%50’lik bölümü deniz seviyesinin 1 metre altında bulunan Hollanda,
başına gelen felaketlerden ders alarak suya hükmetmeyi öğrenmiş
bir ülke. 1953’te binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan sel baskınının
ardından “Delta Works” projesini hayata geçiren Hollanda’dan
öğreneceğimiz çok şey var…
Zeynep Heyzen ATEŞ
“Deniz olunmalı oğlum, bulutuyla,
gemisiyle, balığıyla, yosunuyla”
Nazım Hikmet
Ülkelerin düşünme biçimlerini, hayata bakışlarını ve hatta bir ülkenin köklerini anlamanın en şaşmaz yollarından biri de o ülkenin kahramanlarını incelemektir. Herkül gibi, canavarları yenen (ve sevdiğinin ihanetiyle hayatını kaybeden) bir kahraman olabilir bu veya ülkesini kurtaran bir asker… Hezarfen gibi kanat takıp gökyüzüne meydan okuyan bir mucit veya düşmanlarını zehirleyen bir Medici kraliçesi… Saymakla bitmez! Ama bir ülke var ki, kahramanı insanı gülümsetecek türden ve bu küçük kahraman gerçek olsun ya da olmasın, bugünkü Hollanda hakkında pek çok ipucu barındırıyor içinde: “Çocuğun ve Barajın Hikayesi”. EKOIQ olarak sizlere bu hikayeyi hatırlatarak Kuzey Avrupa’daki etkilerini, insanların bakış açısını ve çözüm üretişlerini ne kadar güzel özetlediğini anlatmak istedik. Elbette takdir sizindir.
600 Yıldır Suya Set Çekiyor
Hollanda, barajlar ve mendireklerle korunan bir ülke. Tarihi boyunca savaşarak değil, suya set çekerek ve suya hükmederek toprak kazanmış, ticaretle ülkeyi kalkındırmış, denizciliğin geliştirilmesiyle bugünkü sosyoekonomik düzeyine ulaşmış. Kısacası “Deniz olmuş, denize hükmetmiş”. Ülkenin -ve Belçika’nın da- bir bölümü deniz seviyesinin altında kaldığından mendirekler ve denizin karaya girip nehirlerle birleştiği bölgelerdeki baraj sistemleriyle kentleşmenin güven içinde gerçekleştirilmesi garantilenmiş.
Barajlar ve mendirekler, hayati önem taşır bu ülkede. Haliyle halk kahramanları da canavarları yenen veya düşmanları bozguna uğratan biri değil, sele engel olan küçük bir çocuktur. 1950 yılında London Journal’da yayımlandığında dünya çapında meşhur olan bu hikayenin gerçeklere dayanıp dayanmadığını kimse bilmese de, baraj duvarında oluşan çatlağı görüp parmağıyla o çatlağı tıkayan çocuk, Hollanda’nın milli kahramanıdır. Birileri gelene dek öylece beklediği, soğuktan buz kesse de yerinden kıpırdamadığı ve çatlağı tıkayarak büyümesini engellediği söylenir. Spaarndam, Madurodam ve Harlingen’de “Peter” adı verilen ufaklığın heykellerini görmek hiç de şaşırtıcı değildir. Hikaye çok popüler olup sayısız ülkede yayımlandığında çocuğa -Hollandalıların itirazlarına rağmen- Amerikalılar tarafından “Hans” adı verilmiştir. Ekonomik gücü yüksek olan bir ülkenin başka bir ülkenin tarihine ve kültürüne, hatta efsanelerine müdahalesi mi demeli?… Yorum yapmayacağım ama Türkiye’deki bazı çevirilerde genelde İngiliz dili temel alındığından bu küçük kahramanımızın adı Peter değil, ne yazık ki Hans olarak geçer (Çevirmen ve editör olarak kalbimi sızlatan bir tecavüz).
Türkiye, bu noktada bir bakıma madalyonun diğer yüzünü temsil ediyor. Bugünlerde gerek yeni havalimanı tartışılırken, gerek su rezervleriyle ilgili projelere ve havzalara neler olacağı masaya yatırıldığında “suya müdahale etmenin zararlarıyla” ilgili demeçlerle karşılaşıyorum. Genellemeler beni korkutur ama bu genellemelerin ve bakış açılarının altında, sanırım bu yaklaşımın egemen olduğu ülkelerin geçmişlerindeki başarısızlık ve felaket hikayelerini de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Suya hükmetmek, inşaat mühendisliğinde başlı başına bir uzmanlık alanı ve 600 yıldır suya set çeken bir ülke ile diğerlerini kıyaslamak zor.
