Türkiye de dahil olmak üzere birçok ülkenin tohum haklarını koruma konusunda oldukça geri kaldığını paylaşan Dış Haberler Editörümüz Zeynep Heyzen Ateş’in “Tohum haklarını koruyoruz” diyen herkese üç sorusu var…
Fransa’da üçüncüsü düzenlenen uluslararası “Biyolojik Korsanlığa Karşı El Ele” konferansının ardından, pek çok ülkenin küresel patent hakları kavgasında ne kadar geri kalmış olduğunu bir kere daha kavradım. Danielle Mitterrand tarafından kurulan France Libertés vakfı ülkemizin haklarını korumaya çalışırken, Türkiye’nin Anadolu’nun tohum haklarını korumaya herhangi bir bütçe ayırmadığını öğrenmekse açıkçası şaşırtıcı olmadı. Hoş, benim de yeni öğrendiğim küresel işleyişten haberdar olmadıkları için insanları ne kadar suçlayabilirim, bu da tartışılır.
Makalemin daha ilk paragrafı bitmeden birilerinin çıkıp, Türkiye’deki çeşitli kuruluşların topraklarımıza ait tohumların patent haklarını koruma altına almak için harekete geçtiğini bana hatırlatacağına eminim. Ama uluslararası platformda bu mücadeleyi verenlerden duyduklarıma göre kazın ayağı pek öyle değil. Bana tohum haklarını koruyoruz diyen herkese şu üç soruyu yöneltmem öğütleniyor:
- Bu tohumların ve bahsi geçen bitkilerden üretilen her şeyin (ticari) hakları, kârı Türkiye halklarına gidecek şekilde mi koruma altına alınıyor?
- Patent hakkı hangi ülkeleri kapsıyor? Ulusal mı, küresel mi?
- Bitkilerin ve bitkilerden elde edilen herhangi bir ticari ürünün çokuluslu şirketlerce kullanılıp kullanılmadığının denetlemesini kim yapıyor?
Avrupa Patent Ofislerine her gün sayısız tohumun, yetiştirilişlerinde kullanılan malzemelerin, bitkilerin, hayvan türlerinin, yağ, un, yumurta ve süt çeşitleri gibi bitkisel ve hayvansal ürünlerin patent hakları için şirketler tarafından başvurular yapılıyor. Bu patent başvurularının çok az bir bölümü, yapılan teknik bir gelişmeye dayandırılırken (örneğin GDO) çoğu ürünün başvurusunu meşrulaştırmakta “özel yetiştirilme biçimleri” gibi esnek gerekçeler kullanılıyor ve belli bir tohum türü değil, o tohum familyasının tamamı veya çiftlikten pazara tüm besin zinciri patente dahil edilebiliyor.
Akademik çalışmalardan okuduğum kadarıyla ne yazık ki çokuluslu şirketler, bu tür geniş kapsamlı sayısız ürünün haklarının sahibi ve amaçları da “haklarını korumak” değil, besinleri tekelleştirmek. Ufukta görünen ve her tohumun patente tabi olmasını mümkün kılacak yasal değişiklik ise brokoli, domates ve kavun başta olmak üzere herkesin yetiştirebileceği sebze ve meyveleri de içerişiyle hepimizin hayatını zora sokacak türden. Dahası zengin tohum çeşitliliğine sahip az gelişmiş ülkelerin biyolojik korsanlık kurbanı olmasını kaçınılmazlaştırıyor. Yeni yasaya göre yalnızca “geliştirilmiş” bitkiler değil, tüm bitkiler patente açılabilecek. Bunun önüne geçmek için de hepimizin el ele vermesi gerekiyor. Kavga yerel değil, tam aksine, yüzleşmemiz gereken belki de en küresel mücadele bu.
Bu Banka Benim Hakkımı Koruyor mu?
