Dünya ve Türkiye’nin genel haline bakınca, lafı fazla dolandırmadan, bir an önce temel sorun alanlarına bakmanın gerekliliği ortaya çıkıveriyor. Demir tavında dövülüyor ve zurnanın zırt dediği yer bizi çağırıyor. Labirentin giriş noktası aynı zamanda çıkış yeri. İklim değişikliği ve sürdürülebilirlik bağlamında da burası zannımızca Müştereklerimiz.
İngilizce’de “Commons” olarak geçen Müşterekler (uzun yıllar Türkçe’de Ortak Mallar olarak kullanıldığını hatırlatmakta fayda var), aslında apaçık ortada, insanlık tarihinin de önemli bir parçası olarak gayet somut bir gerçeklik olmasına karşın, özellikle kapitalizmin gelişme sürecinde, birey ve her kaynak üzerindeki özel mülkiyeti kutsayan ideolojik bakış açılarıyla bir sis perdesinin arkasına gizlenmiş. Müşterekleri yeniden tartışabilmek ve ele alabilmek için işe bu önyargıları seyreltmekle başlamak gerekiyor belki de…
*
Bu satıh temizliğinin, konunun kendisinden kaynaklanan zorluklarından biri, Müştereklerin birkaç ayrı temelde yükselmesi. Kimisi, DNA’mız, biyolojik çeşitlilik, atmosfer, nehirler, göller, akarsular, okyanuslar ve tohumlar gibi tamamen doğanın bize bahşettiği, hazır ve nazır varlıklar olmaları; kimisininse, hukuk, internet, diller, gelenekler, çocuk parkları, kent meydanları, sokaklar ve hatta yoga gibi tamamen insan yaratımı olması, Müştereklerin kavranmasını ve yeniden ele alınmasını zorlaştırıyor.
*
Zorluğun bir başka düzeyi ise, Müştereklerin kimisinin, köy, bölge, kent, ülke gibi dar kapsamlı, kimisininse sözgelimi okyanuslar ya da atmosfer gibi küresel ölçekli olması, hangi topluluğun hangisi için müdahil olabileceğini, söz hakkını kullanabileceğini, kontrol altında tutabileceğini karmaşıklaştırması, muğlaklaştırması. “Özellikle Müştereklerin, iktisadî bakımdan kontrol ve işletilmesi analizi” konusunda yaptığı orijinal katkılarıyla 2009 yılında Oliver E. Williamson ile birlikte Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan ilk kadın bilimci Elinor Ostrom da bu konu üzerinde yoğunlaşmış. Nedeni basit, Müşterekleri, bir toplulukla ilişkilendirmediğiniz ve o topluluk da bu müştereğin kontrol ve yönetimine niyetlenmedikçe, sonuç, son üç yüzyıldır yaşadığımız gibi, bireysel ve kurumsal aşırı kullanım sebepli kaynak yitimiyle sonuçlanıyor…
*
İklim değişikliği bağlamında, taa Kyoto’dan bu yana devam eden ve bir türlü de kesin bir anlaşmayla sonuçlandırılamayan uluslararası iklim müzakerelerinin açmazı ve çıkmazı da burada yatıyor zaten. Yapılan tartışmalar aslında basitçe, bir küresel müşterek olan atmosferi, iklimsel stabiliteyi bozacak düzeyde karbon emisyonlarıyla doldurma hakkını sınırlama, ortak bir anlaşmayla çözüm üretme etrafında dönüp dolanıyor. İşin ilginç taraflarından biri de, doğal müştereğimiz suyun tersine, karbon emisyonlarının negatif bir çıktı olması. Su kıtlığı bu noktada, görünür bir biçimde bölgesel müştereğimizin bitimine işaret edebilirken, iş, fosil yakıtların kullanımı kaynaklı karbon emisyonlarının atmosfere atılması olduğunda, hem görünürlük yok oluyor hem de ortada bir kaynak kısıdı net olarak belirmiyor. İnternet veya kamusal alanların, parkların bireysel kullanımıyla temel farkı ise, insan kaynaklı müştereklerin kullanıldıkça çoğalan doğası; doğal müşterekler özelinde bu aşırı kullanım, kıtlık veya tecavüz anlamını taşıyor…
*
Tüm insanlığı ve evet doğayı, gezegeni birbirine sonsuz ilmiklerle ekleyen görünmez bağlar var ve bu bağ nehirleri akıyor akıyor ve sonunda Müştereklerimize dökülüyor. Küresel, bölgesel, kentsel veya ulusal topluluklar bağlamında, Müştereklerimizi, aynı bireysel geleceklerimiz gibi, kendi ellerimize almadıkça gidişat hiç de iyi değil. Ama başta söylediğimiz gibi, labirentin giriş noktası aynı zamanda çıkış noktası olabilir. Ve bizi ayıran nehir, bir başka bağlamda, bizi birleştiren, büyüten nehir olabilir. Bu, nehrin değil, bizim seçimimiz…