Alamet mi Kıyamet mi? Paris’te Son Tangoya Doğru

Bugün, İklim Değişikliğiyle mücadele için in­sanlığın önünde yegâne bir hedef görünüyor: Küresel ısı artışını 2 derecenin altında tutmak. Yapılan bütün mücadeleler ve tartışmalar, o 2 küçük derecenin aşılmaması için ve bu kritik hedefi başarma­nın tek yolu, bütün ama gerçekten bütün gezegenin bir ortak mutabakata ve anlayışa varmasından geçiyor. Fosil yakıtların kademeli olarak azaltımını, yerine yeni­lenebilir enerji kaynaklarının ikamesini; enerji verimli­liğinin bir üretim ilkesi haline gelmesini; tüm tüketim alışkanlıklarının değişmesini ve israfın bertaraf edilmesi ile ormanlaştırmanın hızlandırılmasını kapsayan devasa bir süreçten bahsediyoruz.
Ortak yuvamız dünyayı belirli bir iklim istikrarında tutacak bu son derece zor hedefi, dünya devletlerinin temsilcileri 1990’lardan beri tartışıyor. Ve bu uğurda yaklaşık 200 devletten temsilciler -yani bütün dünya- 30 Kasım’da Paris’te bir araya geliyor…
Buluşmanın adı COP21. 1992’de imzalanan BM İklim De­ğişikliği Sözleşmesi’nin ardından 1995’te ilk defa yapılan Taraflar Konferansı, bu sene 21. kez düzenlenecek. Bunu özel yapansa, süresi 2020’de dolan Kyoto Protokolü’nün yerine geçecek belgenin imzalanacak olması.
Gündemde çok fazla konu, tartışılan çok fazla belirsiz­lik, cevaplanmayı bekleyen çok fazla soru var. Ülkeler bu sürece nasıl katkıda bulunacak, gerekli finansman nasıl sağlanacak, yeni anlaşma için bağlayıcı bir formül oluşturulabilecek mi?
Gözler özellikle küresel karbon salımında zirvede yer alan Çin, ABD, AB ve Hindistan’ın üzerinde. Türki­ye’dense dünya kamuoyu henüz herhangi bir hareket göremedi. Evet, Türkiye şimdilik küresel salımın sadece %1’ini oluşturuyor. Bundan dolayı harekete geçmek için daha çok vaktimiz olduğu düşünülebilir (Belli ki özel sektör ve kamunun önemli bir kısmı böyle düşünüyor). Ancak ilerleyen sayfalarda Arif Cem Gündoğan’ın kale­minden okuyacağınız gibi, “1990-2013 sürecindeki sera­gazı salım artış oranı ile kurucu üyesi olduğu OECD’de rekor kıran (%110,4) Türkiye’nin kişi başına düşen salım oranı da benzer şekilde hızlı bir artış (3,96 ton CO2 eş değeri seragazı salımından 6,04 tona) gösterdi”. Ve AB adayı, G20 üyesi, hatta 2015 dönem başkanı, OECD üye­si bir ülke olarak Türkiye’nin atacağı adımlar uluslarara­sı çevrelerde gerçekten merakla bekleniyor.
EKOIQ olarak, Eylül sayımızda Paris Yolunda başlığıyla her ay bu alandaki gelişmeleri aktaracağımız bir disiplin başlığı oluşturmuştuk. Bu bölümde İklim Zirvesi öncesi, hazırlıkları, gelişmeleri, aktörleri ve tartışma konularını ayrıntılarıyla aktarmaya ve bilgilerimizi güncel tutmaya çalışıyoruz.
Bu sayımızda ise, sıkı bir girişle Paris öncesi akıllardaki bü­tün soruları cevaplayan bir dosya hazırladık. Kamuya, özel sektöre ve sivil toplum örgütlerine son bir çağrı: “Paris’te Son Tango”ya hazırlık için hâlâ iki ay var. Geç kalırsak ne yazık ki herkese düşen, guruba karşı “Dönülmez Akşamın Ufkundayız” diye mırıldanmak olacak gibi…
Nevra YARAÇ – Berkan ÖZYER

Nasıl Geldik?
Ne Olacak?
Nereye Gideceğiz?
En basit ifadeyle Kasım ayı sonunda Paris’te iklim değişikliğiyle mücadelenin yeni yönüne karar verilecek, ünlü Kyoto Protokolü’nün yerine geçecek anlaşma imzalanacak. Peki hangi konular tartışılacak? İklim hedeflerini açıklayan ülkeler bu hedefleri nasıl belirliyor? Ortaya bir bağlayıcı anlaşma çıkacak mı? Dahası, Türkiye bunca tartışma ve belirsizlik arasında nasıl bir konum alıyor? Küresel iklim değişikliği politikaları ve süreçleri konusunda Türkiye’nin en uzman isimlerinden, Marmara Üniversitesi’nden Doç. Dr. Semra Cerit Mazlum, Paris’teki COP21 Zirvesi’nin ayrıntılı bir resmini çiziyor.

