Dr. Ethemcan TURHAN,
Mercator-IPC Araştırmacısı
İçinde bulunduğumuz jeolojik devir olan Holosen çoktan sona erdi mi? İnsan jeolojik bir aktör konumuna mı geldi? Peki, bu yeni dönemin adı, literatürde insanoğlunun gezegen üstünde geri döndürülmez biçimde yol açtığı fiziksel değişime dikkat çekmek için kullanılan Antroposen mi olacak? Dr. Ethemcan Turhan, bu soruların çevresinde dönen önemli tartışmaları özetliyor ve “Antroposen’de kendimizi parçası olduğumuz doğanın dışına yerleştirip, sürekli büyüme motivasyonu ile hareket eden antropogünahkarlar olmaktan vazgeçerek sosyo-ekolojik dönüşümleri gerçekleştirmemiz gerektiğini” vurguluyor.
Gezegenimizin tarih boyunca içinden geçtiği ve şimdi içinde bulunduğu jeolojik çağları belirleyen ve aralarındaki sınırları netleştirmekle görevli Uluslararası Stratigrafi (Katmanbilim) Komisyonu, 2016 yılında önemli sorulara yanıt bulmak için toplanacak: İçinde bulunduğumuz jeolojik devir olan Holosen çoktan sona erdi mi? İnsan jeolojik bir aktör konumuna mı geldi? Her ne kadar bu toplantıda yer alacak olan jeologlar, dünyanın şimdiye kadar içinden geçtiği jeolojik dönemleri tanımlamakta ve sınıflandırmakta oldukça mahir olsalar da, önlerine gelecek bu yeni soruların ciddi biçimde kafaları karıştıracağını söylemek yanlış olmaz. 4,5 milyar yaşındaki dünyamızın son on bin yılını kapsayan ve insan uygarlığının geliştiği jeolojik devrin adı olan Holosen’i bitirecek yeni dönemin resmi adının konması ise artık an meselesi[1]. Peki bu yeni dönemin adı, literatürde insanoğlunun gezegen üstünde geri döndürülmez biçimde yol açtığı fiziksel değişime dikkat çekmek için kullanılan Antroposen mi olacak? Bu noktada Uluslararası Stratigrafi Komisyonu üyelerini bekleyen sorulardan en önemlisi Antroposen teriminin resmen tanınıp tanınmayacağı, tanınacaksa da başlangıç vuruşunun hangi noktadan yapılmış olduğu sorusu. Hal böyleyken bizler yeni toplumsal, iktisadi ve kültürel ilişkiler tahayyül etmemizi gerektiren Antroposen sınavını verebilecek durumda mıyız? Yanıt aramaya başlayalım.
Her ne kadar başlangıç noktasına ulaşmak için değişik entelektüel patikalar kullanılabilirse de genel kabul Antroposen teriminin ilk kez Nobel ödüllü Paul Crutzen’in 2000’de E.F. Stoermer ile birlikte yazdığı bilgi notu ve 2002’de Nature dergisinde yayınladığı makalesiyle sahneye çıktığı şeklinde. Crutzen’in bu ilk tanımına göre Antroposen; i) Dünya’nın için de bulunduğu jeolojik devir olan Holosen’den çıkmakta olduğuna ve ii) bu çıkışın büyük ölçekte insan etkileri sebebiyle; insanlığın başlı başına küresel çapta belirleyici gücü olan, biyolojik, kimyasal ve jeolojik bir aktör haline gelmesi sebebiyle gerçekleştiğini öne süren döneme denk düşüyordu. Bir taraftan bildiğimiz dünyanın sonuna karşılık gelerek ana-akımlaşan bu tanım, diğer yandan pek çok yazar tarafından halihazırda insanlığın sosyal organizasyonundan bağımsız, bize içkin olmayan, dışımızda uzakta bir yerde bir doğanın mümkün olamayacağı noktasından eleştiriye maruz kalmaktaydı. Bu eleştiriye göre insan toplumları olarak bizler zaten seçtiğimiz veya bize dayatılan toplumsal organizasyonlar ile tarih boyunca gezegeni şekillendirmiştik. Sadece, belki de hiç bu kadar ileri gitmemiştik. Diğer bir yandan bunun hepimizin ortak üretimi ve günahı olduğunu iddia edebilir miydik? Yani, Antroposen’de hepimiz (sıkça söylendiği gibi) hakikaten aynı gemide miydik? Gerçekten üzerimize çöreklenen ve kendi imalatımız olan bu distopik gelecek tek seçeneğimiz miydi? Sorular çoğalıyordu.
