Türkiye, 2023 yılına kadar dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olabilecek mi? Gelişmeler pek öyle görünmüyor. Ekonomik büyüklüğün temel ölçütlerinden Gayrisafi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) sıralamasında şu anda 18. konuma düşmüş durumdayız. Üstelik GSYİH’den kişi başına düşen miktara baktığınızda, bir anda 66. sıraya gerileyiveriyoruz. Ama bundan daha önemlisi, GSYİH tek başına neyi gösterir ki? Sürdürülebilir kalkınma açısından gerçek bir parametre midir? Hukuktan eğitime, kadınların toplumsal konumundan ekolojik ayakizine, gelir eşitsizliğinden yenilenebilir enerji kurulumlarına kadar uzanan onlarca alanda gelişme kaydetmeden, yaratılan “zenginliğin” tadını çıkarmak mümkün müdür? Ya da böyle bir büyümenin sonuçları çocuklarımızın, torunlarımızın hayatlarına refah ve mutluluk mu, yoksa kıtlık ve kaos olarak mı yansır?
Uluslararası endeksler, raporlar ve araştırmalarda gerçek yerimizi görmenin, sürdürülebilir bir kalkınma seferberliği için ilk ve temel adım olduğunu düşünüyor ve boyumuzun ölçüsüne bir de buradan bakmaya davet ediyoruz herkesi…
Berkan ÖZYER
Dosyada Değerlendirilen Parametreler
- Küresel rekabet
- İnovasyon
- Basın özgürlüğü
- Hukukun üstünlüğü
- Eğitim
- Sağlık
- Kadının toplumsal yeri
- Ulaşım
- Geridönüşüm
- Şeffaflık
- Organik üretim
- Çalışan hakları
- Seragazı salımı
- Ekonomi
- Güneş enerjisi
- Hayırseverlik
2015 yılı itibarıyla dünyanın en büyük 18. ekonomisinde yaşıyoruz. Kişi başına düşen gelir 1980’den 2000’e 2235 dolardan ancak 4149 dolara çıkabilmişken bugün 10.482 dolar. Bu ekonomik verilerin yanına duble yolları, tünelleri, gökdelenleri, altyapı yatırımlarını, çılgın projeleri eklediğinizde karşınıza hızla kalkınma süreci yaşayan bir ülke manzarası çıkıyor. Peki, bu gerçekten sürdürülebilir bir kalkınma mı? Gelecek onyıllarda devam edebilecek mi? Ya da daha temel bir soru, bu büyüme mutluluk ve refah yaratıyor mu? Yoksa insani ve çevresel olarak “cepten mi” yiyoruz? Bu fiziksel ve maddi gelişme, biyolojik kapasitemizden ve insani varlığımızdan mı eksiltiyor?
İlerleyen sayfalarda bulacağınız kapsamlı dosya konusu işte bu sorulara odaklanıyor. Diğer ülkelerle ilişkisi “dört tarafımız düşmanlarla çevrili” algısı temelli bir toplum olarak etrafımızda olan bitenleri kaçırıyor ve dolayısıyla uluslararası alanda kendimize bir konum bulmakta zorlanıyor olabiliriz ancak bunu bizim yerimize yapan ve dünya sıralamasında Türkiye’nin yerini -biraz da üzüntü verici şekilde- vurgulayan pek çok araştırma mevcut. Ve bu araştırmalar aslında ne kadar vasat, kırılgan ve hoyrat bir büyüme modelimiz olduğunu, dolayısıyla sürdürülebilir kalkınma yolunda onlarca açmaz ve tıkanıklıkla çevrelendiğimizi, reddedilmesi mümkün olmayan bir netlikle ortaya koyuyor.
Kalkınmadan sağlığa, eğitimden seragazı salımına, organik üretimden cinsiyet eşitsizliğine, patent, Ar-Ge ve inovasyon oranlarından kurumsal hayırseverlik düzeylerine kadar pek çok başlığa odaklanan bu uluslararası araştırma ve endeksler Türkiye’nin gerçek konumunu, yani gerçek sürdürülebilir kalkınma parametrelerindeki yerimizi gösteriyor.
