Yapıların, iç mekan ve ortamların insan sağlığına olan etkilerini inceleyen yapı biyolojisi alanı üzerinde çalışan eds-architecture’ın kurucusu And Akman, geleneksel yöntemlerle ekolojik yapı tekniklerinin sentezlenebileceğini vurguluyor. Temel yapının ötesinde sağlıklı yapı malzemelerininin çok katlı binalara da entegre edebileceğini belirten Akman’la geleneğin bugüne taşınmasını konuştuk.
Ekolojik yapıyı nasıl tanımlarsınız? Bir yapının ekolojik olması için gerekli kriterler nelerdir?
Tanım olarak, gezegendeki ekolojik döngüler içerisindeki yerini, gezegene zarar vermeden tamamlayan yapı diyebiliriz. Bunu üç aşamalı olarak düşünebiliriz. Bir tanesi evin yapımı için yapı malzemeleri açısından tüketilen enerji faktörü. Bir binayı oluşturabilmek için ne kadar enerji tüketiyoruz, bu enerji bina ilerde ömrünü tamamladığında ekosistem içerisinde yerine tekrardan geri dönebiliyor mu? Karbon döngüsünü kapalı şekilde tamamlayan bir yapı malzemesi olduğu için ahşap buna güzel bir örnek. Bir de yapı malzemelerinin üretimi için tüketilen enerjilerin olabildiğince düşük olması faktörü var. Bu bakımdan bir ahşap doğramayla, plastik ya da alüminyum doğramanın arasında ekolojik değerlilikleri bakımından çok büyük farklar var. İkincisi; yapının ömrü boyunca tükettiği, yani ısınması, soğuması, aydınlanması, atık döngüsü için tükettiği enerjinin miktarı. Üçüncü olarak da yapı ömrünü tamamladığında doğaya bir çöp ya da geridönüşümü zor bir atık olarak değil de bir hammadde olarak tekrardan olabildiğince doğru biçimde geri dönmesi faktörü sıralanabilir. Yani bir toprak yapı malzemesini kompost olarak ya da ahşap yapı malzemesini o ahşabı boyamadığımız ya da kimyasallarla zehirlemediğimiz sürece, gübre olarak toprağa geri katabiliyoruz. Fakat bir plastik, alüminyum ya da başka bazı yapı malzemelerinin doğaya geri dönüşleri çok daha zor şartlarda, çok daha büyük enerji tüketimleriyle oluyor. Mesela demiri yeniden kullanabiliriz fakat bunun için bile enerji tüketimleri gerekiyor. Bu üç faktörü birleştirdiğimizde, ne kadar az enerji tüketimleri olabiliyorsa, aslında o yapının ekolojik değerliliği de o kadar artıyor.
Biz hafriyatlarla denizi doldurarak bir çözüm bulduk sanırım…
Ya da o betonarme binanın betonu ve demiri birbirinden ayrıştırıldıktan sonra -ki o betonla demiri birbirinden ayrıştırmak bile kolay bir iş değildir- demiri Ereğli Demir Çelik’e veriyorsunuz, o tekrardan eritiliyor ve demir olarak kullanılıyor. Betonun da denizi doldurmanın yanında aslında en çok kullanımı yol yapımındadır. Karayolları Genel Müdürlüğü bu atıkları toplar, asfalt yol yapımında dolgu malzemesi olarak kullanır. Bunları yapmak bir taraftan gerekli ama diğer taraftan da çok ciddi enerji tüketimleriyle mümkün. Halbuki bunu örneğin ahşap yapı malzemesiyle gerçekleştirmiş olsaydık, o zaman bütün bu enerji döngülerinin çok daha düşük seviyelerde olduğunu görebilirdik.
Geleneksel mimariyi ekolojik yapıyla nasıl ilişkilendirebiliriz?
Geleneksel mimaride mecburiyetten kaynaklanan çok doğru yaklaşımlar vardı. Mesela rüzgarı doğru kullanmak; örneğin iç mekanları yazın serinletebilmek için Mardin, Safranbolu, Kula evlerinde, genel olarak Anadolu’da topografya çok doğru okunmuş. Ve doğru bir iç iklimi yaratmak için de doğru mimari formlar ortaya çıkmış. Bunun önemli göstergesi pencere ebatlarıdır. Fakat bugünkü teknolojilerle bunu doğru bir şekilde sentezlemek lazım. Zamanında yalılarda, Safranbolu evlerinde ya da geleneksel yapılarda belli bir pencere oranı vardı, diye bunu bugün birebir kopyalamamız gerekmiyor. Çünkü bugünün pencere yapım teknolojileri çok daha farklı. Eskiden camları küçük tutarlardı, içerisini kolay ısıtabilmek için. Halbuki bugünün imkanlarıyla iç mekanı iklimlendirmek çok kolay. İkincisi cam eskiden çok pahalı bir malzemeydi, 1m’’lik pencereyi bile 6 ya da 8’e bölerlerdi ki kırıldığı zaman sekizde biri kırılsın. Şimdi o da çok değişti. 100 yıl önceki camın ulaşılabilirliğiyle bugünkü çift kat camların ulaşılabilirliği arasında büyük farklar var. Dolayısıyla kendimizi küçük pencereli karanlık odalara hapsetmek zorunda değiliz. Bu değişimleri de görmekte fayda var. Eskiden insanlar iç mekanları daha çok barınak olarak kullanırlardı, çünkü yaşamlarının büyük kısımlarını dışarda geçiriyorlardı. Bugün o değişti. Yani yaşantımızın daha büyük kısmını iç mekanlarda geçiriyoruz. Bunun için de iç mekanları daha ferah, daha ışığı alır, daha yaşanabilir hale getirmek mecburiyeti doğdu. Bu bakımdan geleneksel mimarinin bugüne aktarımı konusunda doğru sentezler gerekiyor diye düşünüyorum. Bunları bire bir kopyalamak, Selçuklu mimarisiymiş gibi, Safranbolu evleriymiş gibi evler inşa edip de o evleri Safranbolu’ya değil de başka bir coğrafyaya yapmak komik oluyor.