Yüksek Entropiden Düşük Entropiye Akış
Başa dönecek olursak, muhtemelen çağdaş toplumların enerjiyle ve yüksek yoğunluklu enerjinin onlara kazandırdığı hızla ilişkilerine göz atmamız gerekir. Antroposen’i şekillendiren temel faktörler kuşkusuz buhar motorunun James Watt tarafından keşfedilmesinden bu yana geçen zamanda Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmiş olması ve bu devrimin enerjisini sağlayan fosil yakıtlardır. En basit haliyle, milyonlarca yıl boyunca birikmiş biyokütlenin toprak altında yüksek basınç ve sıcaklık etkisindeki dönüşümüyle oluşan fosil yakıtların aylar ve yıllar içerisinde büyük bir hızla ve yoğun şekilde kullanımı sadece toplumsal organizasyonun kökten biçimde değişmesine yol açmadı, aynı zamanda yüksek entropiye sahip akar-kaynaklardan (flows) düşük entropiye ve yüksek konsantrasyona sahip durağan-kaynaklara (funds/stocks) hızlı bir geçişe de yol açtı. Bunu şöyle örneklendirebiliriz: Güneş enerjisinin, rüzgarın ve biyokütlenin toplumların enerjisini sağladığı Sanayi Devrimi öncesi süreçte enerji kısıtlı bir süreklilik arz ettiği için toplumsal organizasyonumuz da ona göre şekillenmişti. Avrupa sömürgeciliği çerçevesinde farklı kıtalara ulaşılmasını (keşfedilmesini değil!) ve eşitsiz bir ekolojik gelişmeye yol açan kaynak transferini[2] sağlayan yelkenli gemiler ise bu dönemin ana ulaşım aracını oluşturmuştu. Günümüzde ise David Harvey’nin “zaman-mekan sıkışması” olarak adlandırdığı, 1980 sonrası neoliberal küreselleşme sürecinde özellikle ağır sanayinin gelişmekte olan ülkelere taşeronlaştırılmasıyla ihtiyaç duyduğumuz kıtalararası ticareti sağlayan yük gemileri ve dev jumbo jetler ise dünyanın başka bir yerinde (sıklıkla da Ortadoğu, Kuzey Buz Denizi, Nijer Deltası veya Amazonlar gibi ekonomilerin ağırlık merkezlerine “uzak” coğrafyalarda) çıkarılmış fosil yakıtları kullanıyor. Bu yakıt ihtiyacı bahsettiğim coğrafyalardaki kısıtlı rezervler kullanılarak tüketildikçe, sadece var olan durağan kaynaklar azalmıyor; aynı zamanda daha fazla kaynak yaratmak yarışındaki enerji şirketleri ve devletlerin baskısıyla birim enerji üretmek için harcadığımız enerji miktarı da (EROI: Energy return on investment) gitgide artıyor. Bu artışın temel sebeplerinden bir tanesi ise günümüzdeki büyüme takıntılı baskın ekonomik düşünce sisteminin düşük entropiye sahip durağan-kaynakların (örneğin petrol) arzını arttırmak için üretkenlikleri azalan ve fiyatları belirsizleşen fosil yakıt rezervlerini daha zorlu coğrafyalarda (örneğin Kanada’nın Alberta eyaletindeki katran kumulları veya Kuzey Kutbu’nda) araştırmaya yönelmesi olarak kendini belli ediyor. Dahası bu durumun durağan-kaynaklara bağımlı toplumlarda enerjinin demokratik üretim ve kullanımı üzerinde de ciddi etkileri olduğunu biliyoruz. Örneğin Nijerya’da nüfusun %72’si yemek pişirmek için yoğun biçimde (iç ortam hava kalitesini düşüren) odun kullanırken ülke yıllık olarak yaklaşık 27 milyar metreküp doğalgaz ihraç ediyor. Platform London tarafından geçtiğimiz Kasım ayında yayımlanan bir rapora göre ise bu gazın önemli bir miktarının alıcısı olan İngiltere’de çift maaşlı ailelerin %90’ının yıllık kazancı beş büyük petrol şirketinin yalnızca bir dakikalık toplam kârlarına eşit. Kulağa adil geliyor mu?
