Her bir aday ülkenin katılım yönünde kaydettiği ilerlemeye ilişkin 1998’den beri düzenli raporlar hazırlayan Avrupa Birliği ile Türkiye’nin bu 15 yıllık tarihinde neler yaşandı? Barış Gencer Baykan, gelgitlerle dolu bu sürecin kısa tarihini aktarıyor. Neredeydik ve nerelere geldik?
YAZI: Dr. BARIŞ GENÇER BAYKAN
Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi
Avrupa Birliği, her bir aday ülkenin katılım yönünde kaydettiği ilerlemeye ilişkin 1998’den beri düzenli raporlar hazırlıyor. Avrupa Komisyonu, her yıl Ekim ayında Avrupa Konseyi’ne ve Avrupa Parlamentosu’na bu raporu sunuyor. Kamuoyunda daha çok demokrasi ve insan hakları bağlamında gündeme gelen ilerleme raporlarının başlıklarından biri de çevre. AB çevre politikası, mevcut ve gelecek nesiller için sürdürülebilir kalkınmanın teşvik edilmesini ve çevrenin korunmasını amaçlıyor. Bu politika, önleyici eylem, kirleten öder ilkesi, çevre zararlarıyla kaynağında mücadele, ortak sorumluluk ve çevrenin korunmasının diğer AB politikaları ile bütünleştirilmesi üzerine kurulu. Müktesebat, yatay mevzuatı, su ve hava kalitesini, atık yönetimini, doğanın korunmasını, endüstriyel kirlenmenin denetimi ve risk yönetimini, kimyasal maddeler ve genetiği değiştirilmiş organizmaları (GDO), gürültü ve ormancılığı da kapsayan 200’den fazla belli başlı yasal düzenlemeyi içeriyor. Bu yazıda, 1998-2012 yılları arasında yayınlanan İlerleme Raporları’nı temel alarak Türkiye’nin AB çevre mevzuatına uyumunu ele aldık.
İlk Yıllar: Durum Tespiti ve Uyum Stratejileri
1998 yılında yayınlanan ilk rapor, Türk çevre mevzuatının, standartlar, izleme gerekleri ve ölçüm yöntemleri bakımından, Avrupa Birliği’nin çevre mevzuatından çok farklı olduğu ve Türkiye’de çevre koruma düzeyinin arzu edilenin uzağında yer aldığı tespitiyle açılıyor. En kötü sorunların endüstriyel ve kentsel kirlenme, kıyıların ve doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi alanlarında olduğuna ve endüstriyel kirlenme, tehlikeli maddeler, genetik olarak değiştirilmiş organizmalar, nükleer güvenlik ve çevre hakkında bilgiye erişim alanlarında eksikliklere vurgu yapılıyor. Atıklar, havanın ve suyun korunması, doğa koruma ve çevresel etki değerlendirmeleriyle ilgili olarak müktesebatın kabul edilmesi yönünde çaba sarf edildiği fakat müktesebatın benimsenmesinin uzun vadeli bir konu olduğu ve büyük ölçekli yatırımları gerekli kılacağı ifade ediliyor. Komisyon, Türkiye’deki çevre koruma düzeyinin Avrupa Birliği’nin düzeyine yaklaştırmak için strateji teklifi olarak idari ve mali işbirliğini, yasaların yakınlaştırılmasını öneriyor ve bunun için ulusal bir plan hazırlanmasının kararlaştırıldığını duyuruyor.
GDO konusu ilk raporlarda Çevre başlığı altında değerlendirilirken daha sonraki yıllarda Gıda Güvenliği başlığında ele alınmaya başlıyor. AB, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ile ilgili düzenlemeleri 90’lı yıllarda yapmaya başladı. GDO’ların çevreye kasıtlı salınması konusunda Direktif 1990’da ve GDO’ların piyasaya sürülmesine yönelik Direktif ise 1993’te yayınlandı. Raporda Türkiye’de 1998’de genetiği değiştirilmiş patates, mısır ve pamuk ithali için başvuruda bulunulduğu ve bunu takiben GDO’ların kontrolüne yönelik yasalar ve yönetmeliklerin ilgili bakanlıklarca hazırlandığı belirtiliyor. AB ile Türkiye’nin çevre ala İlk Yıllar: Durum Tespiti ve Uyum Stratejileri
1998 yılında yayınlanan ilk rapor, Türk çevre mevzuatının, standartlar, izleme gerekleri ve ölçüm yöntemleri bakımından, Avrupa Birliği’nin çevre mevzuatından çok farklı olduğu ve Türkiye’de çevre koruma düzeyinin arzu edilenin uzağında yer aldığı tespitiyle açılıyor. En kötü sorunların endüstriyel ve kentsel kirlenme, kıyıların ve doğal kaynakların sürdürülebilir yönetimi alanlarında olduğuna ve endüstriyel kirlenme, tehlikeli maddeler, genetik olarak değiştirilmiş organizmalar, nükleer güvenlik ve çevre hakkında bilgiye erişim alanlarında eksikliklere vurgu yapılıyor. Atıklar, havanın ve suyun korunması, doğa koruma ve çevresel etki değerlendirmeleriyle ilgili olarak müktesebatın kabul edilmesi yönünde çaba sarf edildiği fakat müktesebatın benimsenmesinin uzun vadeli bir konu olduğu ve büyük ölçekli yatırımları gerekli kılacağı ifade ediliyor. Komisyon, Türkiye’deki çevre koruma düzeyinin Avrupa Birliği’nin düzeyine yaklaştırmak için strateji teklifi olarak idari ve mali işbirliğini, yasaların yakınlaştırılmasını öneriyor ve bunun için ulusal bir plan hazırlanmasının kararlaştırıldığını duyuruyor.