PARİS’TE NE OLACAK?

Paris İklim Zirvesi’ne giden yol na­sıl şekillendi?
BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (United Nations Framework Convention on Clima­te Change – UNFCCC) tarafları her sene Taraflar Konferansı’nda (Conference of the Parties – COP) bir araya geliyor. Sözleşmeyle ilgili kararlar, en üst karar organı olan bu konferanslarda alınıyor. Paris’te yapılacak 21. Taraflar Konferansı da Kyoto Protokolü’nden sonra, yani 2020 sonrasında uygulanmaya başlanacak yeni iklim anlaşmasının görüşülerek kabul edilmesi beklen­tisi nedeniyle önemli.
2009 Kopenhag Konferansı’ndaki başarısızlıkla kesintiye uğrayan yeni bir anlaşmaya dönük müzakereler 2011’de Durban Konferansı’nda alınan kararla yeniden başlatıldı. Karar müzakerelerin Güçlendiril­miş Eylem İçin Durban Platformu (ADP) adlı bir yan organ altında yürütülmesini ve 2015’teki Taraflar Konferansı’nda sonuçlandırılmasını öngörüyordu. Dolayısıyla, 2012’den bu yana süren, ne var ki ancak ge­çen yıl müzakere aşamasına geçile­bilen hazırlıkların Paris’te yeni bir anlaşma ve bunun uygulanmasına dair bir dizi kararla sonuçlanması bekleniyor.

Paris’te 2020 sonrası belirlenecek artık…
Durban’da ADP’ye iki boyutlu bir görev verildi. Bunlardan biri 2020 sonrasında uygulanacak yeni anlaş­manın hazırlanmasıydı. İkinci gö­revi de, 2020’ye kadar, devletlerin halihazırdaki iklim eylemlerini güç­lendirmelerini, kararlılığın artırılma­sını sağlayacak ek önlemler alınma­sını sağlamaktı. Fakat Kyoto’nun süresi 2020’de dolacağı için gün­dem ağırlıklı olarak 2020 sonrasına yoğunlaştı. Ancak aradaki süreyi de vurgulamamız lazım. 2020’ye daha tam beş sene var; Kopenhag’da an­laşma yapılamadığı için 10 yıllık bir süreç boşlukta kalmış oldu. Kyoto Protokolü uzatıldı ama diğer ülkele­rin hedefleri bağlayıcı olmadığından iklim eylemlerinde ertelemeler söz konusu oldu.

2020’ye kadarki önlemler, somut olarak neler olabilir? Gündemde neler var?
Karşımızda parçalı bir yükümlü­lükler ve eylemler seti var. Birinci grupta, Kyoto Protokolü Doha de­ğişikliklerine taraf olan ülkelerin bağlayıcı eylemleri var. İkinci grup­ta, Kopenhag ve sonrasında ilan ettikleri 2020 hedeflerini Cancun Anlaşmaları çerçevesine uygula­ma sözü veren ülkeler bulunuyor. Ayrıca, Türkiye gibi Kopenhag ve sonrasında hiçbir hedef belirtmemiş olan ülkeler var. Onların da ulus­lararası süreç altında olmasa bile kendi ülkelerinde iklim eylemlerini daha kararlılıkla uygulamaları bek­leniyor. Dolayısıyla 2020’ye kadar emisyonları daha fazla artırmaya­cak bir uluslararası çerçevenin be­lirlenmesi bekleniyor. 2020 öncesi konusu, 2014 Lima Konferansı’na kadar neredeyse unutulmuş bir sü­reçti. Fakat orada gelişmekte olan ülkeler bu konuyu ön plana çıkar­ma ihtiyacı duydular. Çünkü bunu bir ölçüde pazarlık öğesi olarak kullanabileceklerini düşündüler. Kendilerinden istenen 2020 sonrası yükümlülükler karşısında, onlar da gelişmiş ülkelere “Siz de 2020’ye kadarki vaatlerinizi uygulayın” de­diler. Şimdi bu konunun daha be­lirgin bir şekilde masada olduğunu görüyoruz.

Peki Kopenhag’da yapılamayanlar, Paris’te nasıl yapılacak?
Bu, Kopenhag’da yaşanan kırıl­manın sonucunda mümkün oldu. Kopenhag Müzakereleri, Kyoto me­kanizmalarının genişletilmesi ya da tekrarlanmasına dayanıyordu ve ne ABD ne de gelişmekte olan ülkeler buna yanaşıyordu. Kopenhag’da Kyoto tarzı bir anlaşmadan bü­yük ölçüde ayrılmak yönünde bir işaret oldu. Ardından Cancun ve Durban’daki konferanslar sonu­cunda, esasında ABD’nin itekleme­siyle, Kyoto tarzı bir anlaşmadan esnek bir anlaşmaya doğru geçiş sürecine hazırlanıldı. O aşamada Kopenhag’ın yol açtığı kırılma, gü­ven kaybı tamir edilmeye çalışıldı. Şu anda yıllardır yapılan müzakere­lerin ardından karşımıza, aşağıdan yukarıya, esnek, dinamik, ülkelerin kendi yükümlülüklerini kendile­rinin kararlaştırdığı, kendi kendi­lerini farklılaştırdıkları bir yapıyla oluşacak bir anlaşma resmi çıktı. Dolayısıyla Kopenhag’dan daha farklı dinamiklerle ilerlendiği için Paris’te yeni bir anlaşmaya varılma­sı daha muhtemel görünüyor.