Teknoloji Yaralarımıza Merhem Olabilir mi?
Avustralya Ulusal Üniversitesi’nden siyaset bilimci Prof. John Dryzek’e göre milyarlarca yıllık dünya sistemi tarihi içerisinde, gezegenimizin yaşamı mümkün kılan koşulları ve parametrelerin (sıcaklık, iklim, su ve karbon döngüleri vb.) olağandışı bir biçimde stabil olduğu Holosen’in içinde serpilen ulus devlet, kapitalist piyasa ve uluslararası kuruluşlar gibi kurumlar insanın, gezegenin kaderini tayin edici bir aktör haline geldiği bu yeni çağda yerlerini kendileri toplumla birlikte evrimleşen (co-evolutionary), katılımcı ve dönüştürücü alternatiflerine bırakmak durumundalar. Her ne kadar New York Times’ın çevre yazarı Andrew Revkin gibi bir dizi eko-pragmatik düşünür “İyi Antroposen” için bir yol haritası hazırlanabileceğini iddia etse de bu konuda yoğun entelektüel mesai harcamış etik profesörü Clive Hamilton ve Manchester Üniversitesi’nden beşeri coğrafya profesörü Erik Swyngedouw gibi düşünürlere göre gezegeni Antroposen çağına getiren baskın siyasi ve ekonomik düzen iyileşemeyecek kadar çok yaraya sebep olmakta. Dahası sanayi devriminden beri ekonomik büyüme odaklı olan (ki sadece büyümek için büyüyen yegane şeyin kanser hücresi olduğunu akılda tutarak) toplumsal, siyasi ve ekonomik organizasyonumuzun Antroposen’in yıkıcı etkilerini toplumun farklı kesimleri arasında eşit olarak dağıtmadığı da aşikar. Peki, tüm bu koşullar altında teknoloji toplumsal yaralarımıza merhem olabilir mi?
Teknolojik ilerlemeye duyulan koşulsuz güvenin, geçtiğimiz 15 Ocak tarihinde dünyanın en önemli bilim dergilerinden Science’da gezegenin 9 kritik eşiğinden 4’ünün aşılmış olduğu uyarısını yapan bilim adamlarının sorularına cevap oluşturmadığı açık[3]. Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) gibi “muhafazakar” kurumların bile küresel ortalama sıcaklıklardaki artışı 2oC ile kısıtlamak için 2050’ye kadar (şimdiye dek keşfedilmiş) fosil yakıt rezervlerinin 1/3’ünden fazlasını yeryüzüne çıkarmamamız gerektiğini söylediği bir ortamda kaynak verimliliği kapsamlı bir çözüm sunabilir mi? Özellikle de iklim krizini durduracak bir uluslararası anlaşmanın eksikliğinde (bu sene sonunda Paris’teki iklim zirvesi COP21’in etkili bir anlaşmaya varıp varamayacağı büyük bir muamma), acilen ihtiyaç duyulan ekonomik büyüme ve kaynak tüketimi doğrusal ilişkisinde mutlak biçimde ayrışmaya (absolute decoupling) eriştiğimiz yönünde bir veri ortada bulunmazken… Her ne kadar dünya ekonomisi göreceli olarak kaynak verimliliğini (birim ekonomik üretim başına kaynak tüketimi) artırsa da, kümülatif olarak gezegene verdiğimiz etki artmaya devam ediyor. Dahası, Sanayi Devrimi’yle başladığı kabul edilen bu etki, bilimsel olarak 20. yüzyıl ortasından itibaren (spesifik olmak gerekirse 16 Temmuz 1945’te ABD’nin New Mexico eyaletindeki Alamogordo çölünde patlatılan ilk atom bombasıyla) insanların gezegeni şekillendirdiği Antroposen’i oluşturacak bir biçimde kalıcı hale gelmiş durumda[4].