GDO konusu ilk raporlarda Çevre başlığı altında değerlendirilirken daha sonraki yıllarda Gıda Güvenliği başlığında ele alınmaya başlıyor. AB, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ile ilgili düzenlemeleri 90’lı yıllarda yapmaya başladı. GDO’ların çevreye kasıtlı salınması konusunda Direktif 1990’da ve GDO’ların piyasaya sürülmesine yönelik Direktif ise 1993’te yayınlandı. Raporda Türkiye’de 1998’de genetiği değiştirilmiş patates, mısır ve pamuk ithali için başuvuruda bulunulduğu ve bunu takiben GDO’ların kontrolüne yönelik yasalar ve yönetmeliklerin ilgili bakanlıklarca hazırlandığı belirtiliyor. AB ile Türkiye’nin çevre alanındaki işbirliklerine de değiniliyor. Türkiye’nin ilk raporda sözü edilen Avrupa işbirliği stratejisine somut tekliflerle olumlu yanıt verdiği ve ayrıca Avrupa Çevre Ajansı’nın (European Environment Agency) faaliyetlerine katılmak için resmi başvuru yaptığı kaydediliyor.
2000’lerde Uyumlaştırma için Sınırlı Reformlar
Çevre konusundaki çabalar Türki-ye’nin AB’ye uyum için diğer alanlarda gösterdiği çabalarla paralellik gösteriyor ve 2002’den sonra reformlar -her ne kadar sınırlı da olsa- hız kazanıyor. İdari kapasiteye ilişkin olarak, Türkiye’nin, Çevre Bakanlığı’nın ana birimlerini yeniden belirleyen ve taşra teşkilatını kuran kanunu kabul etmesi, çevre mevzuatının uygun şekilde uygulanması için önemli bir adım olarak değerlendiriliyor. Kimyasallar alanında 1993’te yürürlüğe giren Zararlı Kimyasallar ve Ürünlerinin Kontrol Yönetmeliği’nde değişiklikler yapılıyor. Yatay mevzuat alanında ise TBMM Çevre Komisyonu, AB müktesebatının uyumlaştırılması için gerekli hukuki çerçeveyi oluşturacak bir çerçeve kanun tasarısı hazırlıyor. Tasarının amaçları arasında sürdürülebilir kalkınma ilkesini bütünleştirmeye ve çevre politika, plan ve programları için Stratejik Çevresel Etki Değerlendirme prosedürünün uygulanmasına, Çevre Bakanlığı’nın daha etkili bir çevresel izleme ve denetleme yapmasına yer veriliyor.
2002 raporuna göre Türkiye, AB Çevre müktesebatının iç hukuka aktarılması konusunda ilerleme kaydediyor, idari kapasitenin geliştirilmesinde de kayda değer gelişme sağlıyor. Çevresel boyutun tüm politikalara entegre edilmesi konusunda Ocak 2002’de kabul edilen Kamu İhale İlanı’na göre kamu ihale süreçlerinin başlatılmasından önce olumlu bir çevresel etki değerlendirilmesi yapılması ve benzer bir yükümlülüğün endüstri bölgesindeki yatırımcılar için de getirilmiş olması önemlidir. Yatay mevzuat alanında, Haziran 2002’de, yeni bir Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği çıkarılarak AB Çevresel Etki Değerlendirmesi Direktifleri hükümlerinin tamamına yakını iç hukuka aktarılıyor. İdari kapasite alanında Çevre Bakanlığı’ndaki ana birimlerin görevlerinin yeniden tanımlanmasıyla ilgili kanunun kabulü, yerel düzeyde etkin bir çevre mevzuatı uygulamasını getiriyor ve il düzeyindeki çevre müdürlüklerinin sayısı 30’dan 81’e çıkıyor. Ayrıca Yeni Çevre Denetim Yönetmeliği’nin Ocak 2002’de çıkarılması müktesebatın uygulanmasına yönelik olumlu bir adım olarak değerlendiriliyor.