COP21’İN KİLİT NOKTASI:
ÜLKELERİN HAZIRLADIĞI BEYANLAR

Ülkeler iklim değişikliğiyle müca­deleye nasıl katkı sağlayacaklarını duyurdukları birer belge sunuyor. Bu belgeler, resmi adıyla Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkı Niyetleri (Intended Nationally Determined Contributions – INDC) nasıl hazır­lanıyor? Beyanlar olduğu gibi ka­bul ediliyor mu?
Müzakereler için bu çok önemli bir nokta. Lima’daki tartışmalar ağırlık­lı olarak bu soru ekseninde yürüdü. AB ve iklim değişikliği rejimi içeri­sindeki bazı başka ilerici taraflar, sunulan katkıların Paris öncesinde değerlendirilmesini ve 2 derece he­define ulaşmak için yeterli olup ol­madığının ortaya konulmasını, eğer yeterli değilse ülkelerin önerdikleri taahhütleri artırmaları yönünde teş­vik edilmelerini istiyorlardı. Özellik­le Hindistan gibi gelişmekte olan ülkelerin büyük direnciyle karşıla­şan bu öneri ABD’nin “olabilir ama ısrar etmiyoruz” tavrı nedeniyle ka­bul edilmedi.
Bu ön değerlendirme koşulu ol­madığı için, ülkelerin beyanlarını hazırlarken olabildiğince geniş ke­simlere danışmaları gerektiği söy­lendi. Uluslararası sistem inceleme yapamayacağı için toplumlar kendi dinamikleriyle bunu değerlendir­sin istendi. Böylece şeffaflığın sağ­lanması amaçlandı. Şili, Peru, AB bu çalışmayı en iyi uygulayanlar. Hindistan dahi danışma toplantıla­rı yapıyor, STK’lara bilgi veriyor. Hindistan başbakanının iklim deği­şikliği konusunda bir danışmanlar komitesi var.

Beyanlar nasıl değerlendirilecek?
Sekretarya, ülkelerin hedeflerini bir sentez raporunda toplayacak. Bu raporla Paris’ten önce, hedeflerin dünyayı nereden nereye götüreceği görülebilecek. Fakat burada büyük bir zorluk var. Pek çok ülke farklı türlerde hedeflerle çıktı karşımıza, Çin’in emisyonların zirveye ula­şacağı yıl; AB’nin 1990’a göre mutlak azaltım; ABD’nin 2005’e göre azaltım gibi farklı hedefleri var. Bunları aynı tabana çekip kar­şılaştırmak çok kolay görünmüyor. Dinamik olarak adlandırılan bu yeni sistemin sakıncalarından biri de bu.

O halde çözüm nasıl sağlanacak?
Beş ya da on senede bir, tüm kü­resel çabaların gözden geçirilmesini sağlayacak bir düzeneğin kurulma­sına yönelik bir eğilim var. Paris’in en büyük farkı dönemsel değil, uzun süreli bir anlaşma olması. Ül­kelerin beş ya da on yıllık aralarla hedeflerini yenilemeleri istenecek. Ancak şimdiye kadarki gözden ge­çirme süreçleri hedef yükseltmekle sonuçlanmadı. Paris’te bu mekaniz­ma gerçekten ciddi biçimde tasarla­nırsa, belki işleyebilir. Bu gözden geçirmeler konusunda iki kavram ön planda. Gözden geçirmeyle ilgili olarak, öncelikle ülkelerden Paris’te kararlaştırılandan daha ileri hedef­ler koymaları (progression) istene­cek. Ayrıca anlaşma metninin içeri­sinde, o seneye kadar uyguladıkları önlemlerin gerisine düşmeme kura­lını (no back-sliding) bağlayıcı ola­cak şekilde yerleştirmeye çalışıyor­lar. Hindistan gibi gelişmekte olan ülkeler ekonomilerinin istikrarlı olmadığı, gelecek yıllardaki ekono­mik koşullar bilinmediği için iklim yükümlülüklerini aynı kararlılıkla yürütemeyebilecekleri gibi gerekçe­lerle buna karşı çıkıyorlar.

