#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

İklim Değişti; Her Şey Değişti Kuraklık Günlerinde Savaş ve İsyan

Suriye, isyandan hemen önceki yıllarda 2006-2010 arasında, tarihinin en büyük kuraklığını yaşamış, kuraklık ülke içinde büyük bir iç göç dalgasını tetiklemişti. Dünyanın en saygın bilim dergilerinden PNAS’ta Mart ayında yayınlanan bir makale de bu kuraklığın ülkede devam eden isyana etkisini bilimsel olarak inceledi. Araştırma, uluslararası medyada “Suriye isyanının sebebi küresel ısınma” şeklinde yer bulsa da, önemli bir tartışmayı tekrar gündeme getirdi. İnsan kaynaklı iklim değişikliği gerçekten çatışmalara, isyanlara, savaşlara yol açar mı? Ve bu sorun, sadece az gelişmiş bölgelerle mi sınırlı, yoksa global düzeyde siyasi istikrar tehdit altında mı?

İklim değişikliğiyle alakalı savaş ve insani kriz senaryoları, artık dünya siyasetinin zirvesinden daha sık duyulur oldu. “İklim de­ğişikliği bizi savaşa sürükleyecek” (Fransa Cumhurbaşkanı Franço­is Hollande), “En yüksek rütbeli askerler bile iklim değişikliğini sa­dece ABD’ye değil, bütün dünyaya yönelik bir güvenlik tehdidi olarak adlandırıyor” (ABD Dışişleri Ba­kanı John Kerry). Benzer açıkla­maları artırmak mümkün. Ve iklim değişikliğiyle gerçek bir çatışmayı ilk kez ilişkilendiren BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon olmuştu. Ban Ki-moon, Sudan’ın batısındaki Darfur’da yaşanan çatışmaları 2007 yılında yaptığı açıklamada “Farklı sosyal ve siyasi nedenlerin tam or­tasında, Darfur sorunu en azından kısmen iklim değişikliğinden kay­naklanan ekolojik bir kriz olarak başladı” sözleriyle değerlendirmişti.
BM Genel Sekreteri’nin bu sözle­rinin arkasından Darfur ve iklim değişikliği ilişkisine dair çok fazla bilimsel araştırma ile karşılaşmadık. Ancak dünyanın en saygın bilim dergilerinden Amerikan Ulusal Bi­limler Akademisi Tutanakları’nda (PNAS- Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America) Mart ayında Su­riye’deki isyana dair yayınlanan, “Bereketli Hilal’de İklim Değişik­liği ve Son Suriye Kuraklığının İmplikasyonları” başlıklı makale, iklim değişikliğinin böylesine ça­tışmalara neden olup olamayacağı konusunu tekrar gündeme taşıdı. Ve uluslararası medya ile bilim in­sanları arasında tartışmayı ateşledi. İklim değişikliği, gerçekten savaşa ve ayaklanmalara neden olabilir mi?

Büyük Kuraklık, Büyük İsyan
Suriye’de 2006-2010 arasındaki kuraklığın sebep ve sonuçlarına odaklanan PNAS’taki makale, ülke­de son 100 yılda yağış oranlarının %10 düşerken, ortalama sıcaklığın 1-1,2 derece arttığını koydu. Araş­tırmacılara göre iklim değişikliği, Akdeniz’den gelen nem yüklü rüz­garların azalmasına, dolayısıyla Ka­sım-Nisan arası yağmur sezonunda yağışların azalmasına neden oldu. İkinci olarak, yüksek sıcaklık sıcak yaz aylarında topraktaki nemin bu­harlaşmasında artışa yol açtı. Suriye rejiminin geleneksel olarak pamuk gibi yoğun su gerektiren tarım ürünlerinin ihracatına odaklanması ve illegal su kuyuları sebebiyle ye­raltı sularının tükenmesi sonucu, geçmişte sık sık kuraklık yaşanan bölgede 2006-2010 arasındaki ku­raklığın etkisi çok daha kalıcı oldu. Tarımsal üretim üçte bir oranında düştü, hayvan sürüleri telef oldu ve sonuçta 1,5 milyon insan kırsal alandan kentlere göç etti. Dahası, makaleye göre, Halep ve Şam gibi büyük kentlerin varoşlarında tutun­maya çalışan bu insanlar, ABD’nin Irak işgali sonrası buralara göç eden milyonlarca Iraklı’nın yanında sosyal hayata tutunma mücadelesi verirken işsizlik ve suç oranlarında da büyük bir patlama yaşandı. Ve sonunda yaşam zorlukları karşısın­da Mart 2011’de başlayan isyanın temel aktörleri arasında yer aldı. Sonuçlar, insan kaynaklı iklim de­ğişikliğine dair bilgisayar modelle­meleriyle büyük bir uyum gösteri­yor. Bu da kuraklık ve yağışlardaki azalmanın Suriye’de yaşananların, “normal iklim döngüsüyle” kabul edilemeyeceğine dair kanıyı güçlen­diriyor.
