Bugün, İklim Değişikliğiyle mücadele için insanlığın önünde yegâne bir hedef görünüyor: Küresel ısı artışını 2 derecenin altında tutmak. Yapılan bütün mücadeleler ve tartışmalar, o 2 küçük derecenin aşılmaması için ve bu kritik hedefi başarmanın tek yolu, bütün ama gerçekten bütün gezegenin bir ortak mutabakata ve anlayışa varmasından geçiyor. Fosil yakıtların kademeli olarak azaltımını, yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının ikamesini; enerji verimliliğinin bir üretim ilkesi haline gelmesini; tüm tüketim alışkanlıklarının değişmesini ve israfın bertaraf edilmesi ile ormanlaştırmanın hızlandırılmasını kapsayan devasa bir süreçten bahsediyoruz.
Ortak yuvamız dünyayı belirli bir iklim istikrarında tutacak bu son derece zor hedefi, dünya devletlerinin temsilcileri 1990’lardan beri tartışıyor. Ve bu uğurda yaklaşık 200 devletten temsilciler -yani bütün dünya- 30 Kasım’da Paris’te bir araya geliyor…
Buluşmanın adı COP21. 1992’de imzalanan BM İklim Değişikliği Sözleşmesi’nin ardından 1995’te ilk defa yapılan Taraflar Konferansı, bu sene 21. kez düzenlenecek. Bunu özel yapansa, süresi 2020’de dolan Kyoto Protokolü’nün yerine geçecek belgenin imzalanacak olması.
Gündemde çok fazla konu, tartışılan çok fazla belirsizlik, cevaplanmayı bekleyen çok fazla soru var. Ülkeler bu sürece nasıl katkıda bulunacak, gerekli finansman nasıl sağlanacak, yeni anlaşma için bağlayıcı bir formül oluşturulabilecek mi?
Gözler özellikle küresel karbon salımında zirvede yer alan Çin, ABD, AB ve Hindistan’ın üzerinde. Türkiye’dense dünya kamuoyu henüz herhangi bir hareket göremedi. Evet, Türkiye şimdilik küresel salımın sadece %1’ini oluşturuyor. Bundan dolayı harekete geçmek için daha çok vaktimiz olduğu düşünülebilir (Belli ki özel sektör ve kamunun önemli bir kısmı böyle düşünüyor). Ancak ilerleyen sayfalarda Arif Cem Gündoğan’ın kaleminden okuyacağınız gibi, “1990-2013 sürecindeki seragazı salım artış oranı ile kurucu üyesi olduğu OECD’de rekor kıran (%110,4) Türkiye’nin kişi başına düşen salım oranı da benzer şekilde hızlı bir artış (3,96 ton CO2 eş değeri seragazı salımından 6,04 tona) gösterdi”. Ve AB adayı, G20 üyesi, hatta 2015 dönem başkanı, OECD üyesi bir ülke olarak Türkiye’nin atacağı adımlar uluslararası çevrelerde gerçekten merakla bekleniyor.
EKOIQ olarak, Eylül sayımızda Paris Yolunda başlığıyla her ay bu alandaki gelişmeleri aktaracağımız bir disiplin başlığı oluşturmuştuk. Bu bölümde İklim Zirvesi öncesi, hazırlıkları, gelişmeleri, aktörleri ve tartışma konularını ayrıntılarıyla aktarmaya ve bilgilerimizi güncel tutmaya çalışıyoruz.
Bu sayımızda ise, sıkı bir girişle Paris öncesi akıllardaki bütün soruları cevaplayan bir dosya hazırladık. Kamuya, özel sektöre ve sivil toplum örgütlerine son bir çağrı: “Paris’te Son Tango”ya hazırlık için hâlâ iki ay var. Geç kalırsak ne yazık ki herkese düşen, guruba karşı “Dönülmez Akşamın Ufkundayız” diye mırıldanmak olacak gibi…
Nevra YARAÇ – Berkan ÖZYER
Nasıl Geldik?
Ne Olacak?
Nereye Gideceğiz?
En basit ifadeyle Kasım ayı sonunda Paris’te iklim değişikliğiyle mücadelenin yeni yönüne karar verilecek, ünlü Kyoto Protokolü’nün yerine geçecek anlaşma imzalanacak. Peki hangi konular tartışılacak? İklim hedeflerini açıklayan ülkeler bu hedefleri nasıl belirliyor? Ortaya bir bağlayıcı anlaşma çıkacak mı? Dahası, Türkiye bunca tartışma ve belirsizlik arasında nasıl bir konum alıyor? Küresel iklim değişikliği politikaları ve süreçleri konusunda Türkiye’nin en uzman isimlerinden, Marmara Üniversitesi’nden Doç. Dr. Semra Cerit Mazlum, Paris’teki COP21 Zirvesi’nin ayrıntılı bir resmini çiziyor.