Peki, Antroposen’de iyi bir yaşam kurmak için ne yapmak gerekir?
20 yıl gibi kısa bir süre içerisinde enerjisinin %90’ı için petrol ithalatına bağımlı bir ekonomiden enerji açısından kendine yeten, enerji egemenliğini sağlamış bir ülke haline gelen ve rüzgar türbinlerinin %80’inden fazlası yerel kooperatifler veya yereldeki ailelere ait olan Danimarka gibi örneklerden hareketle toplumsal organizasyonumuzu bir enerji demokrasisine[5] dönüştürmek faydalı bir başlangıç olabilir. Kent içi ulaşımı demokratikleştiren, yaya odaklı şehirler tasarlayan, gıda egemenliğini agro-ekoloji ile sağlayan, enerjiyi demokratikleştiren, ekonomisini finansal tablolar üzerinden değil, doğal varlıklar ve bu varlıkların içkin değeri üzerinden kuran bir ilişkiler yumağıyla bu mümkün. Antroposen adını verdiğimiz dönemde açtığımız yaraları birlikte kapatmak, rekabeti değil paylaşmayı önceliklendiren bir yaklaşım ile mümkün. Bu da her şeyden önce Antroposen’de enerjiyi, suyu, gıdayı, şehirleşmeyi ve sosyoekonomik organizasyonumuz içerisinde bunların birbirleri arasındaki ilişkileri yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Bunun yolu da yeni bir küresel sosyo-ekolojik mutabakata ulaşmak amacı ile gezegenimiz ve birbirimizle olan ilişkilerimizi sorgulamak ve bunları yeniden kurmaktan geçiyor. Velhasıl Antroposen’de kendimizi parçası olduğumuz doğanın dışına yerleştirip, sürekli büyüme motivasyonu ile hareket eden antroposinners (antropogünahkarlar) olmaktan vazgeçerek sosyo-ekolojik dönüşümleri gerçekleştirmemiz gerekiyor. Sınav zamanı gelip çattığına göre öyleyse sadece adı yeşil olan değil, adil, güvenilebilir, sürdürülebilir ve tüm canlıların refahını ekonomik büyümenin önüne koyan yeni bir dönem[6] için istediğimiz sorudan başlayabiliyor muyuz?
Notlar:
[1] Bu konuda etraflı iki inceleme için Uzay Sezen’in Atlas dergisi Mart 2012 sayısındaki (s. 2-7) ve Esra Gürbüz’ün Bilim ve Teknik dergisi Mayıs 2013 sayısındaki (s. 74-77) makalelerine bakılabilir.
[2] Hornborg, A. (2012) Global ecology and unequal exchange: Fetishism in a zero-sum world, Routledge.
[3] Steffen, W. ve diğerleri (2015) Planetary boundaries: Guiding human development on a changing planet, Science, 15 January 2015, DOI:10.1126/science.1259855.
[4] Zalasiewicz, J. ve diğerleri (2015) When did the Anthropocene begin? A mid-twentieth century boundary level is stratigraphically optimal. Quaternary International, DOI: 10.1016/j.quaint.2014.11.045
[5] Mitchell, T. (2014) Karbon Demokrasi: Petrol Çağında Siyasal İktidar, çev. Fırat Berksun, Açılım Kitap.
[6] Bu konuda oldukça zihin açıcı bir kaynak için bkz. Demaria, F., D’Alisa, G. ve Kallis, G. (2014) Degrowth: A Vocabulary For A New Era, Routledge