Hukuk profesörü Hilal Elver, Çevre Bakanlığı’nda hukuk müşaviri olarak çalıştı, hatta bakanlığın ilk kuruluşunda yasal düzenlemeyi bizzat hazırladı. 1996’dan bu yana çeşitli ABD üniversitelerinde dersler veren, halen Kaliforniya Üniversitesi’nde Küresel Çalışmalar alanında ders veren alan Prof. Elver, ayrıca başörtüsü, Fırat-Dicle suları dahil pek çok konuda araştırmalar yaptı, yayınlar hazırladı. Kendisi, son olarak adaylığına karşı çıkan lobilere rağmen geçen Haziran’da BM Gıda Hakkı Özel Raportörlüğüne seçildi.
Nisan ayında düzenlenen “Özel Koşulların Ötesinde: Türkiye ve Küresel İklim Değişikliği Politikaları Çalıştayı” için İstanbul’a gelen Elver’le, Türkiye basınına verdiği ilk kapsamlı röportajda, dünyadaki gıda kaynakları, endüstriyel tarımın zararları ve gıda politikaları oluşturulurken gözden kaçan “insan hakları”nı konuştuk.
Berkan ÖZYER
Çalışmalarınızda dünyada gıda kıtlığı yaşanmadığı vurgusunu sıklıkla yapıyorsunuz. Yaygın kanaatin tam tersi bir görüş bu. Bunu biraz açabilir misiniz?
Yaşanan iklim değişikliği, dünya genelindeki büyük nüfus artışı ve ülkelerdeki orta sınıfların daha yüksek gelir düzeylerine ulaşmaları nedeniyle ciddi bir gıda sıkıntısı yaşanacağına dair anaakım bir görüş var. Eğer şu anda yeterli gıdamız olmasaydı hakikaten böyle bir ihtimal söz konusu olurdu. Ama aslında 1950’lerden, 1960’lardan itibaren öyle bir tarım politikası uygulandı ki, biz de gıda kaynakları konusunda yanlış bir kanıya vardık. O dönemden itibaren özellikle ABD’de oluşan büyük üretim fazlası dünyaya dağıtıldı. Türkiye dahil birçok gelişmekte olan ülke, kendi tarımını bırakıp bu ucuz tahıllara yöneldi. IMF’nin yapısal uyum programları da buna paralel ilerledi. Serbest piyasa ekonomisinde çiftçilerin devlet tarafından desteklenmesinin bir anlamı kalmadığı, tarım ekonomilerinin GSMH’lere çok fazla etki yapmadığı, istihdamın yavaş yavaş başka sektörlere doğru yönetilmesi gerektiği düşüncesiyle gelişmekte olan ülkelerde tarım yavaş yavaş önemini kaybetti. Bunu aslında ABD ve Avrupa’da da görüyoruz. Oralarda küçük tarım işletmeleri büyük şirketler tarafından satın alındı. Yeşil Devrim dediğimiz süreçte bir yandan da Meksika, Filipinler ve Hindistan gibi yerlerde tarımın yapılış tarzı değişti, teknoloji ve kimyasal gübre kullanımıyla üretimde bir patlama oldu, fiyatlar düştü. Ancak bir süre sonra bu tarım politikasının çevreye çok zararlı olduğu anlaşıldı. Zaman içinde su ve toprak kirliliği arttı, toprakların verimliliği düştü. Ve sonuçta tarım üretimi artışının verdiği rahatlık da geçti; özellikle çevresel sorunlar nedeniyle, bu tür bir ekonominin sürdürülemeyeceği anlaşıldı. Ama ABD ve Avrupa ülkelerinde hâlâ üretim fazlası devam ediyor. Ciddi bir kâr söz konusu olduğu için şirketler bunu önemli bir iş haline getirdiler. Özellikle pirinç, tahıl, mısır, soya gibi temel gıda maddelerinde büyük şirketler fazla üretim yapıyor. Bu endüstriyel tarım zaten gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasındaki ticareti körüklüyor. Birinci nokta bu.