Pencere gibi somut örnekler verebilir misiniz?
Bugün yapılan çok büyük hatalar var, bir proje çizildiğinde mimar ya da mühendis onun dört duvarını 13,5’luk tuğlayla çeviriyor. Ve yapı ustası da onu o şekilde uyguluyor. Burada kuzey-güney yönleri, içinde yaşayan insanların ne tarafa baktıkları çok da fazla düşünülmüyor. Halbuki bunlar çok önemli faktörler. Normalde, bir binanın dört cephesinin dördünün de birbirinden farklı dış duvar detaylarının olması gerekir. Bu aslında sadece doğru malzemenin doğru cephede uygulanmasına yönelik bir bilgi. Ek bir maliyet bile değil. Sadece bilginin uygulamaya doğru aktarılması. Bu bile yapılmadığı için, bugün hiç enerji etkin olmayan, kışın zor ısınan ya da yazın klimayla bile zor serin kalan evler yapılıyor. Burada saçak uzunlukları, güneyden gelen ışığın kışın evin içerisine alınması, yazın dışarıda bırakılması gibi faktörler kat yükseklikleri artıkça kontrol edilmesi imkansız mimari çözümler haline geliyor.
Geleneksel mimari, dar alanlara yüksek binaları inşa etmeyi gerektiren günümüz kent yaşamına uygun mudur?
İki cevabı var bunun. Kendimize şu soruyu sormalıyız; “Bu kadar dar alanlara sıkışmak ve bu kadar dar alanları bir rant haline getirmek zorunda mıyız? Bir defa bu sorunun cevabı çok açık ortada. Konuya oradan bakmak lazım. Kent ölçeğinde bunu çözmeye çalıştığımız anda zaten bir sorun var demektir. Demek ki kent denen yaşam alanını doğru kurgulayamamışız ki bu tür problemleri çözmeye çalışıyoruz. Bu nüfus yoğunluğuyla, kat yüksekliğiyle ilgili bir şey, bunu aslında İstanbul ölçeğinde çözmeye çalışmak, ölmekte olan bir hastaya aspirin vermeye benziyor. Halbuki çözülmesi gereken başka şeyler var. Şişli’nin göbeğinde ben bir binayı kerpiçten yapmışım ne yazar, yapmamışım ne yazar. Yeri yanlış o binanın. Dolayısıyla burada nüfus yoğunluğunu nasıl yayabileceğimizi konuşmamız gerekiyor. Öncelikle şehirdeki yerleşim alanı planlamacılığıyla ilgili sorunlar bunlar. ‘Sağlıklı bir bina yaparsam İstanbul’da rahat yaşar mıyım?’ diye düşünmek çok absürd bir düşünce o bakımdan. İkincisi sağlıklı yapı malzemelerini çok katlı binalara da entegre edebiliriz. Bugün ben 40 katlı betonarme bir binanın, betonarme yapısı dışındaki bütün duvarlarını insan sağlığını destekleyen yapı malzemeleriyle inşa edebilirim. Cam kuleleri kastetmiyorum, onların kuzey güney doğu batı ilişkileri hiç düşünülmemiştir aslında. Ama kuzeye kapalı, güneye açık yüksek bir bina tasarlandığında ve bu kendi içinde de doğru malzemelerle yapıldığında, burada bir verim sağlanır, ekolojik değerliliği artırılabilir.
Burada ne tür malzemeler kullanılabilir?