ANLAŞMANIN BELKEMİĞİ OLAN PRENSİP
Çin ve Hindistan gibi ülkeler için hayli önemli olan “farklılaştırılmış kapasiteler” argümanının nasıl bir etkisi olur?
1992’de Çerçeve Sözleşmede be­lirlenen “Ortak fakat Farklılaştı­rılmış Sorumluluklar ve Bireysel Kapasiteler” (Common but Diffe­rentiated Responsibilities and Res­pective Capabilities – CBDR-RC) ilkesi, sözleşmenin belkemiği. Bü­tün iklim rejimi bunun üzerine ku­rulmuş durumda. Bütün ülkelerin iklim değişikliğinde payı var ama bazılarının daha fazla var. Dolayısıy­la daha fazla seragazı salımına yol açmış ülkeler, bugün ve gelecekte daha yüksek azaltım önlemleri uy­gulamak zorunda. Ancak rejimi ki­litleyen ilke de bu. Rejimin omurga­sı rejimin ilerlemesini de engelliyor gibi bir görüntü çıkıyor karşımıza. En büyük itiraz ABD’den geliyor. Onlar 1990’lı yılların koşullarında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında büyük farklar olduğunu, ancak bu durumun artık değiştiğini, örneğin Çin ve Hindistan’ın 20 yıl önceki gibi değerlendirilemeyece­ğini vurguluyorlar. Bu açmaz Çin ve ABD’nin vardığı anlaşmayla bir ölçüde yumuşatıldı. Bu doğrultuda Lima’da “ülkelerin kendi koşulları ışığında ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar” ilkesi haline getiril­di. Bu biraz esneme sağlıyor. Bu es­nemeyle de INDC’lerle ilgili olarak karşımıza çıkan karmaşık tabloya izin veren bir zemin oluşturulmuş oldu.

EN KRİTİK KARAR: ANLAŞMANIN NİTELİĞİ

Paris’ten bağlayıcılığı olan bir an­laşma bekleniyor mu?
Çok büyük ihtimalle karma yapıda bir anlaşma paketi çıkacak karşımı­za. Muhtemelen taraf devletler bir­den fazla metin üzerinde anlaşa­caklar. Ve bunlardan biri mutlaka uluslararası bağlayıcılığı olan bir antlaşma olacak. Kritik soru, hangi tür yükümlülüklerin ya da rejimin hangi unsurlarının bağlayıcı olarak düzenleneceğiyle ilgili. Evet, bir bağlayıcı antlaşma olacak. Durban kararı devletlerin önüne üç seçe­nek koydu. Bir bağlayıcı protokol; başka bir hukuksal araç ya da hu­kuksal gücü olan uzlaşılmış sonuç öngördü. Bunun da yolları Kyoto protokolü gibi bir protokol kabul edilmesi; sözleşmenin hükümlerin­de ya da eklerinde değişiklik yapıl­ması ya da bağlayıcı başka araçlar benimsenmesi olabilir. Bunlardan biri seçilebilir. Anlaşmada büyük ihtimalle saydamlıkla, raporla­mayla ilgili hükümler bağlayıcılık taşıyacak. Kritik mesele INDC’lerin bağlayıcı olarak yeni anlaşmanın içinde yer alıp almayacağı. Orada da birkaç seçenek üzerinde görü­şülüyor. Seçeneklerden biri, bun­ların bağlayıcı anlaşmanın ekine ya da eklerine konulması -ki bu çok düşük bir ihtimal gibi görünüyor. Diğer seçenek, bütün ülkelerin ta­ahhütlerinin ya da katkılarının bağ­layıcı olmayan bir bilgi belgesinde listelenerek Paris Anlaşması’na ya da kararlar paketine eklenmesi. Daha esnek seçenek ise anlaşmada INDC’lere yalnızca referans verile­rek katkıların sözleşme sekretarya­sının internet sayfasında yayınlan­ması. Hangi yöntemin seçileceğini ancak Paris’e doğru görebileceğiz. En kritik konu bu.

FİNANSMAN SORUNUNUN GELECEĞİ

Yeşil İklim Fonu’nun çerçevesi ne­dir?
İklim rejiminde finansman mekaniz­masının uygulayıcı kuruluşu Küre­sel Çevre Kolaylığı (Global Envi­ronment Facility – GEF) idi. Buna Kopenhag’da ilan edilen Cancun anlaşmalarıyla kurulan Yeşil İklim Fonu eklendi. Gelişmiş ülkelerin Ye­şil İklim Fonu’na yıllık 100 milyar Dolar katkıda bulunmaları hedefi konuldu. Fakat fonlama süreci ge­lişmekte olan ülkelerin beklediği hızda ilerlemiyor. Daha önce alınan kararlarla 2015 yılından itibaren Fonun kaynak dağıtmaya başlaması kararlaştırıldığından belli bir mik­tar paranın birikmesi bekleniyordu. 2014’te Lima öncesi bir hızlandır­mayla 10 milyar Dolara ulaşıldı ama bu vaatlerin önemli bir kısmı henüz ödenmedi. Dolayısıyla orada önemli bir güçlük var. Önümüzde yalnız­ca beş senelik bir süre var. Bu beş senede 100 milyar dolara ulaşılıp ulaşılamayacağını kestirmek kolay değil ve çok önemli bir siyasi en­gel olarak duruyor müzakerelerin önünde.