İngilizler dahi toprak-su ilişkisinden emin olmadıkları bölgelerdeki havalimanı inşaatlarında Hollandalı mühendislerin yardımına başvuruyorlar. Bu, İngiliz mühendisliğinin yetersizliğinin değil, Hollandalıların bu alanda dünyanın en iyisi olmasının önemli bir göstergesi. Sulak bir bölgede tek bir pisti oluşturmak bile yeri geldiğinde yıllar alıyor. Sürekli bakım yapılsa dahi, temeli mühendislik açısından optimum çizgide hazırlayamadığınız takdirde pistlerin binlerce uçağın iniş kalkışlarına bir yıldan uzun süre dayanması imkansız; fakat bunu Hollandalılar yaptığında oluyor. Oluyor; çünkü bir ülkenin kendini korumak ve büyütmek için yüzlerce yıl suyu anlamaya çalışması, suya meydan okuması, yeni ve sadece bu temele dayanan teknolojileri geliştirmesi az buz bir şey değil. Bu noktada “yapılamaz” demenin ne kadar yanlış olduğu bir kere daha ortaya çıkıyor; asıl mesele “doğru yapmanın ne kadar zor ve masraflı olduğu” gerçeğiyle yüzleşmek, “yapabilirim” diyen herkesin yapamayacağını ve kötü yapılmış bir işin halkın hayatını riske atacağını ta iliklerine kadar hissetmek.
“Aman Doğaya Dokunma” Diye Bir Seçenek Yok
Niyetim, havalimanlarından ve su yataklarıyla bilinçsizce oynanmasından bahsetmek değil, “Aman doğaya dokunma” diye bir seçenek olmadığını hatırlatmak. Hollanda’nın %20’si su seviyesinin altında, %50’lik bölümü ise deniz seviyesinin 1 metre aşağısında kalan toprağa inşa edilmiş. Deniz seviyesinin 200 metre altında kalan mahalleleri var. Doğa ise her zaman merhametli değil. 1953 su baskını gibi olaylarda, su seviyesinin altında kalan bölgelerde yaşanan can kaybının haddi hesabı yok. Bölgedeki aileler, hâlâ doğanın insanoğluna meydan okuduğu o yıl kaybettikleri akrabalarını hatırlıyor.
Hollanda, Belçika ve İngiltere gibi ülkelerin bugünkü aşamaya gelmelerinin temelinde bizim de yaşadığımız deprem, yangın, sel gibi felaketler yatıyor. Yüzlerce yılda iyice açılan fark ise bu felaketlere çözüm üretme sürecinde kullanılan yöntem tercihlerinden kaynaklanıyor. İzlanda, yanardağ patlamasında her şeyini kaybeden insanları imece yöntemiyle kurtarır ve ayakları üstünde durmalarını sağlarken bizler hâlâ Adapazarı depreminde her şeyini kaybeden pek çok insana en ufak bir sürdürülebilir çözüm sunabilmiş değiliz. Üretim olmayan yerde insanlar nasıl yeniden kendilerine bir hayat kursun? Elbette hükümetlerimiz benden daha iyi biliyordur ama dünyaya baktığımda yanıt net: 1 gün, 1 ay yemek vermekle olmuyor bu işler. İş bulmak, iş yaratmak zorundasınız (Dedem de evini kaybetti o depremde ve sigortası olmadığı için bütün malı mülkü yitti gitti. Aynı yıl, dernekler o kadar para topladı, ek vergiler konuldu. Biz bir yararını görmedik. O yaşta, kızının yanına taşındı ve emekli maaşıyla dört kişiyle birlikte iki göz bir evde son 10 yılını geçirdi. Aynısı Van için de geçerlidir, evlerini kaybedenler prefabrik demeye bin şahit isteyecek evlerde, çok zor koşullarda yaşamaya çalışıyordu. Deprem yılında yurtdışından yardım için gelen ekiplere çevirmenlik yapıyordum, bir TV muhabirinin -isim vermeyeyim- gelip “Ceset çekebilir miyiz?” dediğini bilirim. Yollanan kolilerden tarihi geçmiş ilaçlar, delik deşik giysiler çıkmıştı. Bunlar nereden çıktı diyeceksiniz? Çünkü İzlanda’da