Diğer yandan, aslında gıda sorunu, gıda eksikliğinden değil insanların ekonomik kuvvetleri olmamasından, ekonomik erişim zorluklarından kaynaklanıyor. Eğer siz, günde iki dolar kazanıyorsanız, iki dolarlık domatesi yiyemiyorsunuz. Bu kadar basit. Ama bunu bu şekilde göstermek yerine, şirketler “biz daha fazla üretim yapalım, fiyatlar düşer, herkes istediği gibi erişebilir” diyorlar. Bu erişim konusunda da, hangi ülkenin ne şekilde erişebileceği noktasında bir eşitsizlik söz konusu, çünkü dünya ticaret sistemine uymak isteyen bir ülkeyi, daha çok tek ürün modeline geçiriyorlar. Bu durumda kendine yeterlilik yerine tek bir ürüne yönelik tarım geliştiriliyor. Bu da çok olumsuz sonuçlar yaratıyor, çünkü iklimden kaynaklanan veya politik ve sosyal nedenli en ufak bir sorunda, tek ürüne yönelik ülkeler büyük sıkıntı yaşıyor. Mesela Türkiye gibi kendine yeten coğrafya ve iklime sahip ülkelerde çok alternatifli tarım politikalarının gerçekleştirilmesi son derece önemli. Tarımda dışa bağımlılık olmamalı, olduğu takdirde büyük güvenlik sorunları ortaya çıkıyor. Ortadoğu ülkelerinde veya bazı Afrika ülkelerinde şu anda bu durum yaşanıyor.
Türkiye’de mevcut durum bu tehdide açık mı?
Türkiye’de mevcut durumun ne olduğunu çok bilmiyorum. Ama okuduklarıma göre eskisi kadar kendine yeterli değiliz. Soğan, lahana gibi her gün kullanılan sebzeleri ithal ediyoruz. Türkiye gibi toprakları son derece mümbit ve iklimi çok çeşitli bir coğrafyada, böyle bir ithalata girmek yerine çiftçilerimizi daha çok desteklememiz lazım. Biliyorsunuz Türkiye bir tarım ülkesiydi ama artık tarım ülkesi olmaktan yavaş yavaş çıkıyor. Yani sanayileşmeye ve kalkınmaya yönelik bir politika, tarım üzerinde çok büyük etki yapıyor. Bunu dengeli olarak planlamamız lazım. Burada toprak kullanımı çok önemli. Toprakların nerede tarımda, nerede sanayide kullanılacağı konusunda sistemli bir politika olması lazım. Örneğin ABD’de bile böyle bir makro gıda olarak kullanması yatıyor. Sadece yatırımların daha akıllıca yapılması gerektiği konuşuldu, küçük çiftçilere yardımlar önerildi ama ülkelerin dış ticaretleriyle gıda arasındaki bağlantı konuşulmadı, çünkü DTÖ son derece kuvvetli bir örgüt ve tarım ürünleri de önemli bir ticari meta, commodity olarak görülüyor.
BM’deki görevinize gelirsek… Gıda Hakkı Raportörlüğü 2000’de oluşturuldu ve siz üçüncü raportörsünüz. Netleştirmek üzere, gıda raportörlüğünün iş tanımını yapabilir misiniz?