Suriye’deki isyan, 15 Mart 2011’de Dera kentindeki gösterilerle beklen­medik bir şekilde patlak vermişti. O tarihten daha birkaç hafta önce Al Jazeera’de yayınlanan Cajsa Wikstrom imzalı dosyada Mısır ve Tunus’a rağmen Suriye’de isyanın ne kadar ihtimal dışı olduğu vur­gulanıyordu. Ancak günümüzün en büyük trajedilerinden birine dönü­şen isyan, 200 binden fazla insanın hayatına, milyonlarca Suriyeli’nin evinden olmasına neden oldu.
Araştırma, kuraklık-çatışma ilişkisi­ni niceliksel ayrıntılarla inceleyip, nihayetinde iklim değişikliğiyle ilişkilendiren ilk bilimsel makale olarak değerlendirildi. Ve pek çok uluslararası basın organı tarafın­dan “Suriye’deki isyanın nedeni iklim değişikliymiş” gibi ilgi çekici manşetlerle haberleştirildi. Her ne kadar makalenin altına imza atan araştırmacılar bu denli net bir vur­gu yapmasa da. Makalenin başya­zarı Kaliforniya Üniversitesi’nden klimatolog Colin Kelley, ABD’de yayın yapan CBS NEWS’a verdiği röportajda kuraklığın tek başına is­yana yol açtığını iddia etmediğinin altını çizerken “Etki eden bütün faktörlerin göreli önemini sayısal­laştırmak çok zor. Ama bizim söy­lemek istediğimiz iklim değişikliği son kuraklığı daha şiddetli hale getirdi. Sonrasındaysa kuraklık ‘katalitik etkisine’ yol açtı. Zaten var olan kırılganlığı etkiledi” yoru­munu yapıyordu.

Kapı Nereye Açılıyor?
Makalenin tartışılma biçimi, iklim değişikliği-kuraklık-tarımsal üretim­de düşüş-iç göç-sosyal sorunlar-is­yan ekseninde düz bir çizgi çiziyor. Ancak bu deterministik bağ, ne ka­dar gerçekle ilişkili? Konuyu uzun süredir çalışan araştırmacılar başka yere odaklanılmasını öneriyor. Ör­neğin Kaliforniya merkezli Pasifik Enstitüsü’nden Peter H. Gleick’ın Weather, Climate, and Society dergisinde Haziran 2014’te yayınla­nan ve Suriye’deki isyanın çevresel faktörlerini incelediği makalesinde “2000’lerin ortasından itibaren yıl­lar süren şiddetli kuraklık, yetersiz ve genelde modernize edilmemiş sulama sistemleri ve özellikle Suri­ye dahil olmak üzere Doğu Akde­niz’deki tüm aktörlerin su elde etme faaliyetleriyle birleşerek, yüksek sa­yıda insan topluluklarının kırsaldan şehir merkezlerine göçmesinde, bir milyondan fazla insan için gıda so­runlarına ve siyasi istikrarı etkileye­cek şekilde işsizliğin artmasında rol oynadı” diyor. Gleick, çözüm olarak­sa yeraltı suları, tarımda verimlilik konularında karar alıcıların moder­nizasyona yönelmesi, nehirlerin ida­resi ve paylaşımı konularında ulus­lararası anlaşmalar imzalanmasını gösteriyor. Dolayısıyla kapı doğru­dan iklim değişikliğine ve kuraklığa değil, devlet otoritesinin bu gerçek tehditlere ve risklere karşı nasıl bir tutum ve politika geliştirdiklerine açılıyor.