dünyayı kilitleyen ve bütün bir bölgeyi yok eden yanardağ patlamasının ardından neler yapıldığını gördüm. Kimse kimseye para göndermedi, yardım derneklerinin topladığı paralar kimsenin umurunda değildi. Para verip vicdani yükten kurtulmadılar. Reykjavik’te şirketler çalışanlarına ödemeli izin verdi ve müdürler dahil herkes, kürekleri eline alıp küller altında kalan çiftlikten insanları kurtardı. Yeni evlerin yapılmasında imece usulü çalışıldı. Kimse “Ben işyeri sahibiyim, ne işim var kazma kürekle” demedi. Binlerce insanın para veya mal yardımıyla değil, bizzat gidip amelelik yaparak evleri, tarlaları temizlemesiyle bir yılda kurtarıldı güney sahili. Tarım ve hayvancılık toparlandı, volkanik toprakta yetişebilecek ağaçlar ekildi ve şimdi neredeyse benim boyumda, o zaman dikilen ağaçlar. Buna felakette orman, ormancılık, hayvancılık yaratmak denir. Toplam 200 çiftlik, 100 bin insan olunca böyle şeyleri yapmak daha kolay tabii. Bu bağlamda Türkiye’nin yardımsever olmadığını söylemiyorum, aksine bağış konusunda önde gelen ülkelerdeniz ama işgücü bağışlamakta kötüyüz. Adapazarı depreminde İsviçre ordusuyla Türkiye’ye gelmiştim, iki hafta deprem bölgesinden ceset çıkardım, çevirmenlik yaptım. Üstelik felaketin tekrarlanması ihtimaline karşı burada insanları eğitmek üzere bir ekip bıraktılar giderken. Yardım-kurtarma merkezleri kurdular. Biz gönüllü çalışıyorduk zaten, ama kalan tüm masrafları kendileri karşılayarak yaptılar bunları. Ortada din, dil, ırk ayrımı gibi şeyler yoktu, Kızılhaç, Kızılay yoktu. Zorda olan insanlara yardım etme zorunluluğu, “insaniyet” vardı.
Bir Mühendislik Harikası: Delta Works
İşte, Hollanda kıyılarında hayata geçirilen Delta Works gibi projeler de bu düşünme biçiminin uzantısı: “Bir kere çöz, tam çöz.” 1953’teki su baskınının ardından hayata geçirilen ve bugün de eşi benzeri olmayan bir proje. İlk bakışta denizden geçen bir yol gibi düşünebilirsiniz ama bu çelik-beton karışımı yapılar bir dizi baraj ve mendirek sistemiyle suyun tehdit oluşturan yapısının tehdit olmasının önüne geçmek için yapılmış bir mühendislik harikası! İnsanın doğa karşısında -doğayı doğru anladığı takdirde- ne kadar büyük zaferler kazanabileceğinin bir nevi ispatı. Ziyaret etme fırsatı bulduğum Zeeland sahili de Delta Works projesinin uygulandığı bölgelerden biri. Mendirekler, fırtına bariyerleri, şehirleri birleştiren kilometrelerce uzunlukta bir tür köprü ve eğlence merkezi… Dünyanın en muhteşem balık restoranı da cabası.
New Zealand’a da adını veren (çoğu kişi Yeni Zelanda’nın İngilizler tarafından keşfedildiğini sanır ama ilk kaşif Abel Tasman’dır ve Hollanda, kimsenin toprağını işgal etmekle uğraşmadığından ticaret haklarıyla ilgili antlaşma imzalayıp gerisini İngilizlere bırakacaktır), Zeeland sahili işte böyle gelişir ve gelişmekle kalmayıp dünyanın önde gelen turistik ve deniz ürünleri ticaretinin yapıldığı limanlardan birine dönüşür.
Yolunuz Hollanda’ya düşerse Amsterdam’da turist gibi dolaşmayın. Rijksmuseum’un üçüncü katının ikinci kulesindeki 0 (zero) adlı “gizli” bölümdeki Delta Works projesinin 1953’te çekilmiş filmini ve açıklamaları izleyip mühendisliğin zirvesine şahit olun. Hiç olmadı, otobüse atlayıp Zeeland Köprüsü’nden geçin.