2003 ve 2004 yıllarında Türkiye çevre konusunda önemli uluslararası çevre sözleşmelerine ve protokollere imza atıyor. Doğa koruma alanında, Şubat 2003’te, Nesli Tehlikede Olan Yabani Flora ve Faunanın Uluslararası Ticaretine (CITES Sözleşmesi) ilişkin bir Bakanlar Kurulu Kararı kabul ediliyor ve Haziran 2003’te Avrupa Peyzaj Sözleşmesi onaylanıyor. Genetik olarak değiştirilmiş organizmalar alanında, Haziran 2003’te Kartagena Biyogüvenlik Protokolü (Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi), Kimyasallar alanında ise, Haziran 2003’te, (Montreal Protokolü) ozon tabakasını azaltan maddelerle ilgili iki kanun kabul ediliyor. 2004’te Türkiye Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni onaylıyor ve Akdeniz’de zararlı atıkların sınır ötesi hareketlerinden ve atılmasından oluşan kirlenmenin azaltılmasına ilişkin bir kanun kabul ediliyor.
Diğer yandan Türkiye, Aarhus ve Espoo Sözleşmelerine henüz taraf değil. Aarhus (Yargıya Başvurma Hakkı, Karar Vermeye Halkın Katılımı ve Bilgiye Erişim) ve Espoo, (Sınıraşan Çevresel Etki Değerlendirme) Sözleşmelerine imza atmadı. Aarhus Sözleşmesi çevresel konularda halkın bilgilendirilmesi, karar mekanizmalarına halkın katılımını ve yargıya başvurulabilmesiyle ilgili konuları içeriyor. Espoo ise sınıraşan boyutta çevre kirliliğine yol açan faaliyetlerin proje aşamasında taraf ülkelerin ve kamunun katılımıyla ele alınmasını amaçlıyor. AB’nin özel önem verdiği sınıraşan konularda iç hukuka aktarım ve kamusal danışmanın artırılması konusunu ele alan bu iki sözleşmeye Türkiye taraf olup olmamayı, “üyelikle” birlikte “değerlendireceği”ni belirtiyor.
Diğer aday ülkeler gibi Türkiye için de, AB’ye uyum sürecinde çevre başlığı en maliyetli alanların başında geliyor. 2006 yılında yayınlanan Ulusal Çevre Stratejisi (UÇES) dokümanı Türkiye’nin, AB müktesebatında çevreye tam uyumun sağlanması için ihtiyaç duyulacak teknik ve kurumsal altyapının ve gerçekleştirilmesi zorunlu çevresel iyileştirmelerin yanı sıra uyumun maliyeti ile ilgili rakamlara da yer veriyor. Endüstri, tarım ve kentsel altyapıları da içerecek şekilde yapılması gereken yatırımların maliyeti 59 milyar Avro olarak tahmin ediliyor ve bu yatırımın yüzde 80’in kamu sektörü, yüzde 20’sinin ise özel sektör tarafından yapılmasının beklendiği belirtiliyor.