Paris’te bu konu nasıl ele alına­cak?
Anlaşmada Yeşil İklim Fonu’na bağ­layıcı hükümlerle atıf yapılacak mı yapılmayacak mı? Bu çok kritik bir karar. Gelişmekte olan ülkeler bu­nun, anlaşmanın sacayaklarından bir tanesini oluşturmasını istiyor. Gelişmiş ülkeler de buna karşı çıkı­yor. Ama gelişmekte olan ülkeler ta­rafından zengin ülkelere büyük bir basınç olduğunu söyleyebiliriz. Gö­rüş ayrılığı yaşanan bir konu da kay­nağın geleceği yer. Gelişmekte olan ülkeler kaynakların, zengin ülke­lerin kamu kaynaklarından gelme­sini istiyorlar. Fakat sorumluluğu devletlerden öteki aktörlere doğru yayan bir tavır içinde olan ABD ve Avrupa, fona çeşitli kaynaklardan para gelmesini sağlayacak bir dil kullanılmasını sağlamaya çalışıyor. Ancak Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkeler buna karşı çıkıyor.

Neden karşılar?
Birkaç nedeni var. Öncelikle bu ka­musal bir sorun, dolayısıyla devletin sorumluluğu altında olması lazım diyorlar. İkincisi özel sektör kay­naklarının güvenilirliği yok. Piyasa mekanizmalarından sağlanacak ge­lirin ihtiyaç duyulan kaynağı sağ­layamaması çok güçlü bir olasılık. Bunun örneklerini gördük. Örneğin Temiz Kalkınma Mekanizması bek­lenen geliri yaratamadığı için Adap­tasyon Fonuna para gitmedi.

BİR BELİRSİZLİK: KARBON PİYASASI

Karbon borsası nasıl şekillenecek?
Orada da bir boşluk oluşmuş görü­nüyor şu anda. Piyasa mekanizma­larıyla ilgili görüşmeler sözleşme al­tında devam eden müzakerelerin bir uzantısı olarak hâlâ yan organlarda sürdürülüyor. Gelişmiş ülkeler piya­sa mekanizmalarıyla ilgili durumun Paris Anlaşması müzakereleriyle be­lirginlik kazanmasını tercih ediyor. Venezüela ve Bolivya gibi birçok gelişmekte olan ülke de buna kar­şı çıkıyor, yeni anlaşmanın altında bir piyasa mekanizması sisteminin bulunmamasını istiyorlar. Bunların yanında, ülkelerin taahhütleri gibi açıklığa kavuşmamış zorlu konular bulunduğundan, piyasa mekaniz­maları konusu müzakere gündemi­ne tam anlamıyla girmedi. Kyoto Protokolü’nün kurduğu esneklik mekanizmalarına benzer ya da onlar gibi işleyecek piyasa siste­minin olması beklenmiyor. Çünkü çok önemli bir işlerlik sorunu var; piyasa mekanizmaları, özellikle de emisyon ticareti sistemi, Kyoto’nun kurduğu “sınırlama ve ticaret” (cap-and-trade) sistemi içinde iş­leyebilecek bir düzenlemeydi. Ko­lektif azaltım hedefi yanında taraf devletlerin emisyonları için de bir tavan belirlenmişti. Azaltım ya da sı­nırlama yükümlülüğü olan taraflar bu tavanın içinde kalabilmek, kendi­lerine ayrılan miktarlara uyabilmek için emisyon ticareti yapabilecekler­di. Tüm tarafların kendi koşulları­na göre belirledikleri hedeflerden oluşan ve küresel bir tavanın bu­lunmadığı bir anlaşma altında emis­yon ticareti ya da benzer bir piyasa mekanizmasının kurgulanması zor görünüyor. Bu bazı taraflar açısın­dan önemli sorunlardan biri. Çünkü bazı ülkelerden, özellikle de emis­yon ticaretine dahil olan sektörler­den bir talep var. Kyoto ile kurul­muş mekanizmaların devamını ya da yeni mekanizmaların oluşturul­masını istiyorlar. Dahası, piyasaların 2020 sonrasına dair öngörüye sahip olabilmesi ve özel sektörün rolünün belirlenmesi için de piyasa mekaniz­malarının geleceğinin açıklığa ka­vuşturulması gereği vurgulanıyor. Kyoto mekanizmalarının sürdürül­memesi ya da benzerlerinin kuru­lamaması halinde var olan emisyon ticareti sistemlerinin tanınmasını sağlayacak yeni araçlar öneriliyor. Örneğin AB, ABD, Japonya, Kore ve Çin gibi ülkelerde işleyen ya da deneme aşamasında farklı emisyon ticareti sistemleri bulunuyor. Bu ulusal piyasaların birbirleriyle iliş­ki kurmalarını sağlayacak, bunları uluslararası sistemin parçası haline getirecek bir düzenek kurulması ih­timali söz konusu olabilir.