PARİS’TE NE OLACAK?
Paris İklim Zirvesi’ne giden yol nasıl şekillendi?
BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (United Nations Framework Convention on Climate Change – UNFCCC) tarafları her sene Taraflar Konferansı’nda (Conference of the Parties – COP) bir araya geliyor. Sözleşmeyle ilgili kararlar, en üst karar organı olan bu konferanslarda alınıyor. Paris’te yapılacak 21. Taraflar Konferansı da Kyoto Protokolü’nden sonra, yani 2020 sonrasında uygulanmaya başlanacak yeni iklim anlaşmasının görüşülerek kabul edilmesi beklentisi nedeniyle önemli.
2009 Kopenhag Konferansı’ndaki başarısızlıkla kesintiye uğrayan yeni bir anlaşmaya dönük müzakereler 2011’de Durban Konferansı’nda alınan kararla yeniden başlatıldı. Karar müzakerelerin Güçlendirilmiş Eylem İçin Durban Platformu (ADP) adlı bir yan organ altında yürütülmesini ve 2015’teki Taraflar Konferansı’nda sonuçlandırılmasını öngörüyordu. Dolayısıyla, 2012’den bu yana süren, ne var ki ancak geçen yıl müzakere aşamasına geçilebilen hazırlıkların Paris’te yeni bir anlaşma ve bunun uygulanmasına dair bir dizi kararla sonuçlanması bekleniyor.
Paris’te 2020 sonrası belirlenecek artık…
Durban’da ADP’ye iki boyutlu bir görev verildi. Bunlardan biri 2020 sonrasında uygulanacak yeni anlaşmanın hazırlanmasıydı. İkinci görevi de, 2020’ye kadar, devletlerin halihazırdaki iklim eylemlerini güçlendirmelerini, kararlılığın artırılmasını sağlayacak ek önlemler alınmasını sağlamaktı. Fakat Kyoto’nun süresi 2020’de dolacağı için gündem ağırlıklı olarak 2020 sonrasına yoğunlaştı. Ancak aradaki süreyi de vurgulamamız lazım. 2020’ye daha tam beş sene var; Kopenhag’da anlaşma yapılamadığı için 10 yıllık bir süreç boşlukta kalmış oldu. Kyoto Protokolü uzatıldı ama diğer ülkelerin hedefleri bağlayıcı olmadığından iklim eylemlerinde ertelemeler söz konusu oldu.
2020’ye kadarki önlemler, somut olarak neler olabilir? Gündemde neler var?
Karşımızda parçalı bir yükümlülükler ve eylemler seti var. Birinci grupta, Kyoto Protokolü Doha değişikliklerine taraf olan ülkelerin bağlayıcı eylemleri var. İkinci grupta, Kopenhag ve sonrasında ilan ettikleri 2020 hedeflerini Cancun Anlaşmaları çerçevesine uygulama sözü veren ülkeler bulunuyor. Ayrıca, Türkiye gibi Kopenhag ve sonrasında hiçbir hedef belirtmemiş olan ülkeler var. Onların da uluslararası süreç altında olmasa bile kendi ülkelerinde iklim eylemlerini daha kararlılıkla uygulamaları bekleniyor. Dolayısıyla 2020’ye kadar emisyonları daha fazla artırmayacak bir uluslararası çerçevenin belirlenmesi bekleniyor. 2020 öncesi konusu, 2014 Lima Konferansı’na kadar neredeyse unutulmuş bir süreçti. Fakat orada gelişmekte olan ülkeler bu konuyu ön plana çıkarma ihtiyacı duydular. Çünkü bunu bir ölçüde pazarlık öğesi olarak kullanabileceklerini düşündüler. Kendilerinden istenen 2020 sonrası yükümlülükler karşısında, onlar da gelişmiş ülkelere “Siz de 2020’ye kadarki vaatlerinizi uygulayın” dediler. Şimdi bu konunun daha belirgin bir şekilde masada olduğunu görüyoruz.
Peki Kopenhag’da yapılamayanlar, Paris’te nasıl yapılacak?