Birleşmiş Milletler Bize Çok Mutlu Olmadığımızı Söylüyor
Peki bütün bu endekslere hızla bir göz attığımızda ne görüyoruz? İlk elden, 2003 sonrası yaşanan ekonomik büyüme değerlendirildiğinde bir ara 15. sıraya kadar ilerlediğimiz ama sonrasında yavaş yavaş gerileyerek 18. sıraya oturduğumuz GSYİH oranlarının ne denli zayıf bir veri olduğunu. Çünkü gerçek sonucu verecek olan kişi başı GSYİH sıralamasına baktığımızda bir anda dünyada 66. sıraya düşüveriyoruz.
Dolayısıyla kişi başına düşen gelirin 10 yılda iki katına çıkmasının arka planında bilgi temelli bir iktisadi model değil, mevcut kaynaklara bağlı, katma değersiz, “cepten yemeye” dayalı bir anlayış yatıyor gibi. Geçmişte devletin borcu ve IMF yapılandırmaları konuşulurken artık kamu yerine özel sektörün borcu ekonomiye yük bindirmeye başladı. Birçok uzman, inşaat ve özelleştirme merkezli ekonomik büyümenin sınıra çoktan dayandığını vurguluyor. Tam da bu nedenle kişi başı milli gelir 10 bin dolar seviyesini aşamıyor ve mevcut ekonomi “Orta Gelir Tuzağına” yakalanmanın önemli bir işareti olarak kabul ediliyor
Ama başta da söylediğimiz gibi, ekonominin ötesinde odaklanılması gereken son derece önemli başka başlıklar var: Sosyal gelişkinlik, hayattan memnuniyet, sağlık, mutluluk gibi… Ve bu başlıklarda konumumuz en hafif tabirle “ortalama” olarak değerlendirilebilir. Birleşmiş Milletler tarafından 1990 yılından bu yana yayınlanan ve gelişmişlik seviyesi konusunda dünyadaki temel araştırmalardan İnsani Kalkınma Endeksi’nde (Human Development Index – HDI) 69. sıradayız. Ülkelerin yaşam kalitesini üç alt başlık altında (temel insani ihtiyaçlar, refah temelleri ve hoşgörü ile fırsatlar) inceleyen Toplumsal İlerleme Endeksi’nde (Social Progress Index) ise 58. konumdayız. Kişisel özgürlük (71.), hoşgörü (95.), basın özgürlüğü (117.) gibi göstergelerde ülke sıralaması daha da aşağıya iniyor ne yazık ki.
Birleşmiş Milletler’in kişisel mutluluğumuza dair de bir fikri var ve bize pek de mutlu olmadığımızı söylüyor. Kişi başı gelir verilerine sosyal destek, tercih özgürlüğü ve cömertlik gibi psikolojik faktörler eklenerek hazırlanan Dünya Mutluluk Raporu’nun (World Happiness Report) sıralamasında Türkiye 158 ülke arasında 76. Tam da bu noktaya dair Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) hazırladığı Daha İyi Yaşam Endeksi ( Better Life Index) de önemli bilgiler veriyor. Endeksteki hayattan memnuniyet sıralamasında 32. sıradayız. Bir anda sıralamada yükseldiğimizi düşünmeyin, zira araştırmada zaten belirli bir gelişkinlik düzeyindeki 36 ülke yer alıyor (34 OECD ülkesi ile Brezilya ve Rusya). Yine aynı araştırma Türkiye’de insanların OECD ortalamasına göre çok daha fazla çalıştığını ancak daha az kazandığını, iş dışında sosyal hayata vakit ayıramadığını da gösteriyor.
Felaket Tellallığı mı Gerçeklerle Yüzleşebilmek mi?