YENİ İKLİM REJİMİNİN AKTÖRLERİ: ÇİFT KUTUPLU DÜNYAYA DOĞRU

Çok farklı ülke blokları, aktörler var. Sizce hangileri ön plana çıka­cak?
İklim rejiminin akademik olarak en fazla ilgi çeken yanlarından biri yeni bir iklim jeopolitiğinin oluşması. İklim siyasetinin dünya siyasetini belirleyici bir doğası var. Dolayısıyla “ABD ve Çin’in sadece ekonomik süper güçler olarak de­ğil, iklim siyasetini de belirleyen aktörler olarak ortaya çıkması, bizi iki kutuplu bir dünyaya mı götüre­cek” sorusu soruluyor. Çin ve ABD özellikle Kopenhag’dan itibaren iklim rejiminin en önemli iki aktö­rü haline geldi. Güçler dengesinde böyle bir kayma söz konusu oldu. ABD’nin Kyoto’yu reddettiği dö­nemde, onun bıraktığı boşluk AB tarafından dolduruluyordu. Fakat ABD Başkanı Barack Obama’nın iş­başına gelmesinden sonra, ABD mü­zakere masasına çok güçlü biçimde geri döndü. ABD basitçe “Ben bu sistemin içinde yer alacağım ama sistem benim politikalarımı uygula­yabileceğim hale gelmeli” diye ifade edebileceğimiz bir iddiayla ortaya çıktı. Ve Çin’in emisyon açısından ABD’yi arkada bırakmasıyla bu iki ülkenin tercihleri rejimi yönlendirir hale geldi. Fakat hâlâ farklı kutup­lar etkili olmaya devam ediyor. Tek başına ikisinin müzakere dinamik­lerini yönlendirdiğini söylemek faz­la basite indirgemek olur. Çünkü Çin’in çıkarlarıyla içinde bulundu­ğu müzakere gruplarının çıkarları arasında farklılaşmalar ortaya çıktı. Çin, G77+Çin grubunun; Hindistan, Güney Afrika ve Brezilya’yla birlikte BASIC grubunun ve Benzer Çıkar­lara Sahip Gelişmekte Olan Ülke­ler (Like Minded Group of Develo­ping Countries – LMDC) grubunun üyesi. Dolayısıyla Çin’in müzakere pozisyonu hem kendi başına, ken­di ulusal çıkarı olarak tanımladığı sorunlara göre, hem de içinde bu­lunduğu müzakere gruplarının ge­nel beklentilerine göre şekilleniyor. Fakat bu iki gücün belirginleşen önemi nedeniyle AB geri planda kalmış oldu. Bu, bence kaygı verici bir gelişme. Çünkü sosyal adalet ve çevresel bütünlük yanlarını ön pla­ na çıkaran, mekanizmaların bunları dikkate alarak geliştirilmesini savu­nan oyuncu AB’ydi şimdiye kadar.

TÜRKİYE NE YANA DÜŞER?
Türkiye’ye gelirsek, geniş bir bü­rokratik silsile, beyanın hazırlık sürecinde bir gecikme söz konusu. Ne durumdayız?
Belirttiğim gibi sivil toplumun be­yan ya da katkı hazırlık sürecine dahil edilmesi, Lima’da öne çıkan çok önemli bir konuydu. Ancak Türkiye’de diğer ülkelerdeki gibi bir sivil topluma danışma süreci­nin yaşanmadığını görüyoruz. Baş­lıca iki sıkıntı var. Birincisi çok ge­cikmesi, ikincisi hazırlık sürecinin danışılmadan gerçekleşiyor olması. OECD ülkesi ve Ek-1 ülkeleri gru­bundaki bir ülke olarak Türkiye’nin en azından bu senenin ortalarına kadar katkısını bildirmesi bekleni­yordu. Seçimin burada bir faktör olduğunu biliyoruz. İklim Deği­şikliği Başmüzakerecisi Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar, BM Genel Kurulu’nun bu konudaki özel otu­rumunda bunu resmi olarak dile getirdi. Fakat seçim sonuçlanmış olmasına karşın Türkiye hâlâ katkı bildirimini hazırlayamadı.
Buradaki önemli bir eksiklik de ha­zırlıklarla ilgili bilgi paylaşımının sağlıklı bir şekilde yapılmamasıdır. Şu anda bir proje devam ediyor. Türkiye’nin ulusal katkısı bu proje­nin sonuçlarına göre oluşturulacak.
Bu arada İklim Değişikliği ve Hava Yönetimi Koordinasyon Kurulu bu sene başındaki bir toplantıda, bu projenin sonuçlarının, Kurul üyesi kurum ve kişiler dışında kimseyle paylaşılmaması yolunda bir karar aldı. Yani küresel bazda şeffaflık esasken, biz karşımızda sürecin si­vil topluma, ilgili kesimlere tama­men kapatılmasına yol açacak bir tablo görüyoruz.
Bu kurulda, ilgili bakanlık ve kamu kurumları ile TÜSİAD, MÜSİAD ve TOBB’un temsil ettiği özel sek­tör kuruluşları yer alıyor. Kurulun sekretaryası Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yürütülmekle birlikte Enerji ve Tabii Kaynaklar ile Kalkınma Bakanlıklarının ulu­sal katkının belirlenmesinde daha belirgin bir rol oynayacaklarını söy­leyebiliriz. Kurul’un proje sonuçla­rına göre şekillenecek ulusal katkı taslağını Ekonomi Koordinasyon Kurulu’na (EKK) sunması bekle­niyor. Ulusal katkı beyanı, EKK’da alınacak karara göre Sözleşme Sekretaryası’na iletilecek. Fakat bu arada bir danışma, bilgilendirme toplantısı, yani taslak hakkında bil­gi verme sürecinin yaşanmayacağını öngörebiliriz.

