#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“ Çözümleri Geçmişte Bulacağız”

MSGSÜ Yapı Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdür Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Ümit Arpacıoğlu, bir köyü yeniden ele alarak köylü için bir model oluşturmayı, köyün gelişimine katkıda bulunmayı amaçlayan Köyünü Yaşat projesi ekibinde yer alıyor. Arpacıoğlu, kırsaldaki geleneksel mimariyi korumanın neden gerekli olduğunu, ArGe sonucunda kerpiç gibi malzemelerin nasıl iyileştirilebileceğini anlatıyor.

Öncelikle Köyünü Yaşat projesini tanıtabilir misiniz?
Biz Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlı Yapı Uygulama ve Araştırma Merkezi olarak temelde Türkiye’de LEED veya BREEAM gibi yerel sertifika sistemi olan SEEB-TR (Sürdürülebilir Enerji Etkin Bina­lar Sertifika Sistemi) üzerine çalı­şıyoruz. Bunu yaparken şunu fark ettik. İsterse sertifikalı olsun bir binayı yeniden yapmak ekolojik bir şey değil aslında. O yüzden “Gerçek yeşil binalar nelerdir?” diye sorgula­malar, çalıştaylar yaptık. Üniversite­de daha önce Balıkesir, Kayseri ve Küre’de, yerel mimarinin korunması gerektiğine dair Bakanlıkla birlikte ortak çalışmalar yapılmıştı. Bunlar o bölgelerin yerel mimarisinden nasıl etkilenilmesi gerektiğine, bir mimarın oralardaki izi nasıl devam ettirebileceğine yönelikti. Projelerle bu SEEB-TR yani yeşil bina sertifi­ka projesi bir araya gelince, ikisini bir araya getiren bir proje yapmak istedik. Bu “Köyünü Yaşat Projesi” öyle başladı. Projemizde ilk olarak Orta Anadolu’nun batısıyla, Sakarya Nehri civarıyla ilgileniyoruz. Bunun yaygınlaşmasını da istiyoruz: Kara­deniz Teknik ve Uludağ gibi partner üniversitelerimiz var. Onlar da bu projenin devamı olarak farklı köy­lerde Köyünü Yaşat’ı aynı mantıkla orada devam ettirecekler. Ama bizim Sakarya’yı hedef almamızın sebebi, burada var olan, İpek Yolu üzerinde olan hımış sisteminin yok olması. Bu hımış sistem yani ahşap taşıyıcılı kerpiç dolgulu bina sistemi dünyada yaygın değil. Biz bunu çok geliştir­mişiz, Türk evi kavramının temelini atmışız bu kırsal alanlarda. Bir Saf­ranbolu bizim için ne kadar değerliy­se, kırsal alandaki bu örnekler de o kadar değerli. Çünkü Safranbolu’yu oluşturan temel biçemler orada yer alıyor. Temel dokular orada yaratıl­mış, sonra da daha geniş ölçekte Saf­ranbolu kent olarak ortaya çıkmış. Şimdi biz Safranbolu’yu koruyoruz ama kırsal mimarideki bu örneklerin de yok olmasına izin veriyoruz. Bir süre sonra elimizde sadece Safranbo­lu kalacak. O yüzden bu proje biraz daha köylüye kendi evinin değerini bilinçlendirmeyi amaçlıyor. Köyünü Yaşat Projesinin detaylarını öğren­mek isteyenler www.koyunuyasat.com ve www.facebook.com/koyunu.yasat adreslerini takip edebilir.

Bu çalışmanın temel zorlukları ne?
Evlere çok fazla gidip gelince an­lıyorsunuz ki onlar da haklılar yık­makta. Aslında ilk başta evini yık­mak istemiyor, ata evi diyor, onu korumak istiyorlar. Mesela ilk önce sıvaların değiştiğini görüyoruz. Sı­vaların değişmesi şöyle bir süreçte geliyor. Kerpice bakamıyor köylü ilk başta. Zaten artık o evlerde yaşamı­yor, ilçe ya da ile yerleşmiş. Köyde fazla kimse kalmıyor. O evlerin sa­hipleri de ilk önce çimento sıvaya dönüyor. Biz bunu iyi niyetli bir yaşatma süreci olarak görüyoruz. Yıkmak istese yeniden yapardı diye düşünüyoruz. Sıva bu sefer hava almasını engelliyor ahşap binanın. Nefes alma sorunlarından ötürü içte rutubet oluşuyor, yamulmalar başlı­yor. Basit sebeplerden, bacasına ba­kamıyor. Bacası kerpiç ve su almaya başlıyor, sonuçta evin bir tarafı göç meye başlıyor. Köylünün bunu tamir edebilme becerisi kalmadı. Kimse de bilmiyor, ona öğretmiyor. Ondan sonra evi yıkıp yeniden yapmak ter­cihinde bulunuyor. Bizim bir ekibi­miz var, yapım yönetimi uzmanla­rından oluşuyor. Onlar bir köylü bir binayı yıkarsa ne kadara mal oluyor, belli tekniklerle modifiye ederse, ba­kımını sağlarsa o zaman ne kadara mal oluyor sorularını cevaplandırı­yor. Bir de tipolojik ihtiyaçları var. Eskiden köy evinde bir oda vardı, oda da ısıtma problemlerinden ötü­rü küçüktü. Ve bugün şimdi köye döndüğünüzde, o oda kavramı size yaşam mahalli olarak yetmiyor. Bu yüzden de birçok evin kaybedildiği­ni biliyoruz. Biz ek binaların bunun için çok güzel temel oluşturabilece­ğini belirledik. Bir tanesinde onu deniyoruz. Bir ahırı tamamen temel­lerine kadar yıkıyoruz ve geleneksel teknikleri modernize ederek yeniden yapıyoruz. 120 yıllık bir evi seçtik, o seçtiğimiz köydeki evlerin en eskile­rinden bir tanesi. Evin kendisini res­tore ediyoruz, gerekli müdahaleleri yapıyoruz. Bunların basit tekniklerle nasıl yapılacağını aşama aşama köy­lüye gösteriyoruz.