Kötümser bir tablo çizip felaket tellallığı yapmanın elbette büyük bir faydası yok ama kendi durumunu gerçek anlamda görebilen bireyler ve toplumlar, kendilerini değiştirebilir ve uzun vadeli planlar yapabilirler. Ve sürdürülebilir kalkınma, tam da böyle gerçekçi tespitler ve uzun vadeli hedeflerle gerçekleştirilebilir. Kısa vadeli planlamalar ise, aslında her zaman insani ve çevresel kapasiteden çalmak anlamına gelir…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçtiğimiz Nisan ayında vurguladığı gibi “ekonomi üç yıldır patinaj çekiyor”. Ama işte bu patinajın temelinde, merkezi karar almanın önündeki bürokrasi değil, üzerinde durulan “cepten yeme” alışkanlığı ve rahatlığı yatıyor. Ve hem insani hem de biyolojik olarak cepten yemenin tabii ki bir sınırı var…
Ve bu ikilemi aşabilmenin yolu, sürdürülebilir ve üretken, temeline bilgiyi koyan yeni bir ekonomi ve kalkınma modelinden geçiyor. Ancak bu da birbirini tanımadan nefret eden, kutuplaşmış bir toplum değil, müreffeh, hoşgörülü, yeni fikirlere açık, destekleyici bir toplum gerektiriyor. Tespitin klişeliği sizi yormasın, ancak ilerleyen sayfalardaki pek çok değerlendirmenin “eğitim” vurgusuyla sona erdiği konusunda şimdiden uyaralım. OECD endeksinde öğrenci becerileri sıralamasında sondan üçüncü olmamızın, yaşam koşullarına bir yansıması olmaması mümkün olabilir miydi?
Seçtikten Sonra…
Bu dergi bir genel seçim sürecinin tam ortasında yayınlanıyor. Elinize geçtiğinde ya seçime birkaç gün kalmış olacak ya da oyunuzu vermiş ve 7 Haziran seçiminin sonuçlarını görmeye başlamış olacaksınız. Ancak biz dosyayı hazırlarken, tabii ki aklımızda seçimler ve endeksler hep bir aradaydı. Çok kısa bir süre önce İngiltere seçimlerinde, tüm partilerin seçim manifestolarında ve tartışmalarında yeni ekonominin, temiz teknolojilerin, yenilenebilir enerjinin ve ekolojinin hiç de azımsanmayacak bir yer kapladığını gördük; ne yazık ki bizim ülkemizde, tüm seçim kampanyası boyunca, bu gerçek sürdürülebilir kalkınma başlıkları görece olarak çok az yer kapladı. Yine de bütün o kısır tartışmaların yanı sıra, “yeni ekonominin” hukukla, katılımcılıkla, demokrasiyle, fikir özgürlüğüyle ve tabii gerçek bir eğitim sistemiyle ilişkisi üzerine sözlerin çoğaldığını görmenin ufak da olsa mutluluğunu yaşadık…
Seçim öngörülerinden ve sonuçlarından tamamen azade biçimde hazırladığımız bu dosyanın temel amacı da zaten bu bakış açısını büyütmek, genişletmek; tartışmayı daha fazla boyutla zenginleştirmek; çok farklı kesimlerin konuya ilgisini yoğunlaştırmak. Türkiye’nin geleceğinin, ilerleyen sayfalardaki başlıklara, araştırma sonuçlarına odaklanmaktan geçtiğine ve bunun da bir grup karar vericinin aklına fikrine bırakılamayacağına; tartışmanın selametinin hem boyut hem de düzey olarak genişlemesine bağlı olduğuna inanıyoruz. Dolayısıyla seçim sonuçları tabii ki önemli ama işlerimiz asıl şimdi başlıyor gibi…
OECD Endeksi’nde Türkiye: “Ara Sıra Karşılaştırma Yapmak Gerek”
Uluslararası Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Türkiye dahil 34 üye ülkeye Rusya ve Brezilya’yı katarak 2011’den bu yana “Daha İyi Yaşam Endeksi” isimli bir çalışma hazırlıyor. Yaşam kalitesi ve refahı ölçen endekste 11 ana başlık yer alıyor: Barınma, maddi durum, çalışma koşulları, sosyal ilişkiler, eğitim, çevre, siyasete sivil katılım, sağlık, hayattan memnuniyet, güvenlik ve iş-yaşam dengesi. Sıralamalar internet üzerinden incelenebildiği için kolaylıkla diğer ülkelerle karşılaştırma yapabilme imkanı veriyor. EKOIQ Yerel Yönetimler Editörü Sibel Bülay da, söz konusu endeksi değerlendirirken, “Gerçekten ne durumda olduğumuzu görmek için ara sıra başımızı kaldırıp konumumuzu uluslararası normlarla karşılaştırmakta yarar var” diyor.