Bu, Kopenhag’da yaşanan kırılmanın sonucunda mümkün oldu. Kopenhag Müzakereleri, Kyoto mekanizmalarının genişletilmesi ya da tekrarlanmasına dayanıyordu ve ne ABD ne de gelişmekte olan ülkeler buna yanaşıyordu. Kopenhag’da Kyoto tarzı bir anlaşmadan büyük ölçüde ayrılmak yönünde bir işaret oldu. Ardından Cancun ve Durban’daki konferanslar sonucunda, esasında ABD’nin iteklemesiyle, Kyoto tarzı bir anlaşmadan esnek bir anlaşmaya doğru geçiş sürecine hazırlanıldı. O aşamada Kopenhag’ın yol açtığı kırılma, güven kaybı tamir edilmeye çalışıldı. Şu anda yıllardır yapılan müzakerelerin ardından karşımıza, aşağıdan yukarıya, esnek, dinamik, ülkelerin kendi yükümlülüklerini kendilerinin kararlaştırdığı, kendi kendilerini farklılaştırdıkları bir yapıyla oluşacak bir anlaşma resmi çıktı. Dolayısıyla Kopenhag’dan daha farklı dinamiklerle ilerlendiği için Paris’te yeni bir anlaşmaya varılması daha muhtemel görünüyor.
COP21’İN KİLİT NOKTASI:
ÜLKELERİN HAZIRLADIĞI BEYANLAR
Ülkeler iklim değişikliğiyle mücadeleye nasıl katkı sağlayacaklarını duyurdukları birer belge sunuyor. Bu belgeler, resmi adıyla Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkı Niyetleri (Intended Nationally Determined Contributions – INDC) nasıl hazırlanıyor? Beyanlar olduğu gibi kabul ediliyor mu?
Müzakereler için bu çok önemli bir nokta. Lima’daki tartışmalar ağırlıklı olarak bu soru ekseninde yürüdü. AB ve iklim değişikliği rejimi içerisindeki bazı başka ilerici taraflar, sunulan katkıların Paris öncesinde değerlendirilmesini ve 2 derece hedefine ulaşmak için yeterli olup olmadığının ortaya konulmasını, eğer yeterli değilse ülkelerin önerdikleri taahhütleri artırmaları yönünde teşvik edilmelerini istiyorlardı. Özellikle Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerin büyük direnciyle karşılaşan bu öneri ABD’nin “olabilir ama ısrar etmiyoruz” tavrı nedeniyle kabul edilmedi.
Bu ön değerlendirme koşulu olmadığı için, ülkelerin beyanlarını hazırlarken olabildiğince geniş kesimlere danışmaları gerektiği söylendi. Uluslararası sistem inceleme yapamayacağı için toplumlar kendi dinamikleriyle bunu değerlendirsin istendi. Böylece şeffaflığın sağlanması amaçlandı. Şili, Peru, AB bu çalışmayı en iyi uygulayanlar. Hindistan dahi danışma toplantıları yapıyor, STK’lara bilgi veriyor. Hindistan başbakanının iklim değişikliği konusunda bir danışmanlar komitesi var.
Beyanlar nasıl değerlendirilecek?
Sekretarya, ülkelerin hedeflerini bir sentez raporunda toplayacak. Bu raporla Paris’ten önce, hedeflerin dünyayı nereden nereye götüreceği görülebilecek. Fakat burada büyük bir zorluk var. Pek çok ülke farklı türlerde hedeflerle çıktı karşımıza, Çin’in emisyonların zirveye ulaşacağı yıl; AB’nin 1990’a göre mutlak azaltım; ABD’nin 2005’e göre azaltım gibi farklı hedefleri var. Bunları aynı tabana çekip karşılaştırmak çok kolay görünmüyor. Dinamik olarak adlandırılan bu yeni sistemin sakıncalarından biri de bu.
O halde çözüm nasıl sağlanacak?
Beş ya da on senede bir, tüm küresel çabaların gözden geçirilmesini sağlayacak bir düzeneğin kurulmasına yönelik bir eğilim var. Paris’in en büyük farkı dönemsel değil, uzun süreli bir anlaşma olması. Ülkelerin beş ya da on yıllık aralarla hedeflerini yenilemeleri istenecek. Ancak şimdiye kadarki gözden geçirme süreçleri hedef yükseltmekle sonuçlanmadı. Paris’te bu mekanizma gerçekten ciddi biçimde tasarlanırsa, belki işleyebilir. Bu gözden geçirmeler konusunda iki kavram ön planda. Gözden geçirmeyle ilgili olarak, öncelikle ülkelerden Paris’te kararlaştırılandan daha ileri hedefler koymaları (progression) istenecek. Ayrıca anlaşma metninin içerisinde, o seneye kadar uyguladıkları önlemlerin gerisine düşmeme kuralını (no back-sliding) bağlayıcı olacak şekilde yerleştirmeye çalışıyorlar. Hindistan gibi gelişmekte olan ülkeler ekonomilerinin istikrarlı olmadığı, gelecek yıllardaki ekonomik koşullar bilinmediği için iklim yükümlülüklerini aynı kararlılıkla yürütemeyebilecekleri gibi gerekçelerle buna karşı çıkıyorlar.