Duvarlardan başlayacak olursak duvar malzemesi olarak bugün seçeneklerimiz arasında gazbetonvari malzemeler, tuğla ve türevleri, bir de pişmemiş toprak yapı malzemeleri var. Yani eski geleneksel kerpicin bugünkü modern şekli bunlar. Aralarından nemlenme ve küflenme tehdidi yüzünden gazbetonu eleyelim, radon gazı ve radyoaktif olma yüzünden tuğlayı eleyelim. Geriye kalan toprak yapı malzemelerini yani kerpici kullandığımızda aslında çok daha başarılı bir sonuç elde ediyoruz. Ben 40 katlı bir binanın bütün iç duvarlarını bu malzemeyle yapabilirim. Aynı iş çünkü, oradaki duvar ustası farklı bir iş yapmıyor. Yalıtım malzemesi olarak da taşyünü, camyünü gibi kanserojen olanları var. Strafor var, yandığında hem zehirlenerek hem de yanarak ölebilirsiniz. Bir de daha sağlıklı olan ısı yalıtım malzemeleri var; saz kamışı, yün, kokos elyafı gibi. Bunlar, benzer yapı malzemeleri endüstrisinin Türkiye’de gelişmesine bağlı. Bu yapı malzemeleri de piyasadaki yerlerini yıllar içerisinde alacaklardır. İç duvarlarda örneğin alçıpan çok kullanılıyor, onun radyoaktif olma potansiyeli çok yüksektir, onun yerine mesela muadili olan topraktan ya da atık kağıttan üretilmiş panelleri kullanabiliriz. İç mimariye yaklaşacak olursak zehirsiz boyalar, toksik gazlar açığa çıkarmayan yüzey kaplama malzemeleri kullanılabilir. Bunlara dikkat edildiğinde, insan sağlığına yönelik, ekolojik değeri daha yüksek sonuçlar elde ediyoruz.
Bu sıraladıklarınızın geleneksel mimariyle ilişkisi kurulabilir mi?
Geleneksel mimaride yapı malzemeleri belliydi: Taş, toprak, ahşap. Ve de yörenin yapı malzemesi neyse o kullanılıyordu. Geleneksel mimaride 300 km uzaktan yapı malzemesi gelmiyordu. Yerine ait malzemeler kullanılıyordu. Bu da önemli bir faktör. Bugün de aslında dikkat etmemiz gereken bir husus; tuğla kullanacaksan bu 50 km yakından mı geliyor, yoksa 400 km uzaktan mı geliyor?. Karbon ayakizi, gömülü enerji, nakliyat için tüketilen enerji açılarından, tercihimi olabildiğince yakından temin edilen malzeme yönünde kullanıyorum. Geleneksel mimaride bu zaten vardı. Burada bir bilince de gerek yok, çünkü o zamanlar imkanlar farklıydı. Ve de insanlar aslında yerine ait yapıyı, doğaçlama bir şekilde yapmak zorundaydılar. Bugün biz buralardan neler öğrenebiliriz ve bugünün teknolojisiyle nasıl birleştirebiliriz diye konuya yaklaşmak zorundayız. O bakımdan geleneksel mimariyi, hele formuyla birebir kopyalamak, bana yanlış geliyor.
Dünyadaki gelişmelere hakimsiniz. Böyle bir eğilim var mıdır?
Aslında ona söylenecek iki şey var. Bir tanesi bu yaklaşımı özümsemiş ve tabana yaymış yöreler var dünyada. Orada esnaf dahil herkes evini bu şekilde yaptırıyor, renove ediyor. Buralar çevre bilincinin çok gelişmiş olduğu yerler ve güzel bir tevazu ile bunu mimariye yansıtıyorlar. Bunun örneklerini daha çok Orta Avrupa’dan verebiliriz. Doğa sevgisi değil de, çevre bilincinin yüksek olduğu yöreler buralar. Almanya, Kara Ormanlar’da Freiburg mesela bunun zirve yaptığı yerlerden birisidir. Oradaki yerel idareler, olduğu gibi bunun arkasında. Bir de bunun ticaretini yapmaya çalışanlar var. O da ABD’den gelen bir akım. Para kazanmak için bu da bir trend oldu. Bunun bugüne yansıması LEED veya BREEAM denen sertifikasyonlar aslında. Bunların altında ciddi bir çevre bilinci, özümsenmiş bir taban yok, ticari bir kurnazlık var. Türkiye’de, bu çevre bilincinin tabana yayılmış olduğu yer olarak, bizim de yaşadığımız Urla yöresini göstermek mümkün. Burada belediye ve üniversite, sürdürülebilir kalkınma planları yapıyor. O bakımdan İzmir yarımadası yöresindeki gelişmeleri de yakından izlemekte fayda var.
Türkiye’de mevcut kentsel dönüşüm ihtiyacı var, vakit sıkıntısı var. Topografya araştırmaları vakit istiyor. Bu çelişkinin üstesinden nasıl gelinebilir?
Burada vakit faktörüne takılmak bana yanlış geliyor. Türkiye’nin kentsel dönüşüme değil, kırsal kalkınmaya ihtiyacı var. Ve biz gelişmiş kasabaları, yaşanabilir yerler olarak ne kadar desteklersek, kentsel dönüşüm silsilesi çok kısa sürede bir problem olmaktan, kendiliğinden kalkar. Bu tamamen bir semptom tedavisi. Örneğin İstanbul’da, kentsel dönüşüm girişimleri sayesinde daha nitelikli yaşam alanları yaratmak sadece İstanbul’un nüfusunu artıracaktır. Oysa ki Anadolu’da kalkındırılan bölgelere nüfusun kaymasına gayret sarf etmek daha doğru olacaktır diye düşünüyorum.