Doğa Korumada Uyum Alt Düzeyde
AB’nin üzerinde hassasiyetle durduğu ve Türkiye’nin ilerleme raporları incelendiğinde en az ilerleme ve uyum gösterilen alanlardan biri doğa koruma. Raporlar, yaşam alanlarının yitirilmeye devam ettiğini vurguluyor ve Türkiye’nin yeni büyük ölçekli su ve enerji altyapısının tesis edilmesinin, korunan flora ve fauna türleri üzerinde yaratacağı olası olumsuz etkilere dikkat çekiyor. Avrupa Birliği’ne üye her ülke, kendi sınırları içindeki en önemli doğal yaşam alanlarının ve buralardaki bitki ve hayvan türlerinin bir listesini derlemek zorunda. AB sınırları içinde belirlenmiş doğal çevre koruma ağı olan Natura 2000’e dahil edilecek Türkiye’deki alanların listesi, raporların yayınlanmasından bugüne geçen 15 yıl içinde hâlâ derlenmiş değil. 2010 yılında Natura 2000 ağına faydalı katkılar sağlayabilecek birçok alanın mevcut koruma düzeyinin kaldırılmasına neden olacak Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı, AB ile uyum adı altında Meclis’e geldi. Tasarı, doğal ve kültürel sit alanlarını, muğlak tanımlanmış “koruma-kullanma dengesi” ve “üstün kamu yararı” kavramları yoluyla, korumadan ziyade madencilik, enerji, sanayi, tarım ve turizm sektörlerinin kullanımına açıyordu. 1958’den bu yana doğa koruma alanında elde edilen kazanımlar siliniyor ve daha önceki tasarıda bilimsel çevreler, ilgili kamu kurumları, sivil toplum kuruluşları ve koruma alanlarında yaşayanların karar süreçlerine dahil olması için öngörülen ulusal ve yerel kurulların tümü tasarıdan çıkarılıyordu. Tabiat Kanunu İzleme Girişimi ve Avrupa Komisyonu tarafından da eleştirilen Tasarı geri çekildi. Doğa korumaya ilişkin bir çerçeve kanun ile kuşlar ve yaşam alanlarına ilişkin uygulama mevzuatının kabulü ise ertelenmiş durumda. Ulusal bir biyoçeşitlilik stratejisi ve eylem planı da hâlâ kabul edilmeyi bekliyor. 2-B olarak adlandırılan orman vasfını yitirmiş Hazine arazilerinin satışını öngören kanun tasarısının kabulü de rapora konu oluyor ve bu satışın Türkiye’deki orman yaşam alanlarını azaltacağına dair bir yoruma yer veriliyor.
İklim Değişikliği Önem Kazanıyor
AB, gerek birlik, gerekse uluslararası düzeyde iklim değişikliğiyle mücadelede önemli roller oynuyor. Kyoto Protokolü’ne liderlik eden AB, 2020 yılında seragazı emisyonlarının 1990 seviyelerinin en az yüzde 20 altına düşürülmesi, enerji tüketiminin yüzde 20’sinin yenilenebilir kaynaklardan karşılanması ve tahmini seviyelere kıyasla temel enerji kullanımının yüzde 20 oranında düşürülmesi hedefiyle bir iklim değişikliği ve enerji planını kabul etti.
Ancak AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde iklim değişikliği 90’lı yıllarda hiç gündeme gelmiyor. İlk yıllardaki raporlarda iklim değişikliğinin bahsi dahi geçmiyor. 2002’den 2009’a kadar Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü imzalamadığı not düşülürken, 2004 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni onayladığı ve 2007’de de Türkiye’nin BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekreterliği’ne 1990-2004 yılları için Sera Gazı Envanteri’ni sunduğu belirtiliyor.
2007 yılından itibaren iklim değişikliği konusunda AB’ye uyum mevzuatı konusundaki gelişmeler çeşitleniyor. Türkiye’nin müktesebata uyumu ile uluslararası müzakerelerdeki pozisyonu birlikte ele alınıyor. Türkiye, 2010 yılında dönemin Çevre ve Orman Bakanlığı bünyesinde İklim Değişikliği Dairesi kurdu ve kamu kurumları arasında koordinasyonu artırmak amacıyla yüksek düzeyli bir İklim Değişikliği Koordinasyon Kurulu oluşturdu. AB’nin emisyon ticaret sistemi konusunda farkındalık yaratmak dahil olmak üzere, Türkiye, emisyon ticaretine yönelik işbirliğinin artırılması konusunda girişimlerde bulundu. 2011’de, 2023 yılına kadarki süreyi kapsayan İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planını (İDEP) kabul edildi. Bu plan kapsamında, bina, sanayi, ulaştırma, atık, tarım ve ormancılık sektörlerindeki birincil enerji yoğunluğu ve enerji tasarrufu bakımından büyük emisyon azaltımı öngörülmesine rağmen, genel bir ulusal seragazı emisyon azaltım hedefi kabul edilmedi. Ulusal bir hedefin bulunmayışı bu alanda ilerleme kaydedilmesinde en önemli engeli teşkil ediyor. Türkiye 2009 yılındaki Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’nde ortaya konan, seragazlarını azaltmak konusunda yasal bağlayıcılığı olmayan ve “gelişmiş ülkelerin hedefleri” ve “önde gelen gelişmekte olan ülkelerin gönüllü vaatleri” üzerine kurulan Kopenhag Mutabakatı’na taraf olmadı. Uluslararası iklim müzakerelerinde bağlayıcı kararlar çıkmadığı sürece Türkiye özel koşullarını bahane ederek iklim değişikliğine karşı ulusal ve uluslararası planda etkin bir mücadele vermekten kaçınmaya devam ediyor. Raporlarda Türkiye’nin iklim müzakerelerinde AB pozisyonuyla uyumlu hareket etmeme eğiliminde olduğu ve iklim faaliyetinin fırsat ve zorluklarına ilişkin olarak tüm düzeylerde farkındalık yaratıl masına kayda değer biçimde ihtiyaç olduğu vurgulanıyor. 2012 yılında ilk defa ilerleme raporunun çevre ile ilgili başlığı değişti ve iklim değişikliği de başlığa girdi. Rapor, Türkiye’nin, en büyük seragazı emisyonu gerçekleştiren ülkelerden biri olmakla birlikte, 2020 yılı için henüz bir seragazı emisyon azaltım hedefi belirlememesini eleştiriyor ve Türkiye’nin AB mevzuatına uyum sağlamak ve mevzuatı uygulamak için daha fazla adım atması gerektiğinin altını çiziyor.