ANLAŞMANIN BELKEMİĞİ OLAN PRENSİP
Çin ve Hindistan gibi ülkeler için hayli önemli olan “farklılaştırılmış kapasiteler” argümanının nasıl bir etkisi olur?
1992’de Çerçeve Sözleşmede belirlenen “Ortak fakat Farklılaştırılmış Sorumluluklar ve Bireysel Kapasiteler” (Common but Differentiated Responsibilities and Respective Capabilities – CBDR-RC) ilkesi, sözleşmenin belkemiği. Bütün iklim rejimi bunun üzerine kurulmuş durumda. Bütün ülkelerin iklim değişikliğinde payı var ama bazılarının daha fazla var. Dolayısıyla daha fazla seragazı salımına yol açmış ülkeler, bugün ve gelecekte daha yüksek azaltım önlemleri uygulamak zorunda. Ancak rejimi kilitleyen ilke de bu. Rejimin omurgası rejimin ilerlemesini de engelliyor gibi bir görüntü çıkıyor karşımıza. En büyük itiraz ABD’den geliyor. Onlar 1990’lı yılların koşullarında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında büyük farklar olduğunu, ancak bu durumun artık değiştiğini, örneğin Çin ve Hindistan’ın 20 yıl önceki gibi değerlendirilemeyeceğini vurguluyorlar. Bu açmaz Çin ve ABD’nin vardığı anlaşmayla bir ölçüde yumuşatıldı. Bu doğrultuda Lima’da “ülkelerin kendi koşulları ışığında ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar” ilkesi haline getirildi. Bu biraz esneme sağlıyor. Bu esnemeyle de INDC’lerle ilgili olarak karşımıza çıkan karmaşık tabloya izin veren bir zemin oluşturulmuş oldu.
EN KRİTİK KARAR: ANLAŞMANIN NİTELİĞİ
Paris’ten bağlayıcılığı olan bir anlaşma bekleniyor mu?
Çok büyük ihtimalle karma yapıda bir anlaşma paketi çıkacak karşımıza. Muhtemelen taraf devletler birden fazla metin üzerinde anlaşacaklar. Ve bunlardan biri mutlaka uluslararası bağlayıcılığı olan bir antlaşma olacak. Kritik soru, hangi tür yükümlülüklerin ya da rejimin hangi unsurlarının bağlayıcı olarak düzenleneceğiyle ilgili. Evet, bir bağlayıcı antlaşma olacak. Durban kararı devletlerin önüne üç seçenek koydu. Bir bağlayıcı protokol; başka bir hukuksal araç ya da hukuksal gücü olan uzlaşılmış sonuç öngördü. Bunun da yolları Kyoto protokolü gibi bir protokol kabul edilmesi; sözleşmenin hükümlerinde ya da eklerinde değişiklik yapılması ya da bağlayıcı başka araçlar benimsenmesi olabilir. Bunlardan biri seçilebilir. Anlaşmada büyük ihtimalle saydamlıkla, raporlamayla ilgili hükümler bağlayıcılık taşıyacak. Kritik mesele INDC’lerin bağlayıcı olarak yeni anlaşmanın içinde yer alıp almayacağı. Orada da birkaç seçenek üzerinde görüşülüyor. Seçeneklerden biri, bunların bağlayıcı anlaşmanın ekine ya da eklerine konulması -ki bu çok düşük bir ihtimal gibi görünüyor. Diğer seçenek, bütün ülkelerin taahhütlerinin ya da katkılarının bağlayıcı olmayan bir bilgi belgesinde listelenerek Paris Anlaşması’na ya da kararlar paketine eklenmesi. Daha esnek seçenek ise anlaşmada INDC’lere yalnızca referans verilerek katkıların sözleşme sekretaryasının internet sayfasında yayınlanması. Hangi yöntemin seçileceğini ancak Paris’e doğru görebileceğiz. En kritik konu bu.
FİNANSMAN SORUNUNUN GELECEĞİ
Yeşil İklim Fonu’nun çerçevesi nedir?
İklim rejiminde finansman mekanizmasının uygulayıcı kuruluşu Küresel Çevre Kolaylığı (Global Environment Facility – GEF) idi. Buna Kopenhag’da ilan edilen Cancun anlaşmalarıyla kurulan Yeşil İklim Fonu eklendi. Gelişmiş ülkelerin Yeşil İklim Fonu’na yıllık 100 milyar Dolar katkıda bulunmaları hedefi konuldu. Fakat fonlama süreci gelişmekte olan ülkelerin beklediği hızda ilerlemiyor. Daha önce alınan kararlarla 2015 yılından itibaren Fonun kaynak dağıtmaya başlaması kararlaştırıldığından belli bir miktar paranın birikmesi bekleniyordu. 2014’te Lima öncesi bir hızlandırmayla 10 milyar Dolara ulaşıldı ama bu vaatlerin önemli bir kısmı henüz ödenmedi. Dolayısıyla orada önemli bir güçlük var. Önümüzde yalnızca beş senelik bir süre var. Bu beş senede 100 milyar dolara ulaşılıp ulaşılamayacağını kestirmek kolay değil ve çok önemli bir siyasi engel olarak duruyor müzakerelerin önünde.