Güzellik yalnızca sanat ve doğadan ibaret değildir. Zeeland sahili sanatın, mühendisliğin ve doğanın birleştiği noktaya dikilmiş bir şaheser. İnsanoğlunun doğanın ruhunu anlayıp ona zarar vermeden, denize hoyratça davranmadan, kendini korumak için neler üretebileceğinin en göz alıcı, en yaratıcı halinin de ispatı. En son setlerin 2015’te bitmesinin planlandığı düşünülürse bir işi doğru dürüst yapmanın, barajların nerelere kurulacağının, model seçiminin, karayı doldurma sistemleriyle ilgili tercihlerin zaten elli küsur yıllık, bitmek bilmeyen bir proje olduğunun da göstergesi.
Doğa ile İnsan El Ele…
Para kazanmayı değil, halkını korumayı hedefleyen ve “başkasından satın almak” yerine kendi işini kendi yapan, sorumluluğu kendisi alan bir idari yaklaşım var Hollanda’da. 51 yıldır tek bir sel baskını dahi yaşanmamış olması bu düşünme biçiminin ne kadar doğru olduğunun kanıtı.
EKOIQ ekibi olarak hidroelektrik enerjinin yanı sıra bir de rüzgar enerjisiyle ülkeyi beslemek için bu setlerin yanı başına kurulmuş rüzgar değirmenlerine bakarken gözlerimizi bu güzellikten almakta epey zorlandığımızı söylemem gerekir. Kilometrelerce uzanan yollar, setler, limanlar, rüzgar enerjisiyle çalışan değirmenler… Doğa güzelliği değil, insan ile doğanın el ele verişinin yürek genişleten güzelliği… Denize meydan okusa da deniz tarafından sahiplenilmiş duvarlar, üzerlerindeki otoban büyüklüğünde yollar… Bu yolların ve duvarların en uzunu Zeeland’da ama iç bölgelerde de suyun kontrollü geçişine izin vererek karanın kurumasına engel olan, ticaret yollarını tıkamayan, örümcek ağını andıran barajlardan oluşan fonksiyonel bir tasarım var. Hele hele o kumsalda oturup denizden yeni çıkmış midyeleri yiyerek şarabınızı içmek yok mu… Daha ne olsun!
Yüzen Havalimanı 25 Yılda Bitirilecek
Karaya daha da fazla bina, havalimanı yüklemenin yaşam kalitesini düşüreceğine ve lojistik sorunu doğuracağına karar veren Hollanda, artan yolcu ve yük miktarına yetişebilmek için tarih boyunca yaptığı gibi yine denizle işbirliğine başvurup yüzen bir havalimanı inşa etmekte karar kılmış. Hollandalı iki şirket, Royal Haskoning ile Van Oord da önümüzdeki dönemde ülke kıyısına 20 km mesafede yüzen bir havalimanına imza atmaya hazırlanıyor. Bu havalimanının pistlerinin de sabit değil, deniz koşullarına göre yön değiştiren iniş pistleri olması planlanıyor. (Bir ülke karaya yüklenmek yerine, denizi bütün imkanlarıyla kullanmasını öğrenmeyi seçtiğinde ortaya çıkan mühendislik projesi böyle oluyor.) Schiphol Havalimanı’nın yükünü azaltması beklenen havalimanının öncelikli görevi, Amsterdam üzerinden uçacak yolcuların diğer uçaklara geçmesini sağlamak. Bu sayede vize sorunu da çözülecek. Örneğin, Amsterdam aktarmalı olarak İstanbul’dan Hong Kong’a uçan yolcular, “Avrupa vizeniz var mı, yok mu?” veya “Niye geldiniz?” gibi rencide edici sorulara muhatap olmadan yollarına devam edebilecek. Avrupa’ya geçecek yolcular ise gemilerle karaya transfer edilecek ve kolayca şehir merkezine ulaşabilecekler. İkinci bir amaç ise uçaklar yüzünden gittikçe artan ses kirliliğini şehirden uzaklaştırarak sürekli inip kalkan uçakların gürültüsünden şehri kurtarmak. Yaşam kalitesine önem vermek böyle bir şey işte! Proje Kuzey Denizi’ne 4 milyar metreküp kum, kaya yığılması ve çelik temellerin yerleştirilmesiyle 25 yılda tamamlanacak.