Bu nokta, tam da gözden kaçırıl­maması gereken sorunun kaynağı­nı ortaya çıkarıyor. Şam’da 2006-2010 yılları arasında Syria Today dergisinde çalışan ve Ortadoğu’da su konusunu inceleyen Hollanda­lı gazeteci Francesca de Châtel, EKOIQ’ya verdiği demeçte, iklim değişikliği ve kuraklık konusunu gündeme getirirken yönetim başa­rısızlığının temel faktör olduğunu söylüyor: “Kuraklık bir anda yüz binlerce insanı açlığa sürükleyen ani bir felaket değildi. Zaten yıkıcı olan bir durumu sadece daha da kötüleştirdi. Suriye hükümetinin, halkın ihtiyaçlarını karşılamada ve ülkedeki değişen çevre, sosyal ve ekonomik gerçekliklere cevap ver­me konusundaki uzun dönemdir sü­ren yetersizliğini kanıtladı. Küresel iklim değişikliğinin sonucu olmanın çok ötesinde, kuraklık su ve toprak kaynaklarına yönelik 50 yıl boyunca sürdürülen kötü yönetimin ürünü ve Baasçı su ve tarım politikaları­nın girdiği çıkmazın sonucudur.”
Rejimin sorunla mücadeledeki yetersizliği, Wikileaks yazışmala­rında da kendine yer bulmuştu. 8 Kasım 2008’de ABD’nin Şam Büyükelçiliği’nin Washington’a gönderdiği yazışmadan, Suriye reji­minin sorunların ve gelecekteki so­nuçlarının farkında olduğu anlaşılı­yor. Söz konusu belgede, Suriye’nin BM Gıda ve Tarım temsilcisi Abdul­lah bin Yahya’nın “BM’den bekle­nen destek sağlanmazsa ülkenin ku­zeydoğusunda başlayacak kitlesel göçün mevcut siyasi ve ekonomik sorunları katlayacağı ve istikrara zarar vereceği yönündeki görüşleri aktarılıyor. Metne göre Yahya ay­nen şöyle diyor: “Kuraklığın ekono­mik ve sosyal etkileri, ülke olarak bizim çözebileceğimiz kapasitenin ötesinde.” Ve öngörüler gerçekleş­meye başladığında artık çok geç ol­duğu ortaya çıkıyor. Eylül 2010’da Suriye’yi ziyaret eden BM ekibi, ku­raklığın 2-3 milyon kişiyi aşırı yok­sulluğa sürüklediğini açıklamıştı.

Ne Kadar Sıcaklık, O Kadar Çatışma mı?
İklimin savaşla ilişkisi benzer bir şe­kilde Afrika’daki çatışmalara yöne­lik de tartışılmış, araştırmalar Suri­ye konusuna benzer bir doğrultuda ilerlemişti. 2009’da PNAS’ta yayın­lanan “Isınma Afrika’da iç savaş riskini artıyor” başlıklı makale, tarihsel veriler üzerine regresyon analiziyle hazırlanmış ve Sahra-altı Afrika’da geçmişteki iç çatışmalar ve ısı değişimleri ilişkisi karşılaştırıl­mıştı. Varılan sonuca göre, sıcaklı­ğın yükseldiği yıllarda çatışmaların da arttığı gözlemlenmişti. Sayısal olarak sıcaklıkta %1’lik artış aynı yıl %4,5, ertesi yıl %0,9 oranında iç savaşlarda artışa neden oluyordu ve 18 ayrı iklim modellemesine göre 2030 yılına gelindiğinde %54’lük ar­tış yaşanacağı öngörülüyordu.