Paris’te bu konu nasıl ele alınacak?
Anlaşmada Yeşil İklim Fonu’na bağlayıcı hükümlerle atıf yapılacak mı yapılmayacak mı? Bu çok kritik bir karar. Gelişmekte olan ülkeler bunun, anlaşmanın sacayaklarından bir tanesini oluşturmasını istiyor. Gelişmiş ülkeler de buna karşı çıkıyor. Ama gelişmekte olan ülkeler tarafından zengin ülkelere büyük bir basınç olduğunu söyleyebiliriz. Görüş ayrılığı yaşanan bir konu da kaynağın geleceği yer. Gelişmekte olan ülkeler kaynakların, zengin ülkelerin kamu kaynaklarından gelmesini istiyorlar. Fakat sorumluluğu devletlerden öteki aktörlere doğru yayan bir tavır içinde olan ABD ve Avrupa, fona çeşitli kaynaklardan para gelmesini sağlayacak bir dil kullanılmasını sağlamaya çalışıyor. Ancak Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler buna karşı çıkıyor.
Neden karşılar?
Birkaç nedeni var. Öncelikle bu kamusal bir sorun, dolayısıyla devletin sorumluluğu altında olması lazım diyorlar. İkincisi özel sektör kaynaklarının güvenilirliği yok. Piyasa mekanizmalarından sağlanacak gelirin ihtiyaç duyulan kaynağı sağlayamaması çok güçlü bir olasılık. Bunun örneklerini gördük. Örneğin Temiz Kalkınma Mekanizması beklenen geliri yaratamadığı için Adaptasyon Fonuna para gitmedi.
BİR BELİRSİZLİK: KARBON PİYASASI
Karbon borsası nasıl şekillenecek?
Orada da bir boşluk oluşmuş görünüyor şu anda. Piyasa mekanizmalarıyla ilgili görüşmeler sözleşme altında devam eden müzakerelerin bir uzantısı olarak hâlâ yan organlarda sürdürülüyor. Gelişmiş ülkeler piyasa mekanizmalarıyla ilgili durumun Paris Anlaşması müzakereleriyle belirginlik kazanmasını tercih ediyor. Venezüela ve Bolivya gibi birçok gelişmekte olan ülke de buna karşı çıkıyor, yeni anlaşmanın altında bir piyasa mekanizması sisteminin bulunmamasını istiyorlar. Bunların yanında, ülkelerin taahhütleri gibi açıklığa kavuşmamış zorlu konular bulunduğundan, piyasa mekanizmaları konusu müzakere gündemine tam anlamıyla girmedi. Kyoto Protokolü’nün kurduğu esneklik mekanizmalarına benzer ya da onlar gibi işleyecek piyasa sisteminin olması beklenmiyor. Çünkü çok önemli bir işlerlik sorunu var; piyasa mekanizmaları, özellikle de emisyon ticareti sistemi, Kyoto’nun kurduğu “sınırlama ve ticaret” (cap-and-trade) sistemi içinde işleyebilecek bir düzenlemeydi. Kolektif azaltım hedefi yanında taraf devletlerin emisyonları için de bir tavan belirlenmişti. Azaltım ya da sınırlama yükümlülüğü olan taraflar bu tavanın içinde kalabilmek, kendilerine ayrılan miktarlara uyabilmek için emisyon ticareti yapabileceklerdi. Tüm tarafların kendi koşullarına göre belirledikleri hedeflerden oluşan ve küresel bir tavanın bulunmadığı bir anlaşma altında emisyon ticareti ya da benzer bir piyasa mekanizmasının kurgulanması zor görünüyor. Bu bazı taraflar açısından önemli sorunlardan biri. Çünkü bazı ülkelerden, özellikle de emisyon ticaretine dahil olan sektörlerden bir talep var. Kyoto ile kurulmuş mekanizmaların devamını ya da yeni mekanizmaların oluşturulmasını istiyorlar. Dahası, piyasaların 2020 sonrasına dair öngörüye sahip olabilmesi ve özel sektörün rolünün belirlenmesi için de piyasa mekanizmalarının geleceğinin açıklığa kavuşturulması gereği vurgulanıyor. Kyoto mekanizmalarının sürdürülmemesi ya da benzerlerinin kurulamaması halinde var olan emisyon ticareti sistemlerinin tanınmasını sağlayacak yeni araçlar öneriliyor. Örneğin AB, ABD, Japonya, Kore ve Çin gibi ülkelerde işleyen ya da deneme aşamasında farklı emisyon ticareti sistemleri bulunuyor. Bu ulusal piyasaların birbirleriyle ilişki kurmalarını sağlayacak, bunları uluslararası sistemin parçası haline getirecek bir düzenek kurulması ihtimali söz konusu olabilir.