Bu kırsaldaki tekil örnekleri kent hayatına uyarlamak mümkün mü­dür?
Aslında mümkün. Tabii ki bu köy evini alıp da kente götürmek an­lamında değil ama mantık olarak bunlar sürdürülebilirlik anlayışıyla yeniden kente geliyor. Her kentin bir dokusu, ruhu var. Kayseri’ye git­tiğiniz zaman da Çin’den gelmiş bir granit görüyorsunuz, halbuki orada çok değerli başka taşlarımız var. Bu insanlar aslında kendi yerel kimlikle­rini unutmuş durumdalar.
Bir kere geleneksel mimariyi çok iyi okumamız gerekiyor. Geleneksel mi­mari kentte de var. Bunları moder­nize etmesi gerekiyor mimarların. Ayrıca malzeme burada çok önemli bir faktör. Malzeme kültürümüzü bilmemiz gerekiyor. Her bölgenin kendine has malzeme kültürü var, aslında bunlar binlerce yıllık öğretiy­le, fiziksel çevreyle etkileşime girmiş malzemeler. Yani siz Ayvalık bölge­sine baktığınız zaman, oradaki taş kullanımının yalnızca taş kaynakları­nın varlığından kaynaklanmadığını; oradaki sıcak ve nemli havayla mü­cadelede belli teknikler sunduğu için uygulandığını görüyorsunuz. Ancak bugün İstanbul’dan, İngiltere’den bir mimar Ayvalık’a hiç gitmeden, bir proje hazırlıyor.

Enerji kullanımı açısından, yapı malzemelerinin ötesinde, gelenek­sel mimariden öğrenebileceğimiz şeyler var mı sizce?
Sıcak bölgelerden örnek göstereyim. Ben aynı zamanda yapı fizikçisi ol­duğum için farklı bakabiliyorum. Mesela Antakya’ya gittiğiniz zaman sokakların dar olduğunu, avlulu bi­nalar olduğunu görürsünüz. Orada­ki sıcak ve nemli havayla mücadele etmenin bir tekniğidir bu. Gelenek­sel mimarinin yüzlerce yıllık öğretisi sonucunda oluşmuş bir tekniktir. Ama şimdi yeni Antakya denen bir yer var. İnsanlar 20-30 yıl önce eski evlerini belli sebepten satıp yeni An­takya’daki apartmanlara gitti. İnsan­lara şu öğretildi: “Apartmanda otu­rursan lüks bir kentli oluyorsun.” Özellikle orada yaşayan Türkler ev­lerini satıp apartmanlara yerleştiler ve yabancılar bu evleri satın aldı. Şimdi Türkler geri almak istiyorlar kendi evlerini, alamıyorlar. Çünkü o beton binalar içerisinde sıcaktan bunalıyorlar. Kendi evlerinin değe­rini fark ettiler ama iş işten geçmiş oldu. Biz şuna inanıyoruz, bugün biz deprem için kentsel dönüşüm başlattık. Ve binaların çoğunu yıkı­yoruz. Biz grup olarak bakanlığa da bunu anlatmaya çalıştık ama onlar hız ve icraat peşinde oldukları için çoğu zaman anlaşamadık. Bir gün gelecek, fiziksel çevreyle etkileşim ya da sosyal donatı için biz bu evle­ri yeniden yıkacağız ve onun da adı kentsel dönüşüm olacak.
Enerji tasarrufu konusunda da, enerjiyle sürdürülebilirlik çok farklı kavramlar. Sürdürülebilirlikle ilgi­li yaklaşık 900 kriter var. Bunların herhalde 20-30 tanesi enerjiyle ilgi­lidir. Suyla, uzun ömürlü olmasıyla, esnekliğiyle ilgili bir sürü kriter var. Siz bugün beton sistem kurup önü­ne istediğiniz kadar lüks bir malze­meyle cephe döşeyin; bu o 900 krite­ rin hiçbirini içermeyebilir. Yalnızca makyajlı bir geleneksel bina yapıyo­ruz, bunu daha pahalı yapmak için yapıyoruz, buna da kentsel dönüşüm diyoruz.
Şimdi Antalya’da TOKİ yalıtımı 7 cm’ye kadar çıkarıyor. Zannediyor­lar ki, yalıtım artarsa, insanlar sı­caktan korunur. Halbuki Urfa’daki toprak ya da taş mimarisini düşü­nün, bunlar faz kaymasına neden oluyor. Ancak bugünkü binalarda ısıyı tutuyorsunuz. Ama faz kayması gerçekleştiremediği için doğal ola­rak pek bir işe yaramıyor. Sizin yine içeriyi klimayla soğutmanız, ısıtıcıyla ısıtmanız gerekiyor. Bu aslında iste­diğimiz bir nokta değil. Geleneksel mimaride şu anda yeni fark ettiği­miz çözümler var. Biz bunları alıp modernize ederek geleceğe taşırsak, çözümleri geçmişimizde bulacağız.