Yunanistan feci bir ekonomik krizin ortasında. “Yeni Türkiye”de her şey çok iyi gidiyor. Ama “Hayatından memnun musun?’’ diye sorulduğunda Yunanlılardan farkımız yok! Yunanistan 36 ülke arasında 10 puan üzerinden 4,7 ile son sırada. Türkiye ise 4,9 puanla 35. sırada.
Bu verileri OECD’nin 36 ülkede yaptığı “Better Life Index” araştırmasının sonuçlarından aldım. Bu çalışmada 11 ana konu ele alınmış ve Türkiye 11 konunun 10’unda en alt % 20’lik dilim içinde. Sivil katılım konusunda ortalardayız, bunun da iki nedeni var. İlk neden seçimlere katılım oranımızın Avrupa ülkelerine nazaran çok daha yüksek olması. İkinci neden ise “Hükümet kanunlar yazılırken sivil topluma ve halka danışıyor mu” sorusuna hükümet üyeleri ve bürokratların cevap vermiş olması. Eminim bu soruya sivil toplum cevap verecek olsaydı sonuç çok farklı olurdu.
Sonuçlara kısaca baktığımızda yaşam kalitemizde ciddi sorunlar olduğunu görüyoruz.
Sağlık, OECD ortalamalarına yaklaştığımız bir konu. 36 ülke arasında 28. sıradayız.
Türkiye’de halkın %67’si sağlığının iyi olduğunu düşünüyor. OECD’de bu oran %69. Bu göstergede gelir grupları arasında farklılıklar var. Örneğin geliri en üst %20 düzeyinde olanların %75’i sağlığının iyi olduğunu söylerken geliri en alt %20’de olanların %61’i sağlığının iyi olduğunu söylüyor. Bugün Türkiye’de doğan bir çocuk ortalama 75 yıl; kız çocuklar 77; erkek çocuklar ortalama 72 yıl yaşayacak. OECD ortalaması ise 80 yaş.
Lise Eğitimi Oranında En Gerideyiz
Eğitim FE-LA-KET! Ve bu sonuçlar 4+4+4 uygulamasının başladığı yıl belirlendiğinden bu uygulamanın olumsuz etkileri henüz göstergelere yansımadı. Türkiye’de lise eğitimini tamamlamış yetişkin oranı %32. Bu çalışmanın kapsadığı 36 ülke içinde en düşük oran ve %75 olan OECD ortalamasının yarısından da düşük. Erkeklerin %36’sının lise diploması var ama 2013’te kadınlarda bu oran %27’e düşüyor (4+4+4 uygulamasından sonra okuldan ayrılan kız öğrencilerde ciddi bir artış olduğunu düşünürsek durum daha da kötüye gidiyor). OECD ortalamasında erkek ve kadın arasındaki fark %1. Diplomalı yetişkinlerde cinsiyet farkı en büyük olan ülkeyiz ve bu konuda da sonuncuyuz. 25-34 yaş arasına baktığımızda lise diploması olanların oranı %43’e yükseliyor. Ama bu konuda da %82 olan OECD ortalamasının hâlâ çok altındayız.
Kömürün Faturası Çocuklara
Türkiye’de konutundan memnun olanların oranı %67 ve bu konuda da 36 ülke arasından 36. sıradayız. OECD’de bu konut memnuniyeti %87 oranında. İçinde tuvaleti olan evde yaşayanların oranı OECD’de %97,9 iken Türkiye’de bu ortalama %87,3’e düşüyor ve yine en dipteyiz.
Çevre hem sağlık hem de yaşam kalitesini belirleyici en önemli unsurlardan biridir hiç kuşkusuz. Ve Türkiye bu konuda da 36. sırada. Halkımızın %33’ü yeşil alanlara erişiminin olmamasından şikayetçi.
Hava kirleticileri arasında PM10 (Particle Pollution), akciğerin en derinlerine yerleştiğinden ağır sağlık sorunlarına neden oluyor. Dünya Sağlık Örgütü PM10 sınır değerlerini 20 μg/m3 olarak belirlemiş. Türkiye’de PM10 değerleri 35 μg/m3 düzeyinde ve hava kirliliği konusunda 35. sıradayız. Ucuz olduğu için ısınmada kömür kullanımı çocuklarımızı hayat boyu kronik akciğer hastalığına mahkum etmiş görünüyor. Önümüzdeki yıllarda bunun maddi ve manevi yükünün çok ağır olacağından hiç kuşku duymayın.