İdari Kapasite Güçlendirilmeli
Merkezi ve yerel düzeyde idari kapasite 90’ların sonuna göre artmış olsa da, tüm düzeylerdeki ilgili otoriteler arasındaki koordinasyon dahil olmak üzere daha fazla güçlendirilmesi gerekiyor. Son yıllardaki raporlarda değinildiği gibi çevrenin korunmasının diğer politika alanlarına dahil edilmesi ve yeni yatırımların çevre konusundaki AB müktesebatıyla uyumunun sağlanması erken aşamada. Ulusal bir çevre ajansının kurulması yönünde henüz ilerleme kaydedilmiş değil. İdari kapasitede yer verilen diğer önemli bir alan da yerel düzeyde çevre mevzuatının etkili uygulanmasını sağlayacak kurum ve kuruluşların kapasitesi. Çevre koruma tedbirlerinin uygulanmasında, çevresel altyapı inşa edilmesinde, kentsel atıkların toplanması ve bertaraf edilmesinde ve imar planlamasında önemli bir rol oynayan belediyelerin de, çevre politikasının uygulanmasında görev almaları gerekiyor.
Nuran Talu’nun Yerel Yönetimlerde AB Çevreciliği kitabında belirttiği üzere, AB çevre müktesebatının odak noktasını oluşturan çok sayıda direktif, devletlerin hükümetlerine yönelik olsa da, mevzuatı esas olarak kentsel çevre konuları başta olmak üzere yerel düzeydeki diğer konular oluşturuyor. Bu da mevzuatın uygulanmasında yerel yönetimlere etkin görevler yüklüyor. Bu açıdan çevre yönetimi- denetim, izleme ve izin- açısından il bazında düzenlemeler gerekli. Dolayısıyla raporda, belediyelerin özellikle eğitim açısından, AB çevre politikasına yönelik çalışmalarını hızlandırması gerektiği vurgulanıyor.
2010 yılından sonra su ve doğa koruma alanında gerçekleştirilen kapsamlı idari yeniden yapılanmalar da raporlara konu oluyor. 2011’de Çevre ve Orman Bakanlığı ikiye ayrılarak Orman ve Su İşleri Bakanlığı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kurulmuştu. Özel Çevre Koruma Kurumu ve Kültür ve Tabiat Varlıkları Bölge Kurulları kapatıldı ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bünyesinde birleştirilerek bir genel müdürlüğe dönüştürüldü. 2012 Raporu, özellikle idari yeniden yapılanmada, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın çevre ve kalkınma gündemleri arasında denge kuramadığı ve büyük altyapı projelerinin uygulanmasında çevre unsurlarına yeterince önem vermediği tespitini yapıyor.
Aralık 2009’da 27. müzakere başlığı olan “Çevre” faslı, müzakerelere açıldı fakat Türkiye’nin üyelik perspektifinin netleşmemesi çevre faslının maliyetinin kamu ve özel sektör tarafından üstlenmesini zorlaştırıyor. Genel olarak bakıldığında çevre ve iklim değişikliği alanında daha fazla uyum sağlanması bakımından düzensiz ilerlemeler kaydediliyor. Türkiye’nin çevrenin korunması gereksinimlerini tüm diğer politikaların tanımlama ve uygulamaları ile bütünleştirmesinin zayıf olduğu değerlendiriliyor. Çevreye ilişkin müktesebatın uygulanmasındaki zayıflık halen önemli bir endişe yaratırken AB’nin önem verdiği sınır aşan sorunlar konusunda Türkiye, Birliğin taraf olduğu sözleşmelerden bazılarına taraf olmak için hâlâ üyeliği bekliyor.