BM İnsan Hakları Komisyonu’nun çalışma yöntemlerinden biri özel raportörlükler. Şu anda 37 tane özel raportör var ve hepsinin insan hakları alanında farklı sorumlulukları bulunuyor. Mesela biri işkenceye, diğeri çocuk haklarına, diğeri suya odaklanıyor. Bunların hepsi Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi ve buna bağlı olarak gerçekleştirilen iki ayrı insan hakları konvansiyonunda (politik haklar ile ekonomik, sosyal ve kültürel haklar) yer alan haklar. Mesela gıda hakkı ile ilgili olan 11. madde. Özel raportörler alanlarında uzman olan kişilerden üçer yıllık iki dönem için İnsan Hakları Konseyi’nin oybirliği ile altı yıllık bir süre için seçiliyorlar. Bu süre boyunca tamamen özgür ve bağımsız hareket ediyoruz. Yani BM Genel Sekreteri bile özel raportörlere “şunu yapma” demeye, ya da görevden alma hakkına sahip değil. Özel raportörler Birleşmiş Milletler’in maaşlı görevlileri değil. Ne iş yaptığımıza gelince; her yıl iki ülke seçiyoruz ve oralara misyon seyahati yapıyoruz. Bu ülkeleri de bizi davet eden ülkeler arasından belirliyoruz. Mesela benim ilk misyonum Filipinler’di. Oradan yeni geldim ve ikinci ülke olarak Fas’a gideceğim. Oradan sonra da İran. İran 2005 yılından beri ilk defa bir BM raportörü olarak beni davet ettiği için bu misyonun özel bir önemi var.
Ülke ziyaretleri dışında, her yıl belli bir tema üzerinde iki ayrı rapor yazıyoruz. Bu raporları Cenevre’de ve New York’taki genel kurulda sunuyoruz. Altı yıl boyunca önceliklerimi belirleyen ilk raporumdan sonra, ikinci raporumu gıda hakkının yasalarla ve yargı yoluyla nasıl korunacağı ve uluslararası şirketlerin nasıl sorumluluk altına alınabileceği üzerine yazdım. Şimdiki raporumu ise iklim değişikliği ve gıda güvenliği arasındaki ilişki konusunda hazırlıyorum. Daha sonra da kadınların gıda sistemleri ve tarımdaki rollerinin güçlendirilmesi konusuna gireceğim. Yani toplamda yılda dört rapor hazırlıyoruz. Ve bu da çok yüklü bir uğraş. Aslında raportörler bu işi part-time olarak yapıyorlar. Çünkü BM’den gelen bir maaş olmadığı için başka göreviniz olması lazım. Ancak tam zamanlı bir işten çok daha yoğun. Bu nedenle ders vermeye ara verdim, çünkü çok yoğun bir seyahat programımız var. Dünyanın her yerinden davet alıyorsunuz, söyledikleriniz Birleşmiş Milletler’in yasal belgesi haline geliyor. Özel raportörler, bağımsız olmasından ötürü büyük bir güvene sahip oluyorlar, kimse karışmadığı için rahatça eleştirilerde, değerlendirmelerde bulunabiliyorsunuz.
14 yılda gıda hakkı raportörleri somut olarak neyi başardı?
Size somut bir örnek vereyim. Misyon ziyaretlerinde yedi veya 10 günün sonunda basın toplantısıyla ülkenin performansını değerlendiriyorsunuz. Filipinler’de gıda hakkıyla ilgili yıllardır mecliste duran bir yasa tasarısı vardı. Yaptığım ziyaret sırasında bu yasa tasarısının bir an evvel yürürlüğe girmesi konusunda çok baskı yaptım. Benim ziyaretimin arkasından ülke meclisi, tasarıyı onayladığına dair haber verdi, raporumuza son gelişmeleri koymamız için. Çünkü hiçbir ülke uluslararası alanda insan hakları konusunda kötü görünmek istemiyor. Yasalara uygun, insan haklarına saygılı ülke olmanın verdiği bir gurur var. O nedenle de bazı şeyleri değiştirme şansınız var. Ayrıca STK’larla çok yakın çalışma imkanınız oluyor. Onlar da çok yararlı, çünkü hem onlardan bilgi alıyorsunuz hem de sizin raporlarınızı her yerde yasal kuvveti olan bir rapor gibi savunuyorlar. Güzel bir alışveriş oluyor.
Raportörlüğün ötesinde, Fırat ve Dicle sularının paylaşımından başörtüsü konusuna kadar pek çok farklı alanda çalışmalar ürettiniz. Genel olarak farklı alanlara hukuk odaklı baktığınız için bu farklılıklara sahipsiniz sanırım.