Ancak hemen ertesi yıl PNAS’ta yayınlanan bir başka makale, bu savları yanlışlıyordu. “Afrika iç sa­vaşları için iklim suçlanmamalı” başlıklı araştırma, çatışmaların esas motiflerinin iklim değişikliği değil, yoksulluk, ekonomik adaletsizlik­ler, sosyo-politik gerilimler ve etnik sorunlar çerçevesinde şekillenen kimlik politikası olduğunu ortaya koyuyordu. Makalenin yazarı ve Oslo merkezli Barış Araştırmaları Enstitüsü’nden Halvard Buhaug şöyle diyordu: “Belirli bir şekilde ta­nımlanan çatışmaların iklimle ilişki­li olduğunu gösterseniz bile, başka tamamlayıcı ölçüler uyguladığınız zaman -ki ilişkinin sağlamlığını be­lirlemek için bunu yapmanız gere­kir- anlayacaksınız ki, neredeyse bütün durumlarda bu ikisi aslında ilişkisiz.” Dolayısıyla iklim değişik­  liğinin çatışmalara yansıması konu­sunda tetikleyici (trigger) etkinin yerine baskı unsuru (stressor) ola­rak görülmesi, yapılacak araştırma­ların verimi açısından daha faydalı olabilir.
İklim kaynaklı sorunların önümüz­deki yıllarda etkisinin görüleceği coğrafyalar konusundaysa, esasın­da elimizde şimdiden siyasi karar vericilerin hazırlıklı davranmasını gerektirecek öngörüler bulunuyor. BM Uluslararası İklim Değişikli­ği Paneli’nin (IPCC) 1990’dan bu yana hazırladığı raporların beşinci ve en sonuncusunda (2014) önemli uyarılar yapılıyor. Raporun daha tanıtım toplantısında dönemin IPCC Direktörü Rajendra Pacha­uri, “Bu gezegendeki kimse iklim değişikliğinin etkisinden azade kalmayacak” demişti. Rapora göre iklim değişikliği gelecekte en az %95 ihtimalle şu risklere yol aça­cak: Kasırga, sel ve deniz seviyesin­deki yükselmeye bağlı olarak kıyı bölgelerinde ölüm, yaralanma ve yerleşim yerlerinin zarar görmesi; bazı karasal bölgelerde ani seller sonucu yerleşim yerlerinin zarar görmesi ve şehir ahalisinin ciddi hastalık tehditleriyle karşı karşı kalması; hava olayları sonucu alt­yapı sistemlerinin zarar görmesi; gıda temin sisteminin işlemez hale gelmesi. IPCC raporunda kapsamlı bir haritayla da bölgeler özelinde riskler listelenmişti.
PNAS’taki Suriye araştırması­nın yazarlarından ve Columbia Üniversitesi’nden Richard Seager, “Bence durum korkutucu ve daha yeni başlıyor. Doğu Akdeniz’deki genel su kıtlığının parçası olarak durum mevcut yüzyılda devam ede­cek. O bölgede hayat nasıl devam edecek, emin olamıyorum” diyor. Ve kıtlığın şiddeti ve bölgedeki ça­tışmalar tarihinden ötürü Türkiye, Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak ve Afganistan’ı en yüksek riskli bölge­ler olarak gösteriyor.

Akiferi Bitirmek…
Benzer alarm zilleri, ABD’nin bü­yük bir kuraklık yaşayan Kaliforni­ya eyaleti için de çalıyor. Ülkenin en büyük iki yeraltı suyu kaynağı Central Valley ve Ogallala akiferle­ri hızla tükeniyor. ABD’nin “ekmek teknesi” olarak nitelendirilen bu bölgedeki krizin, ülke ekonomisine etkisi henüz tahmin edilemiyor. Co­lumbia Üniversitesi’nden su uzmanı Jay Famiglietti, kuraklık aynı şe­kilde devam ederse Kaliforniya’nın suyunun iki yıl içinde tükeneceğini vurguluyor.
