyor. Yakıt istasyonunda bir terslik olmuş. Ama itfaiye halledecek. Sen kocaman bir kız oldun artık. Heyecanınla başa çıkabilirsin… Annen seni almaya gelecek. Dolaptaki yemeği çıkar. Biraz pirinç ısla, tamam mı? Pirinç iyi ve kötü günlerin dostudur. Annen seni çok seviyor.” Jin hiç korkmadı. Koşup ojelerini çıkardı. Elektrikler kesildi o sırada. Koşup bebeklik battaniyesini buldu. Pembe olanı. Üzerinde tombul yanaklı ejderhaları vardı. Yosun yeşili ojesiyle büyük ejderhanın dudaklarını boyadı. Sonra gidip pirinç ısladı. Krakerleri çıkardı okul çantasından. “Ne güzel bir gün olacak” dedi. “Ne heyecanlı, ne büyük.” O sırada sokaktan acayip sesler geldi. Pencereye koştu Jin. Kocaman bir market arabası elektrik direğine çarpmıştı. İçinden çıkan adam kustu. Elektrik direğine yürüdü. Dayandı. Yüzünü sildi. Pencereden bakan Jin’le göz göze geldiler. El salladı Jin. Adam ona baktı. Arkaya düştü kaldı. Jin ellerini çırptı. “Demek oyunumuz bu.” Kendini minderlerin üzerine bıraktı. “Ah güzel ejder, şimdi bir uyku da gibi hareketsiz kalacağız.” Gözlerini kapadı. Biraz uyudu. Sirenleri duyunca gözlerini açtı. Gece olmuştu. Karanlık sokaktan iki itfaiye aracı yıldırım gibi geçti gitti. Telefonun başına gitti Jin. “Anne eğer şimdi aramazsan çişimi yaptıktan sonra sifonu çekmeyeceğim.” Mutfaktaki iki sandalyeyi salona taşıdı Jin. Büyük oturma koltuğundaki minderleri de kullanarak bir Eskimo evi kurdu. Battaniyesini ve ojelerini taşıdı. Biraz kraker ve su aldı yanına. Kalan pirinçleri yedi. Buzdolabı çok feci kokmaya başlamıştı. Kapısını hemen kapattı. Koşarak evine girdi. Uyudu. Sabah yeniden telefonun başına gitti. Bütün ahizeyi mürdüm eriği rengi ojesiyle renklendirdi. O gece erimiş çekirdek büyük bir gürültüyle ikinci defa patladı. Jin’lerin evindeki bütün camlar patladı. Ama Eskimo evi sayesinde ona hiçbir şey olmadı. Üşüdü. Battaniyesindeki ejderhaya rica edince biraz alev verdi ona. Uyanınca bir koşu annesinin odasına gitti. Elbise dolabından kaz tüyü montunu çıkardı annesinin. Geçen yıl kayağa gittiklerinde giymişti annesi onu. Şimdi içeriye dolan kara bakılırsa tam zamanıydı bunun. Mutfak çekmecelerinden birinde bir avuç fındık bulunca sevinçten dans etti. Hey hey güzel taşbebek… Seni en güzel günlerim için sakladım Ben büyüyünce sen yaşlanacaksın Büyük annemi bırakacağım o zaman yanına. O sana en güzel kekleri pişirecek. Akşama doğru başı ağrımaya başladı Jin’in. İki fındığı arka arkaya kırdı. Üçüncüsünde ağzında bir acı hissetti. Fındık, kabuğuyla duruyordu. Ama azı dişi yerinden sökülmüştü. Uzun uzun baktı avucundaki beyazlığa. Sonra onu fuşya rengi ojesiyle boyadı. Çok beğendi. O kadar ki, acısını bile umursamadı. Kalkıp taşbebek dansını yapmak istedi ama çok halsizdi. Sabaha doğru kapı açıldı. Jin kulaklarına inanamadı, battaniyesine sarınıp evinden dışarıya çıktı. Uzun boylu, beyazlar içinde bir adam eldivenlerini ve yine beyaz başlığını çıkartıp ona gülümsedi. Dalgalı saçları vardı. Mavi hareli gözleri vardı. Güneyden getirdiği gülümsemesi vardı. “Karnın aç mı” dedi Jin’e. Jin bilmediği bir dilde konuşmaması gerektiğini düşündü. Ama bilmediği bu dili anlayabiliyordu. “Annem gelecek” dedi Japonca. Uzun boylu, mavi gözlü adamla böylece kendi dillerinde konuşmaya başladılar. Ölene kadar birbirlerini anlayabilirlerdi çünkü. “Bak sana ne getirdim” dedi adam. “Ne?” “Manda sütü.” “Manda nedir?” “Üç kanatlı bir kuş.” “Tanrım üç kanatlı mı?” “Evet. Renk renk kanatları hem de.” “Mor, çağla yeşili ve kiraz çiçeği rengi mi?” “Galiba öyle.” “Hey, yaşasın! Hepsinden ojelerim var benim.” Adam ocağa gitti. Sütü bir kaba boşalttı. Altını yaktı. Sonra Jin’in ojelerine gittiler. Jin çok halsizdi. Adam onu kucağına aldı. Gülümsediler karşılıklı. “Sen ne iş yapıyorsun.” “Şairim.” “Annem de mühendis benim. Böyle parçacıkları ayırıyorlarmış.” “Ne güzel iş öyle.” “Şairler ne yapar?” “Mandalara şarkı söylerler.” “Yaa!” “Evet.” “Bana da söyler misin?” “Şu yoğurdu bir yapalım önce.” Uzun boylu, mavi gözlü adam sütü mayaladı. Sonra havlulara sardı kabı. Uyuttu yoğurdu. Jin’i dizine yatırdı. Okudu ona. Denize dönmek istiyorum! Mavi aynasında suların: boy verip görünmek istiyorum! Denize dönmek istiyorum! Adam Jin’i son kez doyurdu. Gözlerinden öptü sonra. Üstünü örttü. Eskimo evinin kapısını kapattı. Dedi ki: Artık aç ölmeyecek dünyadaki hiçbir çocuk. Jin’in ejderhası uyandı. Gözlerini ovuşturdu. Küçük kızın yanına uzandı yine, uslu bir kedi gibi.

About Post Author