Evet, aslında bütün çalışmalarım hukuk temelli. Hukukun çok güzel bir yanı var. İstediğiniz yere atlayabiliyorsunuz, çünkü uluslararası hukuk alanında, bu kavramların hepsi bir arada. Mesela insan hakları konusunda çalışırken başörtüsü konusuyla uğraştım. Çünkü o sıralarda, yani 2000’li yıllarda, özellikle 11 Eylül’den sonra yurtdışında İslam’a karşı bir ilgi başladı. Ben de Türkiye’deyken çok iyi bildiğim bir konu olduğu için ve bu, Türkiye’de uzun zamandır bir insan hakkı sorunu olarak devam ettiği için başörtüsü konusunda bir kitap yazmaya karar verdim. AİHM kararlarına bakarak, Avrupa’daki davaları inceleyerek karşılaştırmalı bir kitap yazdım. Oxford Üniversitesi basımını gerçekleştirdi, ama Türkiye’de bunu Türkçeye çevirip yayınlayacak bir yayınevi maalesef bulamadım. Sanırım “politik nedenlerden” diye düşündüm. Su konusuna gelince, ben çevre hukuku dersi veriyordum ve Çevre Bakanlığı’nın ilk hukuk müşaviriydim. 1990’lı yıllarda su konusunda tartışmalar yaygınlaşmıştı, fakat konunun hukuki yönü ile ilgilenen pek fazla uzman yoktu. Ben de bakanlıktan ayrılıp ABD’ye gittikten sonra o kitabı yazdım. O dönem Fırat ve Dicle konusuna dünyada fazla bir ilgi olmadığı için kitap fazla ilgi uyandırmadı. Aradan 10 yıl geçtikten sonra “burada bir su meselesi varmış” diye kitap gündeme geldi. Ama bu sürede bölgede jeopolitik olarak her şey değişti. Gözden geçirilip yeniden yazılmalı.
Hukuk müşaviri olarak çalıştığınız yılların ardından, bakanlığın sonraki performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
1989’dan 1993’e kadar Bakanlık’ta çalıştım. Hatta 1991’de Çevre Bakanlığı’nın kuruluşunda yasal düzenlemeyi hazırlamıştım. Öncelikle şunu söylemeliyim, çevre bakanlığıyla şehircilik bakanlığının bir araya gelmesi kadar anlamsız bir şey olamaz. O yanlıştı. Bu kentsel dönüşümlerle çevreyi nasıl bir araya getirebiliyorlar, bilmiyorum.
Bu biraz tuhaf geldi. Bir de Çevre Bakanlığı daha müsteşarlıkken çok ciddi uzmanlara sahipti. O dönem Devlet Planlama Teşkilatı’yla birlikte çalışılıyordu. Ve bu uzmanlar yurt dışında çok aktiftiler. Sonra bunların hepsi gitti. Yeni gelenler de işlerini yapmaya çalışıyorlar. Türkiye’de maalesef böyle bir kurumsal devamlılık söz konusu değil. Kişiler sürekli değişiyor ve her yeni gelenin kendine göre bir politikası, birlikte çalıştığı insanlar oluyor. O açıdan bir sorun görüyorum. Bakanlık değişiminin teknik adamlara kadar gitmemesi gerekir, işini bilen bürokratların korunması gerekir. Yani kurumsal devamlılık ve bilgi birikimi çok önemli.
Seragazlarının azaltılması politikalarından bahsederken sıklıkla insan hakları konusuna dikkat edilmesi gerektiğini vurguluyorsunuz. Bu konu gözden kaçıyor mu?