Fakat iklim değişikliğinin etkisiyle yaşanan çatışmaların yanında, umu­dunuzu korumak için de bir yandan yeterli sebep olabilir. Zira iklim so­runlarının barışa neden olması da göz ardı edilemeyecek bir gerçek. BM’nin 2009 tarihli verilerine göre önceki 60 yılda su konusunda dev­letler arasında 37 çatışma yaşanmış­ken, 200’den fazla uluslararası an­laşma imzalandı. Korkulanın aksine devletlerin savaştan önce anlaşma­lara başvurma yoluna gittiği de bir gerçek. Çad Gölü’nün geride kalan kaynaklarının korunmasına yönelik Afrika ülkelerinin oluşturduğu Çad Gölü Havzası Komisyonu bu ça­balara bir örnek olabilir. Bir diğer örnek olarak da Nil Havzası Girişi­mi gösterilebilir. Birleşmiş Milletler Üniversitesi’nden (United Nations University) Dr. Vesselin Popovski 2009’da “İnsanlar iklim sorunları ya da kıtlıkla karşılaştıklarında, savaş­maya karar verebilirler. Ancak ben­zer bir şekilde işbirliğine de yönele­bilirler. Güneydoğu Asya’daki 2004 tsunamisine bakarsanız, ortaya çıkan şey daha fazla işbirliği ve barış ol­muştu” açıklamasında bulunmuştu.
Dahası bir noktaya kadar önemli bir örnek olarak Suriye ve Türki­ye de gösterilebilir. Özellikle Ata­türk Barajı’nın inşaatından sonra Suriye’ye Fırat Nehri üzerinden giden suda büyük azalma yaşanmış, iki devlet arasında on yıllar boyunca gergin bir ilişki hüküm sürmüştü. Hatta İngiliz siyasetçi John Reid’in, The Independent gazetesinin 28 Şubat 2006 tarihli nüshasında ya­yınlanan yazısında iklim değişikliği­nin neden olabileceği çatışmaların başında Türkiye-Suriye gösterilmiş­ti. Ancak sanılanın aksine, iki ülke yönetimleri arasında, ortak su politi­kaları, baraj inşaatları ve karma ba­kanlar kurulu toplantılarıyla önemli bir barış süreci yaşanmıştı.
Sonuçta iklim değişikliğinin doğ­rudan çatışmalara neden olduğunu söyleyebileceğimiz günlerden uzak­tayız. Dahası, yaşanan hava olayla­rının dahi iklim değişikliğiyle iliş­kisi kesin olarak kanıtlanmış değil. PNAS’ta Suriye’ye dair yayınlanan makale, temelde bilgisayar model­leriyle ve projeksiyonlarla temellen­diriliyor. İTÜ Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü’nden Prof. Dr. Ömer Lütfi Şen de aşırı hava olaylarının ve kuraklığın insan kaynaklı iklim değişikliğinden mi yoksa doğanın kendi seyri sonucunda mı oluştuğu­nu söylemenin çok zor olduğunun altını çiziyor.
Ancak iklim olaylarının sosyo-poli­tik olaylara etkisi kuşkusuz bulunu­yor. Esas konu, bu etkiden ne denli ilham alarak hareket edildiği. Ça­tışmaları sadece iklim değişikliğine odaklanarak incelemek, bu doğrul­tuda çözüm üretme çabasını ortaya çıkarabilir ve karar vericileri, insani krizlerin uzun vadeli çözümüne yö­nelik politikalar ortaya koymaktan uzaklaştırabilir. Dr. Popovski, “İn­sani sorunların temel sebeplerine yönelindiğinde, silahlı çatışmalarla iklim değişikliğini karıştırmamak daha iyi olabilir. Silahlı çatışmaların gerekçeleri, iklim değişikliğinin ge­rekçelerinden farklıdır ve bu farkla­ra göre çözüm üretilmelidir” diyor.