İş ve Özel Yaşam Arasındaki Denge özellikle çocuklu aileler için ciddi bir sorun. Uzun çalışma saatleri insan sağlığını ve iş güvenliğini olumsuz etkilediği gibi stresin artmasına da neden oluyor. 36 ülke arasında en uzun çalışma saatleri Türkiye’de. Türkiye’de yılda 1855 saat çalışılıyorken OECD ortalaması yılda 1765 saat. Haftada 50 saat ve üstü çalışanların oranı Türkiye’de %43 iken OECD ortalaması %9.
Seçim sürecinde hükümet Türkiye’de ne kadar iyi yaşadığımızı anlatırken muhalefet partileri olumsuzlukları anlatıyordu. Gerçekten ne durumda olduğumuzu görmek için ara sıra başımızı kaldırıp konumumuzu uluslararası normlarla karşılaştırmakta yarar var. Better Life Index raporunun verileri 2013 yılında toplanmış ve karşımıza çıkan resim üzücü. 2013-2015 arası bu konularda iyileşme sağlanmış mıdır? Son iki yıl içinde memnuniyetimizi artıracak gelişmeler olduğunu düşünüyor muyuz? Sizce bugün nerelerdeyiz?
Gerekli Sıçrama İçin Reçete Hazır Ama…
Rekabette neredeyse her şeyin başı verimlilik. Ve Türkiye 2000’li yıllarda verimliliğini önemli ölçüde artırdı. Ancak tam da ortalama verimliliği artıracak ciddi bir değişim içine girilmesi gereken yıllarda iyileşmeler durdu. Bu aşamadan sonra yapılması gereken iyileştirmeler konusunda pek bir anlaşmazlık görünmüyor. Dünya Ekonomik Forumu’nun Küresel Rekabet Endeksi’nde 45. sırada gözüken Türkiye’nin durumunu, TÜSİAD-Sabancı Üniversitesi Rekabet Forumu Direktörü İzak Atiyas EKOIQ için yorumladı.
Küresel rekabetin en önemli belirleyicilerinden biri verimliliktir. Verimlilik genel olarak iki biçimde ölçülebilir: İşgücü verimliliği ve toplam faktör verimliliği. İşgücü verimliliği basit olarak katma değerin çalışan sayısına oranı olarak hesaplanır. Toplam faktör verimliliği ise girdi olarak sadece işgücünü değil, kullanılan sermayeyi de göz önünde bulundurur ve üretim birimlerini (şirketler, ülkeler) kullanılan girdiler eşitken üretebildikleri katma değere göre karşılaştırır. Yani hangi birim aynı miktarda girdi kullanarak daha fazla üretim yapabiliyorsa, onun toplam faktör verimliliği daha yüksektir. Toplam faktör verimliliği bir anlamda ülke veya şirketlerdeki teknoloji düzeyini ölçer.
2000’li yıllarda, özellikle de 2008 krizine kadar Türkiye’de hem işgücü verimliliği hem de toplam faktör verimliliği önemli ölçüde arttı. Bu durum, Türkiye’nin zaten geçirmekte olduğu yapısal değişime önemli katkıda bulundu. Yapısal değişim terimi ile ülkelerde verimliliği genellikle düşük olan tarım kesiminin özellikle istihdamdaki payının azalması, buna karşılık sanayi ve hizmetlerin (özellikle işgücü verimliliğinin görece yüksek olduğu hizmet sektörleri) payının artması kastedilir. İşgücünün tarımdan sanayi ve hizmetlere kayması hem ortalama verimliliği hem de tarımdaki işgücü verimliliğini artırır. Yaptığımız analizler, özellikle son 20-30 yılda ortalama işgücü verimliliğinin artmasında bu yapısal değişimin katkısının yüksek olduğunu gösteriyor. Bir anlamda sanayi ve hizmetler, tarımdan kopan işgücünü istihdam edebilmiş, böylece ortalama verimliliğin artmasına katkıda bulunabilmiş. Buna karşılık özellikle toplam faktör verimliliği 1990’larda çok yavaş arttı. 2000’li yılların özellikle ilk yarısında bu gösterge de önemli artışlar kaydetti.