Yazının girişinde dile getirdiğim üç sorunun temelinde Guy Kastler başta olmak üzere ekoloji alanında çalışan akademisyenlerin sıkça dile getirdiği bir tehdit var: Tohum bankası, illa sizin bankanız değildir. Bütün bankalar gibi onun amacı da kendi stoklarını doldurmaktır. Doğayı koruma yoluna gidin, haklarınızı hukuksal çerçevede kollayın. Tehditten kasıt, yarın öbür gün o bankadaki tohumların “patente tabi” olması durumunda patenti elinde bulunduran kurumlarla anlaşma yapan “tohum bankalarının” onları size satma hakkına kavuşacağı, hatta tıpkı normal bir banka gibi, işlevinin buna dönüşeceği. Avrupa, uzun zamandır o günün gelmemesi için mücadele ediyor.
Üç sorunun detaylarına geçmeden önce tohum trafiğinin gelişmiş ülkelerde ne kadar sıkı olduğunu açıklayabilmek için Yeni Zelanda gümrüğünden bir anımı anlatmak istiyorum. X miktar paranın üstü gümrüğe tabidir denir ama bugüne dek cüzdanımı açıp bakan olmadı. Taklit ürünle geçilmez ama Gucci çantamı gerçek mi diye kontrol de etmediler. Ama o gümrükten elma geçirebilene rastlamadım. Bugüne dek çantasında meyve unutup 100 dolar ceza ödeyen -ve meyvesine el konulan- onlarca dertli turistle konuşmuşumdur. Gümrüğün tohum konusunda acıması yoktur, indiğiniz andan itibaren sayısız kere çantanızdan meyve-sebze çıkarsa ceza yiyeceğiniz konusunda uyarılırsınız ve sadece bunu kontrol etmeye ayrılmış özel bir güvenlik vardır.
Benim gibi cahilseniz bunu ülkenin tohum rezervini korumak için yaptıklarını sanırsınız, oysa Yeni Zelanda’nın zaten “yöreye ait” kıymetli tohumları çok azdır. Birincil ithal ürünü olan meyve ve sebzelerin tohumları yıllar önce, göçmenlerle dışardan gelmiştir. Öyleyse neden tohum girişini yasaklamıştır yetkililer? Böylece x veya y çokuluslu şirketi “bizim patentli tohumlarımızı kullanmışsınız, paramızı verin” diyemesin diye. Yasalar, o tohumların ülkeye girmişlerse bile yasal yollardan girmediğinin ispatlanabilmesini, dolayısıyla çiftçilerin herhangi bir ücret ödemekle sorumlu tutulamayacağını garantiler. İyi ama yasal yollardan patentli tohumların ülkeye girmemesi nasıl sağlanır? Elbette alım-satımın yasal olarak ya ülke içinde değiş-tokuşla gerçekleşmesine izin vererek ya da önceden belirlenmiş (tohum veren/dişi) tohumların yer aldığı listelerle sınırlı tutulmasıyla (Liste usulü Yeni Zelanda’ya özel değil ama o listeye çiftçisine yarayacak tohumu almak var, çiftçinin değiş-tokuş yapmasına ticari hakların ihlalidir diye yasak getirmek var. Söz meclisten dışarı tabii).
Genetik Kaynaklar Bile Patente Açıldı
Gelelim, hangi tohum kime ait diye sorarken dikkat edilmesi gereken üç soruya. Birinci soruda kastedileni biraz açayım: Amasya elması kime ait? Kökeninin Amasya olduğunu ispatlayabilmek, ispatlanmışsa uluslararası platformda geçerliliği olan bir etiket almak önemli. Ama daha önemlisi, bu etiketle gelen hakların halkaait olması. Sizin için savaşıyormuş gibi görünen kişilerin gerçekten ticari anlamda sizin için savaşıp savaşmadığını araştırın lütfen.