Bu çözümlere örnek verebilir misi­niz?
Çok basit ve çarpıcı bir örnek söyle­yeyim. Bir AB projesi olarak Fransız­ların yaptığı bir toplu konut örneği var. Sekiz katlı bir bina ve duvarla­rını 60 cm’lik kerpiçten örmüş du­rumdalar. Bunu da 2002 civarında yaptılar. Ben bu örneği okulda sun­duğum ve “Sürdürülebilirlik kavra­mıyla birlikte kerpiç yeniden doğu­yor” dediğim zaman hocalarım bana gülmüşlerdi. ama Fransa’nın içinde bir toplu konutun cephesinde ker­piç uygulama niye denenir ki? Çün­kü yapı biyolojisi kavramını biliyor. Sağlık kavramını biliyor, gelecekte bunların önemli olduğunu biliyor ve ayrıca enerji sarfiyatını düşürmeye çalışıyor.

Siz de bu doğrultuda kerpiç ve ah­şap gibi malzemelerin kentlerde de yeniden kullanılabileceğini söylü­yorsunuz.
Uyarlayabilen örnekler var. Önemli olan şu, bazı tekniklerin bazı za­fiyetleri var. Bu zafiyetleri gidere­bilecek yöntemlerin ve ArGelerin oluşturulması gerekiyor. Mesela şöyle söyleyeyim, biz kerpici çok iyi biliyoruz. Projemizin temelinde o var. Köylü geleneksel kerpici kulla­namıyor, çünkü bakması gerekiyor. Biz onu özel laboratuvar şartlarında geliştirip ortaya çıkan basit formü­lü onlarla paylaşıyoruz. Mesela Sa­karya bölgesinde mermer yatakları var. Mermeri kesiyorlar ve bir sürü kırpıntısı o bölgede atık olarak du­ruyor. Köylüye sıvasını sökmesini, bunu hafif ıslatarak miksere koyma­sını ve içinde de mermer atığını pi­şirmesini söylüyoruz. Mermer atığını pişirirsek özel kireç oluşuyor. Bunu kerpicin içine kardığı zaman, ger­çekten o kadar güçlü bir kerpiç elde ediyor ki köylünün bir daha bakması gerekmiyor.
Bu yöntemleri geliştirdiğimiz zaman aslında ağırlıklı olarak kırsal alanda ama neden şehirde olmasın sorusu da peşinden geliyor. Bu taş örneğin­de de olabilir. Biz şu ana kadar ma­liyetlerden, hızlı üretim mantığımız­dan ötürü bu noktaya geldik aslında. Ve dokuyu, rengi hiç akılda tutma­dık. Şehirlerimize geçirirseniz bu mantığı, biz aslında mimarlar olarak şehirler hakkında şöyle bir mantık geliştirdik: Şehirler kendi içerisinde küreseldir ve oradaki doku ve renk önemli değildir. Yani bir mimari ofi­siniz var, o ofisten Kayseri’ye de aynı projeyi gönderiyorsunuz, Trabzon’a, Adana’ya da… Aslında TOKİ’nin yap­tığı da hemen hemen bu.
Bu konuda Milli Eğitim Bakanlığı güzel bir adım attı. Bakanlık daha önce tektip projeler uygulardı, her yerde aynı okulları görürdünüz. an­cak bugün 120 tane okul için yarış­ma açıldığına tanık oluyoruz. Bu da bizim için güzel bir eğilimi gösteri­yor, çünkü o yere özgü mimari pro­jeler üretmek gerekiyor. Bu eğilim aslında Türkiye’de başlamış durum­da; belli bir noktaya geldikten son­ra da herkesin buna uyabileceğini, algılayabileceğini, hatta insanların bunu talep edeceğini düşünüyorum ben. Sedad Hakkı Eldem bunun en güzel örneklerinden bir tanesi; onun yaratığı binalarda ne küresel mimariyi ne de tamamen geçmişe atıf yapan mimariyi görüyorsunuz. Geçmişe bir atıf var ama moderni­zasyon da var. Ama kendi bağlamın­dan kopma yok, o yere özgü bir şey yapma endişesi var. Bizim mimar­lığımız özellikle 80 sonrası bunu kaybetti. Özellikle İstanbul’daki dokuyu o kadar bozduk ki, şu anda bakıp atıf yapabileceğimiz bir doku kalmadı elde.

EkoIQ Editör