Özel Sektör

Jo Confino: “Kral Çıplak Diyecek Kişiler Aranıyor”

Jo Confino, sürdürülebilirlik ve yeşil iş konusunda öncü bir gazeteci. 22 yıl boyunca İngiltere’nin The Guardian gazetesinde çalışan Confino, birkaç ay önce Huffington Post’un yeni kurulan “Etki ve İnovasyon” departmanının başına geçti. Yeşil İş Zirvesi’nin moderatörlüğü için İstanbul’a gelen İngiliz gazeteci ile sürdürülebilirlik için gerçek bir dönüşümün neler gerektirdiğini, Volkswagen skandalını ve Türkiye’nin pozisyonunu konuştuk.
Berkan ÖZYER

Sürekli değişimden, dönüşümden, yeni dönemden bahsediliyor. Şir­ketler gerçekten neyi değiştirecek­lerini biliyorlar mı?
Hayır, insanların hiçbir fikri yok. Çünkü dönüşüm, her şeyin değiş­mesi demektir. 10-15 yıl öncesine kadar iş dünyasında gelişmeler hayli yavaş ilerliyordu. Yenilikler için her zaman hazırlanacak vakit vardı. Hayat daha öngörülebilirdi. Ve şimdi çok büyük ve çok hızlı, kökten dönüşüm oluşturan bir de­ğişim zamanında yaşıyoruz. Hem çok fazla fırsat hem de risk var. Bu, uzun zamandır iş dünyasında olan insanlar için anlayıp uyum sağlama­sı çok zor bir şey. Değişim insanla­rın bilinçlenmesiyle oluşur, sadece bir şeyleri farklı yapmakla değil. Değişimin arkasındaki motifleri ve nelerin farklı olması gerektiğini derinden anlamadan odaklandığınız konu sadece bir şeyleri farklı yap­maksa, çabalarınız yüzeysel kalır ve her fırtınadan etkilenirsiniz.

Her ülkede durum böyle mi? Bir karşılaştırma yapabilir misiniz?
Ülkeler bile değil, küçük bir grup yenilikçi şirket var. Bu şirketlerin liderleri dünyaya bakıp mevcut iş uygulamalarının 10-15 yıl daha kullanışlı olmayacağını ve radikal değişimlerin gerektiğini görü­yorlar. Unilever ve Nike gibi bazı çokuluslu büyük şirketler pek çok açıdan bu durumun farkında. Çünkü dünyadaki gelişmelere dair iyi analiz birimleri var. Değişim olmadığı takdirde karşılaşacakları risklerin farkındalar. Fakat sonra da Volkswagen gibi sürdürülebilir­lik alanında lider olması beklenen şirketlerin düştüğü durumu görü­yorsunuz. Bu da şunu anlatıyor: Li­derler yenilikçi bile olsa şirketlerin kültürleri hâlâ o kadar kalıplaşmış, eski yöntemlere bağlı, topluma kat­kıyı hiç hesaba katmadan kısa dö­nemli kârlara odaklı olabiliyor ki… Şirketlerin başarısının, toplumla­rın başarısına endeksli olduğunu görmek gerekiyor. Unilever’in CEO’su Paul Polman bile “Başa­rısız olan toplumlarda, bir şirket gelişemez” diyor. Fakat bir yandan da bütün şirket­ler sürdürülebilirliği en önemli öncelik olarak gösteriyor.
Ben de eşime sürekli bazı alışkan­lıklarımı değiştireceğimi söylüyo­rum. Ama bunu uygulamak çok zor. Hepimiz sözler verebiliriz ama bu sözler alışkanlıklarımızı kesin değiştireceğimiz anlamına gelmiyor. Sorunların çapının farkına varıyo­ruz. Özellikle de bunları çözmeye gücümüzün yetmeyeceği zaman. Karmaşık bir dünyada, karmaşık bir ülkede, karmaşık bir sektörde, karmaşık bir şirkette ve karmaşık bir departmanda yer alıyoruz. Ve değişime yön vermeyi öğrenmek çok bunaltıcı olabiliyor.

Konferanstaki konuşmanızda “Cinsiyet eşitliği, sosyal haklar, iklim değişikliği vs. gibi konuların sadece birinde adım atmak yetmez, hepsi birlikte değerlendirilmeli” dediniz. Peki nereden başlamalı?
Benim için en başta bilinç ve niyet gelir. Eğer karşılaştığınız sorunları gerçekten anlar ve deneyimlerse­niz, gücünüz ve enerjiniz katlana­rak artar. Bir konuyu entelektüel olarak tartışmakla aynı şeyi derin­den anlamak ve kavramak farklı şeylerdir. Bütün dünyada tanınan Martin Luther King veya Mahat­ma Gandi gibi liderleri düşünün. Hangisine bakarsanız bakın, bu insanların yaptıkları konusunda çok heyecanlı ve istekli olduğunu, ne yaptıklarını gerçekten bildikle­rini görürsünüz. Ve değişim iste­yenlerin gücü de buradan geliyor. King’in gücü sadece “Bir hayalim var” sözlerinden değil, bu sözlerin arkasındaki adanmışlıktan geliyor­du. Neyin değişmesi gerektiğini biliyorlardı ve bu sayede değişimler gerçekleşti. Çünkü gerçek liderlik bunu gerektirir. Dolayısıyla ger­çekten değişimi hisseden, ona ken­dini adayan insanlar, bu uğurda fedakârlık yapmaya hazır insanlar bunu sağlayabilir.