İkinci soruya geçmeden belki uluslararası patent haklarının tarihçesine değinmekte, neyin patentinin olabileceğini, neyin (bugün için) olamayacağını anlatmamda fayda var.
Çağdaş patent yasaları, eski ticari hakların yüzyıllık evrimiyle oluştu. 17. yüzyılda İngiltere’de tuz, cam, çelik ve bira gibi ürünlerin ticaretinde kimi şirketlerin tekelliğinin garantilenmesi için yazılmışsa da, modern patent yasaları, yalnızca icatlara patent verilmesi temeline dayanıyordu. Doğada yapılan keşifler, bu yasalara tabi değildi. Derken, yakın zamanda icat ve keşif arasındaki fark çöpe atıldı, genetik kaynaklar bile patente açıldı. İlk akla gelen ABD’deki 1980 tarihli Chakrabarty davası. Bu davada ilk kez bir mikroorganizma patentlendi. Canlı patentlerde dönüm noktası sayılan bu davanın ardından 1987’de ABD patent ofisi ilk kez çok hücreli bir organizmaya -istridye- patent verdi. 1988’de ilk memeli, Harvard Üniversitesi’nde kanser araştırmaları için Philip Leder tarafından “yaratılan” Onco faresinin patenti Dupont şirketine verildi. Aynı patent, 1992’de Avrupa Patent Ofisi tarafından onaylandı. Böylece tüm dünyada canlı patent tartışması başladı. Onco’yu Avrupa ve ABD’de genetiğiyle oynanmış bitki ve hayvanların patentlenişi izledi (Anlayacağınız, bize 2010’da gelen tartışma batıda 1990’da başlamış ve 2000’e gelindiğinde atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti. 1980’de Alman şirketi Hoechst, gen dizisi için başvuru yaptı, 1987’de aldı -EP0034306- 1996 yılı ise Monsanto’nun GDO soya patentini alışı. Detaylar, Seed Freedom: A Global Citizens’ Report’da okunabilir).
Amasya elmasının hakkı Türkiye’de Amasyalı çiftçilerin olabilir, belki özgürce yetiştirebiliyorlardır. İyi ama Fransa’da onu yetiştirmek isteyen çiftçiler ne olacak? Avrupa’da o tohum kayıtlıysa kime kayıtlı?
Şimdi sıra üçüncü soruda… Fransa Parlamentosu’nun da gündemine taşınan biyolojik korsanlık sorununun en önemli boyutu kaçak ürünler. Aspartam yerine geçmesine kesin gözüyle bakılan guayapi’nin elde edildiği Warana bitkisini ele alalım. Bu bitkiden elde edilen guayapi için Amazon halklarının haklarını savunan vakıflarla şirketler arasında 20 yıldır kıran kırana bir hak ve hukuk savaşı veriliyor. Mahkemeler, şirketler aleyhine karar verse de iş orada bitmiyor. Sıradan bir denetleme için İsviçre, Fransa ve Almanya’daki marketlere, eczanelere bakıldığında bu bitkiden üretilen guayapi maddesinin kaçak olarak kullanıldığı yüzlerce ürüne rastlanıyor. Şirketler ceza ödemeyi, yüzde ödemeye tercih ediyorlar. İyimser olmak istiyorum ama, bilmiyorum ki nasıl olacak bu iş…
Anadolu’nun durumuysa tam bir bilinmezlik. Ben “mor havuç” diye bir bitkimiz olduğunu yeni öğrendiğim için kendimden utanıyorum. Buğday türlerinin ne olduğu, ne olacağıysa ağzı olanın konuştuğu bir tartışma konusu. Bu toprakların 80’lerden bu yana ne kadar ihmal edildiğini tespit etmek için bugün bir ekip kursak, ilk akademik sonuçlara ulaşmak en az beş yılımızı alırdı (bir doktora tezi süresi diye varsayıyorum). Öyleyse tez elden, iş işten geçmeden… Bu, hepimizin kavgası.