İnsan haklarını işe katmak, hiç istenmeyen bir şey. Çünkü bu kavramı koyduğunuz takdirde, cidden dikkatli olmanız gerekiyor. Özellikle gelişmiş ülkeler insan haklarına saygılı görünmek istedikleri için politikalarında bunları dikkate almalı. Örneğin Avrupa Topluluğu’nun “seragazını azaltalım ve temiz teknolojiye geçelim” diye etanol üretimi yapmak için Afrika’daki tarım topraklarına uzanmaktan ya da ABD’nin mısır üretiminin %40’ını biyoyakıt olarak kullanmaktan vazgeçmesi gerekiyor. Çünkü bunlar gıda hakkını etkileyen şeyler. Eğer insan hakları ya da iklim adaleti konuşuluyorsa, hem ülke içinde hem de uluslararası alanda kaynaklara erişimi olmayan insanları ve ülkeleri korumamız, onlara ayrıcalık tanımamız ve bir mekanizma oluşturmamız gerekiyor. Öyle bir sistem kurulmalı ki, seragazı salımına katkısı olmayan kimse iklim değişikliği politikalarından zarar görmesin. Bu da, konunun merkezine insan haklarının vurgusunun alınmasıyla mümkün.
Buna yönelen bir eğilim var mı?
Var. BM İnsan Hakları Konseyi de konuyla ilgili yedi-sekiz karar çıkardı. Konsey olarak bizim bütün derdimiz iklim değişikliği toplantılarına nasıl bir taraf şeklinde katılacağımız. Şimdiye kadar BM altında bunu beceremedik. BM’nin iki kolu, İnsan Hakları Konseyi ve İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi birlikte çalışamıyor, çünkü biri insan hakları, diğeri ise uluslararası bir anlaşma mekanizması olarak çevreyle ilişkili. Halbuki bunun bir elde toplanması lazım. Uluslararası politikalarda uyumluluk sağlanması gerekli. En son 2015 Şubat’ta Cenevre’de iklim değişikliği toplantısında olumlu bir adım atıldı. Eski İrlanda Başkanı ve sonrasında BM Yüksek Komiseri olan Mary Robinson’ın çabalarıyla, ki kendisi çok etkili bir insandır, insan hakları ile iklim değişikliği bir araya getirilmeye çalışılıyor. Her yerde toplantılar yapıyoruz. Lima’da yaptık, Paris’te yapacağız. Bu ay içinde Paris’te yapacağımız toplantıda, gıda hakkı ya da su hakkından girerek açlık ve fakirlikle mücadelenin uyumlu olması gerektiğini vurgulamaya, yani insan haklarını iklim değişikliği politikalarıyla özdeşleştirmeye çalışacağız. Aslında bunları her ülkenin kendi içinde milli politikalarla yapması lazım.
BM maaş vermiyorsa, bütçenizi nasıl oluşturuyorsunuz?
Raportörlerin bütçesi yok; BM’nin de çok dar bir bütçesi var. İnsan haklarına ise genel bütçeden sadece %3 ayırıyorlar. Bu oran New York’taki Birleşmiş Milletler Kütüphanesi bütçesinden bile az. Biz, yani özel raportörler bu %3 içinden çok daha az bir bütçeyle çalışıyoruz. Misyon ziyareti dışındaki etkinliklerde, masrafları davet eden taraflar karşılıyor. Misyon ziyaretlerinde bağımsız olmanız lazım. O nedenle misyon ziyaretlerinde Birleşmiş Milletler bütün masrafları karşılıyor. Cenevre ve New York’taki toplantıları da BM karşılıyor. Bunların dışındaki harcamalara BM karışmıyor. Onun için raportörler kendi ülkelerinden ya da bu konuları destekleyen ülkelerden destek alıyorlar. Örneğin benden önceki Belçikalı raportör Olivier De Schutter, kendi ülkesinden ciddi bir kaynak sağlamıştı. Destekçilerden gelen kaynak, internet sitesi hazırlamak, raporları başka dillere tercüme etmek, toplantılar yapmak, bilgili ve etkili insanları bir araya getirmek için kullanılıyor. Dediğim gibi ilk iki raportör de kendi ülkelerinden kaynak elde etti. Eskiden İspanya, Fransa gibi Avrupa ülkeleri de destek sağlıyordu. Şu günlerde Avrupa ülkeleri ciddi bir bütçe sıkıntısı içinde görünüyor. Bana şimdiye kadar finansal bir destek gelmedi ancak Avrupa ülkeleri raporlarımı çok olumlu değerlendirdiler. Türkiye’nin de beni destekleyeceğini düşünüyorum.