YENİ İKLİM REJİMİNİN AKTÖRLERİ: ÇİFT KUTUPLU DÜNYAYA DOĞRU
Çok farklı ülke blokları, aktörler var. Sizce hangileri ön plana çıkacak?
İklim rejiminin akademik olarak en fazla ilgi çeken yanlarından biri yeni bir iklim jeopolitiğinin oluşması. İklim siyasetinin dünya siyasetini belirleyici bir doğası var. Dolayısıyla “ABD ve Çin’in sadece ekonomik süper güçler olarak değil, iklim siyasetini de belirleyen aktörler olarak ortaya çıkması, bizi iki kutuplu bir dünyaya mı götürecek” sorusu soruluyor. Çin ve ABD özellikle Kopenhag’dan itibaren iklim rejiminin en önemli iki aktörü haline geldi. Güçler dengesinde böyle bir kayma söz konusu oldu. ABD’nin Kyoto’yu reddettiği dönemde, onun bıraktığı boşluk AB tarafından dolduruluyordu. Fakat ABD Başkanı Barack Obama’nın işbaşına gelmesinden sonra, ABD müzakere masasına çok güçlü biçimde geri döndü. ABD basitçe “Ben bu sistemin içinde yer alacağım ama sistem benim politikalarımı uygulayabileceğim hale gelmeli” diye ifade edebileceğimiz bir iddiayla ortaya çıktı. Ve Çin’in emisyon açısından ABD’yi arkada bırakmasıyla bu iki ülkenin tercihleri rejimi yönlendirir hale geldi. Fakat hâlâ farklı kutuplar etkili olmaya devam ediyor. Tek başına ikisinin müzakere dinamiklerini yönlendirdiğini söylemek fazla basite indirgemek olur. Çünkü Çin’in çıkarlarıyla içinde bulunduğu müzakere gruplarının çıkarları arasında farklılaşmalar ortaya çıktı. Çin, G77+Çin grubunun; Hindistan, Güney Afrika ve Brezilya’yla birlikte BASIC grubunun ve Benzer Çıkarlara Sahip Gelişmekte Olan Ülkeler (Like Minded Group of Developing Countries – LMDC) grubunun üyesi. Dolayısıyla Çin’in müzakere pozisyonu hem kendi başına, kendi ulusal çıkarı olarak tanımladığı sorunlara göre, hem de içinde bulunduğu müzakere gruplarının genel beklentilerine göre şekilleniyor. Fakat bu iki gücün belirginleşen önemi nedeniyle AB geri planda kalmış oldu. Bu, bence kaygı verici bir gelişme. Çünkü sosyal adalet ve çevresel bütünlük yanlarını ön pla na çıkaran, mekanizmaların bunları dikkate alarak geliştirilmesini savunan oyuncu AB’ydi şimdiye kadar.
TÜRKİYE NE YANA DÜŞER?
Türkiye’ye gelirsek, geniş bir bürokratik silsile, beyanın hazırlık sürecinde bir gecikme söz konusu. Ne durumdayız?
Belirttiğim gibi sivil toplumun beyan ya da katkı hazırlık sürecine dahil edilmesi, Lima’da öne çıkan çok önemli bir konuydu. Ancak Türkiye’de diğer ülkelerdeki gibi bir sivil topluma danışma sürecinin yaşanmadığını görüyoruz. Başlıca iki sıkıntı var. Birincisi çok gecikmesi, ikincisi hazırlık sürecinin danışılmadan gerçekleşiyor olması. OECD ülkesi ve Ek-1 ülkeleri grubundaki bir ülke olarak Türkiye’nin en azından bu senenin ortalarına kadar katkısını bildirmesi bekleniyordu. Seçimin burada bir faktör olduğunu biliyoruz. İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar, BM Genel Kurulu’nun bu konudaki özel oturumunda bunu resmi olarak dile getirdi. Fakat seçim sonuçlanmış olmasına karşın Türkiye hâlâ katkı bildirimini hazırlayamadı.
Buradaki önemli bir eksiklik de hazırlıklarla ilgili bilgi paylaşımının sağlıklı bir şekilde yapılmamasıdır. Şu anda bir proje devam ediyor. Türkiye’nin ulusal katkısı bu projenin sonuçlarına göre oluşturulacak.