Bu nasıl oldu? Bir yandan uluslararası ortam ve artan uluslararası likidite yardımcı oldu. Bir yandan bu yıllarda Türkiye’de kurumsal çerçevede de önemli iyileşmeler kaydedildi. Örneğin rekabet politikası etkin bir biçimde uygulandı, böylece piyasaya yeni giren şirketler pazar paylarını artırabildi. Kamu kurumları genel olarak özel sektörün farklı unsurlarına eşit mesafede davrandı, ayrımcılık görece sınırlı kaldı. Bu anlamda Türkiye, Avrupa Birliği adaylık sürecinin getirdiği kurumsal iyileşme gereksinimlerinin büyük yararını gördü. Belki de bu etkenler sayesinde Anadolu Kaplanları olarak adlandırılan illerdeki şirketlerin verimliliği görece hızlı bir biçimde arttı, bu illerin üretim, istihdam ve ihracat içindeki payı yükseldi. İstanbul, Bursa, Kocaeli gibi geleneksel sanayi merkezlerinde verimlilik hâlâ daha yüksek ve bu merkezler hâlâ üretim ve ihracatın büyük bir bölümünü gerçekleştiriyor. Ancak aradaki farklar bir miktar azaldı. Yani bu dönemde büyüme daha kapsayıcı oldu ve ülkede kutuplaşma azaldı.
Ciddi Bir Değişim Şart Ama…
Ancak bu iyileşmelere rağmen Türkiye’nin yüksek teknolojili bir büyüme patikasına girdiğini söylemek çok zor. İhracatta otomotiv gibi orta düzeyde teknoloji içeren ürünlerin payı arttı ama yüksek teknoloji içeren ürünlerin payı hâlâ çok düşük. Türkiye’nin ihraç ürünlerinin teknoloji düzeyi arttı ama hâlâ fazla sofistike ürünler ihraç etmiyoruz. Özellikle küçük ölçekli şirketlerde verimlilik, örneğin Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinin çok gerisinde. Yani yapısal değişiklik çok iyi ama aynı zamanda büyüme macerasının görece daha kolay olan bir aşamasına tekabül ediyor.
Dolayısıyla Türkiye’nin daha kişi başına yüksek milli gelir düzeylerine ulaşabilmesi için zaten yeni bir sıçrama içine girmesi lazımdı. Bir yandan daha fazla araştırma-geliştirme ve inovasyon ile daha ileri teknolojilere kaymak, bir yandan da özellikle küçük ölçekli işletmelerin, belki çok ileri teknolojiler kullanarak değil ama ortalama verimliliği artıracak ciddi bir değişim içine girmesi gerekiyordu. Bu da muhtemelen eğitimde bir sıçrama ve kayıt dışılığın azalması anlamına geliyordu.
Şu anda Türkiye’nin bu değişimin hazırlığı içinde olduğunu söylemek çok zor. Krizden sonra ama özellikle son 2-3 yılda kurumsal iyileşmeler tamamen durdu, AB hedefi zayıfladı. Bağımsız olması gereken kamu kurumlarının daha yakın siyasi kontrol altında olduğuna dair çok belirti var. Genel olarak güven azaldı, kutuplaşma arttı. Yatırımcıların kurallara ve hukuka güvenini azaltacak birçok gelişme oldu. Ekonomide reform çabası büyük ölçüde durdu. Verimlilik göstergelerinde de önceki döneme göre son birkaç yıldır ciddi bir durağanlık var.
Neler yapılması gerektiği konusunda pek anlaşmazlık olduğunu sanmıyorum. Yapılması gerekenlerin bir kısmı teknik olarak kolay, bir kısmı ciddi kapasite ve koordinasyon gerektiriyor. Ama her şeyden önce kuralların adil bir biçimde oluşturulacağına, ayrımcı olmayan bir biçimde uygulanacağına ve genel olarak hukukun üstünlüğüne dair bir beklentinin oluşması gerekiyor. Kuşkusuz böyle bir beklentinin oluşması için ise her şeyden önce siyasetin tepesinde bu yönde bir istek gerekiyor.