Aslında sanırız ortada, birbiriyle bağ­lantılı yürütülecek iki temel faaliyet var. Birincisi, iklim değişikliğinin daha uç noktalara ulaşmasını engel­leyecek küresel bir karbon emisyo­nu azaltım anlaşması ve seferberliği (Paris 2015 Zirvesi bu açıdan sonsuz öneme sahip); ikincisi ise benzer bir yaklaşım ve akılla, iklimdeki de­ğişikliğe karşı uygarlığın direncini artıracak uyum politikaları. Suyun verimli kullanımından yeni tarım po­litikalarına; yenilenebilir ve güvenli enerji temininden dirençli kentler ve yerleşimler kurulmasına, adil sosyal hizmetlerin tesisine kadar uzanan bu adaptasyon faaliyeti, gelecek ku­şaklardan öte, bugünün insanlarının varlığını güvence altına alabilir. Du­rum acil, harekete geçmek için bir an bile beklemek, belli ki su kesintilerin­den çok daha öte etkiler bırakacak “normal hayatımızda”…

“İlk Önce Harran ve Çukurova Etkilenecek”
Türkiye’ye yönelik iklim değişikliği riskinin temeli şu: Dünyada en fazla güneş ışığı ekvator hattına yöneliktir. Bu bölgede hava ısınır, yükselir ve sonra kuzeye ve güneye doğru hareket eder. Hem soğuma hem de yağışla nem kaybı sonucu hava bu süreçte ağırlaşır ve 30 derece enlemine doğru çöker. Çöken hava ısındığı için bulut, dolayısıyla yağış oluşamaz. Zaten ekvatorun 30 derece kuzey ve güneyi civarına tropikler altı çöl kuşağı adı verilir. Havanın ekvator civarında yükselmesi, 30 derece enlemi civarında çökmesi ve tekrar geri ekvatora dönmesi ile oluşan döngüye Hadley sirkülasyonu denir. Küresel ısınma işte bu sirkülasyonu genişleterek çökmenin oluştuğu kısmı kutuplara doğru kaydırıyor. Türkiye’nin güney enlemi 36 derecede. Bu durumda kuzey yarıkürede bu kayma tropikler altı çöl kuşağını Türkiye’ye yaklaştırıyor. Dolayısıyla Türkiye ve bu hattaki diğer Akdeniz ülkeleri iklim değişikliğine karşı gittikçe artan bir şekilde kırılgan hale geliyor. Gelecekte, küresel ısınmanın devam etmesiyle beraber çöl iklimine sebep olan bu yüksek basınç kuşağı daha da kuzeye kayacak ve Türkiye’ye yaklaşarak ülkenin güneyini etkileyecek. Ülkenin en büyük iki ovası Harran ve Çukurova bu bölgede yer aldığı için, ilk etkilenen yerler olacaklar. Ve Suriye’de kuraklığın tarım üzerindeki etkisine benzer olumsuzluklar Türkiye’de de yaşanabilecek.
Son yıllarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde meydana gelen olaylarda tarımsal üretimi olumsuz etkileyen kuraklıkların da etkisi olduğu değerlendiriliyor. “Gıda güvenliği” konusu iklim değişikliğine kırılgan bölgelerde yer alan ülkeler açısından önemli bir gündem maddesi olmaya başladı. Haziran 2013’teki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında “gıda güvenliği” konusunun tartışılması Türkiye’nin de konunun farkında olduğunu gösteriyor. Tropikler altı yüksek basınç kuşağının kuzeye kaymasıyla birlikte etkilenen bölgelerde yağışlar azalacak; bu da çoraklaşmaya neden olacak. Bunun üstüne, zaten sık sık kapıyı çalan kuraklık da yaşandığında etki daha da artacak. Böylesi duruma karşı yapılacak iki şey var: Migitasyon, yani seragazı salımını azaltmak ve önümüzdeki değişimlere adaptasyon. Uyum politikalarına şimdiden başlanabilir. Türkiye, suyunun %75’ini tarımsal sulamada kullanıyor. Sulama tekniklerinde yapılacak iyileştirmeler, çok olumlu sonuçlar verecektir. Ayrıca Türkiye’nin nüfus dağılımı çok sorunlu. İstanbul’un nüfusunun dağıtılması gerekiyor, çünkü su kaynakları bunu karşılamaya yetmiyor. Yeterli havza olmadığı için çevre havzalardan İstanbul’a su taşınıyor ancak herhangi bir büyük kuraklık döneminin etkisi bu bölge için ağır olabilir.
* Prof. Dr. Ömer Lütfi Şen (İTÜ Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü) ile yapılan görüşmeden derlenmiştir.

EkoIQ Editör