Bu arada İklim Değişikliği ve Hava Yönetimi Koordinasyon Kurulu bu sene başındaki bir toplantıda, bu projenin sonuçlarının, Kurul üyesi kurum ve kişiler dışında kimseyle paylaşılmaması yolunda bir karar aldı. Yani küresel bazda şeffaflık esasken, biz karşımızda sürecin sivil topluma, ilgili kesimlere tamamen kapatılmasına yol açacak bir tablo görüyoruz.
Bu kurulda, ilgili bakanlık ve kamu kurumları ile TÜSİAD, MÜSİAD ve TOBB’un temsil ettiği özel sektör kuruluşları yer alıyor. Kurulun sekretaryası Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yürütülmekle birlikte Enerji ve Tabii Kaynaklar ile Kalkınma Bakanlıklarının ulusal katkının belirlenmesinde daha belirgin bir rol oynayacaklarını söyleyebiliriz. Kurul’un proje sonuçlarına göre şekillenecek ulusal katkı taslağını Ekonomi Koordinasyon Kurulu’na (EKK) sunması bekleniyor. Ulusal katkı beyanı, EKK’da alınacak karara göre Sözleşme Sekretaryası’na iletilecek. Fakat bu arada bir danışma, bilgilendirme toplantısı, yani taslak hakkında bilgi verme sürecinin yaşanmayacağını öngörebiliriz.
Türkiye nasıl bir beyan paketi hazırlamalı sizce?
Bu teknik bir soru, çok genel olarak şöyle bir cevap verilebilir. Türkiye Ek-1 ülkeleri arasında emisyonları en hızlı artan ülke. Bu da Türkiye’yi hem toplam emisyonlar açısından, hem de kişi başına düşen emisyonlar açısından yakın gelecekte Avrupa ülkeleri ortalamasına yakın bir yere taşıyacak. Dolayısıyla Türkiye emisyon azaltım hedefi ve bu hedefi gerçekleştirmeye yarayacak emisyon yoğunluğunu azaltmaya ve yenilenebilir enerjiye yönelik alt hedeflerle bir paket halinde kendi ulusal katkısını hazırlayabilir. Türkiye’nin mutlaka ele alması gereken bir konu, adaptasyon hedefinin de konulması. Çünkü Lima kararı, ülkelerin mitigasyon yanında adaptasyon eylemlerini de beyanlarına dahil etmesi imkanı sunuyor. Türkiye gibi her sektörde ciddi bir adaptasyon ihtiyacı olan bir ülkenin kendi adaptasyon planının yanında uluslararası düzleme taşınan bir adaptasyon hedefinin olması çalışmalara ivme katacaktır.
Ortadoğu’da çok az ülke beyan sundu. “Şimdilik derdimiz bu değil” gibi bir düşünce var…
Siyasi koşullar, uluslararası politikalar, bu konuda ülkelerin konumunu etkileyici bir rol oynuyor ama Türkiye’yi coğrafi olarak içinde bulunduğumuz ülkelerden ayrı değerlendirmemiz gerekiyor. Türkiye, Sözleşme çerçevesinde bir OECD ülkesi olarak, gelişmiş ülkeler grubunda yer alıyor. Dolayısıyla Türkiye’yi Ortadoğu ülkeleriyle değil, Ek-1 listesindeki diğer ülkelerle karşılaştırmamız lazım. Ayrıca Türkiye’nin AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke olduğu unutulmamalı. Ukrayna, savaş koşullarında bir ülke ama geçtiğimiz haftalarda beyan taslağını sivil toplum, kamu kurumları ve kamuoyuyla paylaştı.
G20 ZİRVESİ’NİN ÖNEMİ
G20 Devlet Başkanları Zirvesi Kasım’da, yani hemen Zirve önce sinde, Türkiye’nin dönem başkanlığında Antalya’da gerçekleşecek. Bu zirveden ne beklemeliyiz?
Dönem başkanlığı, Türkiye’nin Paris Konferansı’na hazırlığı açısından kritik öneme sahip.