Türkiye nasıl bir beyan paketi ha­zırlamalı sizce?
Bu teknik bir soru, çok genel olarak şöyle bir cevap verilebilir. Türkiye Ek-1 ülkeleri arasında emisyonları en hızlı artan ülke. Bu da Türkiye’yi hem toplam emisyonlar açısından, hem de kişi başına düşen emis­yonlar açısından yakın gelecekte Avrupa ülkeleri ortalamasına yakın bir yere taşıyacak. Dolayısıyla Tür­kiye emisyon azaltım hedefi ve bu hedefi gerçekleştirmeye yarayacak emisyon yoğunluğunu azaltmaya ve yenilenebilir enerjiye yönelik alt hedeflerle bir paket halinde ken­di ulusal katkısını hazırlayabilir. Türkiye’nin mutlaka ele alması gereken bir konu, adaptasyon he­definin de konulması. Çünkü Lima kararı, ülkelerin mitigasyon yanın­da adaptasyon eylemlerini de beyan­larına dahil etmesi imkanı sunuyor. Türkiye gibi her sektörde ciddi bir adaptasyon ihtiyacı olan bir ülkenin kendi adaptasyon planının yanında uluslararası düzleme taşınan bir adaptasyon hedefinin olması çalış­malara ivme katacaktır.
Ortadoğu’da çok az ülke beyan sundu. “Şimdilik derdimiz bu de­ğil” gibi bir düşünce var…
Siyasi koşullar, uluslararası poli­tikalar, bu konuda ülkelerin ko­numunu etkileyici bir rol oynuyor ama Türkiye’yi coğrafi olarak içinde bulunduğumuz ülkelerden ayrı de­ğerlendirmemiz gerekiyor. Türkiye, Sözleşme çerçevesinde bir OECD ülkesi olarak, gelişmiş ülkeler grubunda yer alıyor. Dolayısıyla Türkiye’yi Ortadoğu ülkeleriyle değil, Ek-1 listesindeki diğer ül­kelerle karşılaştırmamız lazım. Ayrıca Türkiye’nin AB ile üyelik müzakereleri yürüten bir ülke ol­duğu unutulmamalı. Ukrayna, savaş koşullarında bir ülke ama geçtiği­miz haftalarda beyan taslağını sivil toplum, kamu kurumları ve kamuo­yuyla paylaştı.

G20 ZİRVESİ’NİN ÖNEMİ

G20 Devlet Başkanları Zirvesi Kasım’da, yani hemen Zirve önce­ sinde, Türkiye’nin dönem başkan­lığında Antalya’da gerçekleşecek. Bu zirveden ne beklemeliyiz?
Dönem başkanlığı, Türkiye’nin Pa­ris Konferansı’na hazırlığı açısından kritik öneme sahip.
Bunun etkisini de görüyoruz aslın­da, yalnızca içeriden değil, uluslara­rası düzeyden de bir beklenti var. Herkes Türkiye’nin nasıl bir katkıy­la ortaya çıkacağını görmek istiyor. Bu şu açıdan çok önemli, Türkiye uluslararası müzakerelerde şimdiye kadar pek öne çıkmıyordu. Hem emisyon profilimiz dolayısıyla, hem bilinçli olarak görünmezlik tercih edildiği için böyle gelişti. Ama G20 dönem başkanlığı Türkiye’yi kendi­liğinden daha görünür hale getirdi. Özellikle AB’nin ve diğer pek çok ülkenin, Türkiye’nin katalizör rolü oynamasını beklediklerini biliyo­ruz. O açıdan önemli bir fırsat. G20 ekonomik amaçlarla oluşturulmuş bir uluslararası ortaklık süreci ol­masına rağmen, enerji ve iklim ko­nularında ön plana çıkmaya başla­dı. Hatta Sözleşme çerçevesindeki müzakerelerin ilerlemediği, müza­kereleri daha küçük platformlara taşımanın yararlı olacağı ve uygun adresin de G20 olabileceği şeklinde bir tartışma da vardı. G20’den çıka­cak bir karar Paris’e en kısa süre kala, en önemli ülkelerden, aktör­lerden gelen bir mesaj olduğu için etki yaratma şansına sahip. Bu sene yıllardır devam eden görüşmeler sonucunda fosil yakıt sübvansi­yonlarının kaldırılması, en önemli karar olabilir. Sübvansiyonların sosyal adaletsizlikleri de gözetecek biçimde kaldırılmasının kararlaştı­rılması, Paris yolunda çok ciddi bir girdi olur.