Herhangi bir somut adım göstere­bilir misiniz?
İlk adım şu olabilir. İş dünyasında, gençleri sürdürülebilirlik konu­sunda eğitmenin önemini sürekli duyarsınız. Ben, bu dünyadakileri sürdürülebilirlik konusunda önce kendilerini eğitmeye çağırıyorum. Sadece entelektüel seviyede bir eği­timden bahsetmiyorum. Yaptıkları işin doğaya verdiği zararı, dünyada yarattığı eşitsizlikleri, tedarik zin­cirlerinin kullandıkları ürünlerin, ürettikleri toksinlerin etkilerini gerçekten öğrenmelerini istiyorum. Bütün bu konular sürdürülebilir­liğe yönelik. İş liderleri bu etkileri gerçekten anlamadığı sürece yapı­lan sürdürülebilirlik tartışmaları sa­dece entelektüel egzersizler olarak kalacaktır.

Değişimin kök salması için yeni neslin tamamen eskinin yerine mi geçmesi gerekiyor?
Hem evet hem hayır. Hepimiz geç­mişten, önceki nesillerden bize ak­tarılan yükleri taşıyoruz. Yeni nesil de bizim onlara aktardıklarımızı taşıyacak. Ama yeni nesiller olan biteni her zaman farklı bir gözle görür. Hans Christian Andersen’in “Kral Çıplak!” hikayesindeki gibi. Kralın çıplak olduğunu görmek için her zaman yeni birinin gelmesi ge­rekir. Yeni bir işe başlayan herkes­te olduğu gibi… İlk üç ay yeni bir işe başlayanların en güçlü gözlem yaptıkları dönemdir. Herkes bu dö­nemde çalıştığı şirketin söylediği ve yaptıkları arasındaki farkı görür. Ve herkes illa bu farka uyum sağlaya­cak diye bir şey de yok.
Bir yandan da yaşadığımız dünyada sosyal medyanın rolü çok önemli. Gerçekten bir değişime liderlik yap­mak istediğinizde sosyal medya mu­azzam imkanlar sağlıyor. 15 yaşın­da bir genç, sosyal medya sayesinde dünyayı değiştirme imkanına tarih boyunca hiç olmadığı kadar sahip. Ama tam tersi şekilde bir sürü genç de sosyal medya, internet ve eğlen­ce dünyası yüzünden dünyada olup bitenden tamamen kopuk halde yaşıyor.

Bunu internet üzerinden yayın ya­pan bir haber sitesinin başındaki biri olarak söylüyorsunuz hem de. Bu kopukluk nasıl giderilebilir?
Teknoloji bizim onunla yapmak istediklerimiz karşısında tarafsız­dır. Dünyada iyi bir şeyler yapmak yönünde teknolojinin muazzam bir gücü vardır. İnsanları birbirine bağlar. Güçsüz insanları daha güçlü hissettirir. Bir değişim üretmek için farklı grupların işbirliği geliştirmesi­ni sağlar. Teknoloji böyle bir yenilik getirdi. Ama diğer yandan da büyük değişimleri başlatan küçük gruplar her zaman vardı. Toplumun sınırla­rında yaşayan, sistemin merkezine bakıp onun çürümüşlüğünü gören ve onu değiştirmek isteyenler her zaman vardı. Teknoloji sayesinde bu insanlar 15-20 yıl öncesine göre daha güçlü oldu. Dijital dünyadaki medya kurumları sadece dünyadaki haberleri vermenin yanında olumlu değişim üretmeye yönelik girişim­leri de aktarabilirler. Onları önemli yapan da ikincisidir. Dolayısıyla konu teknolojinin iyi ya da kötü ol­masıyla ilgili değil; bizim onunla ne yaptığımızla ilgili. Ona yüklediğimiz kültürel normlar ve ahlaki değerle, teknolojiyi günlük hayatımızda na­sıl kullandığımızla ilgili.