Bunun etkisini de görüyoruz aslında, yalnızca içeriden değil, uluslararası düzeyden de bir beklenti var. Herkes Türkiye’nin nasıl bir katkıyla ortaya çıkacağını görmek istiyor. Bu şu açıdan çok önemli, Türkiye uluslararası müzakerelerde şimdiye kadar pek öne çıkmıyordu. Hem emisyon profilimiz dolayısıyla, hem bilinçli olarak görünmezlik tercih edildiği için böyle gelişti. Ama G20 dönem başkanlığı Türkiye’yi kendiliğinden daha görünür hale getirdi. Özellikle AB’nin ve diğer pek çok ülkenin, Türkiye’nin katalizör rolü oynamasını beklediklerini biliyoruz. O açıdan önemli bir fırsat. G20 ekonomik amaçlarla oluşturulmuş bir uluslararası ortaklık süreci olmasına rağmen, enerji ve iklim konularında ön plana çıkmaya başladı. Hatta Sözleşme çerçevesindeki müzakerelerin ilerlemediği, müzakereleri daha küçük platformlara taşımanın yararlı olacağı ve uygun adresin de G20 olabileceği şeklinde bir tartışma da vardı. G20’den çıkacak bir karar Paris’e en kısa süre kala, en önemli ülkelerden, aktörlerden gelen bir mesaj olduğu için etki yaratma şansına sahip. Bu sene yıllardır devam eden görüşmeler sonucunda fosil yakıt sübvansiyonlarının kaldırılması, en önemli karar olabilir. Sübvansiyonların sosyal adaletsizlikleri de gözetecek biçimde kaldırılmasının kararlaştırılması, Paris yolunda çok ciddi bir girdi olur.
İYİMSER OLUNABİLİR Mİ?
Geri dönülmez bir noktada olduğumuza dair yaygın bir kötümserlik var. Sıraladığınız gibi pek çok tartışmalı konu, belirsizlik varken Paris konusunda iyimser olabilir miyiz?
Bazı gerçekleri değerlendirerek bir şey söylemek mümkün olabilir. Kötümser olmak için çok neden var, evet. Fakat Paris’e doğru müzakere süreci iyimserlik üzerine kurulu ve devletler gerçekten süreci bir sonuca götürecek şekilde değerlendirebilirse, karamsarlığı bir ölçüde dağıtacak bir sonuçla karşılaşabiliriz.
Bunun için de Paris Anlaşması’nın orta ve uzun vadeli emisyon azaltım hedefi koyması lazım. 2 derecelik artışın genel bir hedef olarak yer alması tek başına yeterli değil; anlaşmada küresel karbon bütçesine uygun olarak önümüzdeki onyıllara dönük somut azaltım hedeflerine de yer verilmeli. Böyle bir sonuç bir ölçüde ileriye dönük iyimserlik yaratabilir.
Bunun yanında, bazı ülkelerin uluslararası süreçten bağımsız olarak iklim değişikliğiyle mücadeleyi kendi ekonomik ve çevresel çıkarlarına uygun görmeye başlamaları iyimserlik sağlıyor. Çin, Hindistan gibi ülkeler, iklimi korumanın aslında kendi yurttaşlarının sağlığını korumak anlamına geldiğini ya da iklim değişikliğine yol açan faaliyetlerin sosyal ve çevresel maliyetlerini anlamaya başladılar ve bu yönde önlemler alıyorlar. Ancak ortaya çıkan bu iradenin yeni bir anlaşmayla, küresel bir çerçeve içine alınması, kamu kurumları, özel sektör ve sivil toplum örgütleri dahil olmak üzere tüm kesimleri o yöne yönlendireceği için son derece önemli.
Üç Büyükler Açıkladı,
Gözler Türkiye de Dahil Diğer Ülkelerde
Son bir yıldır iklim politikalarının geleceği tek bir kısaltma üzerinden ilerliyor: INDC. Türkçeye kısaca “katkı beyanı” olarak çevrilen bu belgeler, ülkelerin 2020 sonrasında küresel karbon emisyonunu azaltma çabalarına yönelik ne gibi adım atacaklarını ilan ediyor. Mevcut durumda emisyonlarda ilk üçü oluşturan Çin, ABD ve AB beyanlarını açıklamış durumda.
Çin, ulusal emisyonunun 2030’da zirve değere ulaşacağını, 2030 itibarıyla enerjisinin %20’sini düşük karbonlu kaynaklardan sağlayacağını ilan etti.
ABD 2025 senesinde seragazı salımlarını 2005 seviyelerinin %26-28 altına çekeceğini, bu hedef için uluslararası karbon ticaretinden faydalanmayı düşünmediğini açıkladı.
AB, üyesi olan 28 ülkeyi temsilen 2030 yılına kadar 1990 seviyesine göre %40 indirim vaadinde bulunuyor.
Rusya 2030’da 1990 seviyelerinin %25-30 oranında azaltıma gidecek.
Salımda zirveyi kaplayan bu ülkelerin yanında özellikle Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin beyanı dört gözle bekleniyor. Hindistan’ın beyanında yenilenebilir enerji hedefinin temeli oluşturacağı düşünülüyor. Türkiye’nin açıklayacağı beyana dair ise pek bir öngörü yok. Beyan hazırlama çalışmaları sivil toplum ve düşünce kuruluşlarına gerektiği kadar açık olarak ilerlemiyor. Bu dosya için görüş talebinde bulunduğumuz İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar’dan da olumlu-olumsuz herhangi bir yanıt alamadık.