İYİMSER OLUNABİLİR Mİ?

Geri dönülmez bir noktada oldu­ğumuza dair yaygın bir kötümser­lik var. Sıraladığınız gibi pek çok tartışmalı konu, belirsizlik varken Paris konusunda iyimser olabilir miyiz?
Bazı gerçekleri değerlendirerek bir şey söylemek mümkün olabilir. Kö­tümser olmak için çok neden var, evet. Fakat Paris’e doğru müzakere süreci iyimserlik üzerine kurulu ve devletler gerçekten süreci bir sonu­ca götürecek şekilde değerlendirebi­lirse, karamsarlığı bir ölçüde dağıta­cak bir sonuçla karşılaşabiliriz.
Bunun için de Paris Anlaşması’nın orta ve uzun vadeli emisyon azal­tım hedefi koyması lazım. 2 dere­celik artışın genel bir hedef olarak yer alması tek başına yeterli değil; anlaşmada küresel karbon bütçesi­ne uygun olarak önümüzdeki onyıl­lara dönük somut azaltım hedefleri­ne de yer verilmeli. Böyle bir sonuç bir ölçüde ileriye dönük iyimserlik yaratabilir.
Bunun yanında, bazı ülkelerin ulus­lararası süreçten bağımsız olarak iklim değişikliğiyle mücadeleyi ken­di ekonomik ve çevresel çıkarlarına uygun görmeye başlamaları iyim­serlik sağlıyor. Çin, Hindistan gibi ülkeler, iklimi korumanın aslında kendi yurttaşlarının sağlığını koru­mak anlamına geldiğini ya da iklim değişikliğine yol açan faaliyetlerin sosyal ve çevresel maliyetlerini an­lamaya başladılar ve bu yönde ön­lemler alıyorlar. Ancak ortaya çıkan bu iradenin yeni bir anlaşmayla, küresel bir çerçeve içine alınması, kamu kurumları, özel sektör ve sivil toplum örgütleri dahil olmak üzere tüm kesimleri o yöne yönlendirece­ği için son derece önemli.

Üç Büyükler Açıkladı,
Gözler Türkiye de Dahil Diğer Ülkelerde
Son bir yıldır iklim politikalarının geleceği tek bir kısaltma üzerinden ilerliyor: INDC. Türkçeye kısaca “katkı beyanı” olarak çevrilen bu belgeler, ülkelerin 2020 sonrasında küresel karbon emisyonunu azaltma çabalarına yönelik ne gibi adım atacaklarını ilan ediyor. Mevcut durumda emisyonlarda ilk üçü oluşturan Çin, ABD ve AB beyanlarını açıklamış durumda.
Çin, ulusal emisyonunun 2030’da zirve değere ulaşacağını, 2030 itibarıyla enerjisinin %20’sini düşük karbonlu kaynaklardan sağlayacağını ilan etti.
ABD 2025 senesinde seragazı salımlarını 2005 seviyelerinin %26-28 altına çekeceğini, bu hedef için uluslararası karbon ticaretinden faydalanmayı düşünmediğini açıkladı.
AB, üyesi olan 28 ülkeyi temsilen 2030 yılına kadar 1990 seviyesine göre %40 indirim vaadinde bulunuyor.
Rusya 2030’da 1990 seviyelerinin %25-30 oranında azaltıma gidecek.
Salımda zirveyi kaplayan bu ülkelerin yanında özellikle Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin beyanı dört gözle bekleniyor. Hindistan’ın beyanında yenilenebilir enerji hedefinin temeli oluşturacağı düşünülüyor. Türkiye’nin açıklayacağı beyana dair ise pek bir öngörü yok. Beyan hazırlama çalışmaları sivil toplum ve düşünce kuruluşlarına gerektiği kadar açık olarak ilerlemiyor. Bu dosya için görüş talebinde bulunduğumuz İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Prof. Dr. Mehmet Emin Birpınar’dan da olumlu-olumsuz herhangi bir yanıt alamadık.

Önerilen makaleler