Volkswagen skandalına gelirsek; sizin de olayın ardından kaleme al­dığınız bir yazıda belirttiğiniz gibi bu skandal, şirketlerin ve kurumla­rın sürdürülebilirlik çalışmalarına yönelik güveni yok etti. Bu önemli bir sorun. Bu güven nasıl tamir edilir?
Güveni tamir etmenin tek yolu yaptığın işe ve genelgeçer norma dönüşebilecek bir kültür üretebil­diğine gerçekten inanmaktan geçi­yor. Volkswagen’in söyledikleri ve yaptıkları arasındaki uçurum, dü­rüstlük ve güçle alakalı. Sözler ver­mek her zaman çok kolaydır. Ama bunları yapmak çok daha zordur. Söylenen ve yapılanlar arasındaki uçurumu kapatmamız gerekiyor. Eğer Volkswagen gerçekten de dünyadaki en sürdürülebilir şirket olmaya kendini adasaydı ve bunun öneminin farkına varsaydı, son on yılda her çalışanına bunu çok net anlatırdı. Ve bugün düştüğü duru­ma düşmezdi. En azından risk azal­mış olurdu.

Sizce şirket yöneticileri de böyle düşünüp “Keşke on yılda farklı davransaydık” diyor mudur?
Eğer şirketler önceki skandallardan gerekli dersleri çıkarsaydı bugün kusursuz olurlardı. İş dünyasının sorunu, bireylerden oluşması. Her birey bazen korkudan, bazen açgöz­lülükten, kendilerine fayda sağlama isteğinden ötürü bazı davranışlara yönelebilir. Her zaman böyle bir du­rumla karşılaşabilirsiniz. Bireylerin bu tarz hareket etmesini mümkün kılan bir kültürel sebep her zaman vardır. Dolayısıyla bir noktada bu durum, sadece sürdürülebilirlik ra­poru hazırlamak ya da emisyonunu azaltmakla değil, iş dünyasındaki kültürel değişimlere nasıl yön ver­diğiniz ile ilgili. Ben bu yüzden şirketlerin amaçları, ne üretmeye çalıştıkları ve bu amacı ürettikleri şeylerle nasıl bir araya getirecek­leri ve ancak ondan sonra bunu nasıl raporlayacakları konularında sistematik bir yaklaşıma ihtiyaçları olduğunu söylüyorum. Sırf bir sür­dürülebilirlik raporu sunmak için birtakım verileri hesaplamaya kalk­mak, izlenmesi gereken yöntemin tam tersi. Sadece kurallara uyma bakış açısıyla asla köklü bir deği­şim elde edemezsiniz.

Volkswagen örneği ile de şirket kültürlerinin kâr maksimizasyonu­na dayalı olduğunu, bundan kolay kolay vazgeçemeyeceklerini anlı­yoruz. Şirketlerin kârdan vazgeç­mesi mümkün mü?
Bu çok temel bir sorun. Şirketleri çok kısıtlayan bir sistemde yaşıyo­ruz. Yenilikçi bir lider olsanız bile eğer şirketiniz kamuya açıksa kârı sürdürmek zorundasınız. Bu da her zaman hareket kabiliyetinizi sınır­lar. Tam da bu yüzden gördüğünüz yenilikçi liderlerin çoğu hâlâ aile şirketlerinden çıkıyor. Çünkü onlar farklı açılardan bakabiliyorlar. Bor­saya ya da kısa vadeli yatırımcılara bağlı değiller. Uzun vadeli yatırım­lar yapabilirler, çünkü zaten bu yak­laşımla kurulmuşlar. Özellikle Batılı belli ülkeler, yanlış bir şirket davra­nış yaklaşımı üzerine bir sistem kur­du. Düzen devam ettiği sürece çok az değişim elde edebilirsiniz. Sistem değişmek zorunda.

Ve esasında yavaşça değişiyor da. Döngüsel ekonomiyle, dini liderle­rin son zamanlarda gittikçe artan çağrılarıyla tüketim eleştirileri artıyor. Bu dini liderler gerçekten bir fark yaratabilir mi?
Tabii ki yaratabilirler. Ben sadece dini değil genel olarak ruhani lider­ler demek istiyorum. Çünkü dünya genelinde yaygın pek çok ruhani gelenek de mevcut. Bu gelenekler bizim insani özümüz, gezegendeki amacımız hakkında fikirler verir. Bunlar temelde bütün ruhani ge­leneklerde aynıdır. Sevgi, saygı, merhametten bahsederler. Bunlara karşıt hiçbir şey istemiyoruz. Ama oluşturduğumuz sistem, davranış­larımızı bunların tersi olarak şekil­lendiriyor. Bizi tekrar topluma, bir­birimize bağlayacak, hayatımıza bir anlam verecek gruplara ihtiyacımız var. İş dünyasınınsa bizi birbirimize bağlamak gibi bir amacı yok, bizi asla daha ahlaki bir yola yönlendir­miyorlar, çünkü böyle bir mantıkla oluşmamışlar.
Tarihsel açıdan bakınca yaşadığı­mız modernizm ve kapitalizmin sa­dece birkaç yüzyıllık geçmişi var. Binlerce yıllık medeniyet tarihini düşününce çok kısa bir dönem. Sistemin değişmeyeceğini düşünü­yoruz. Ancak tarih de gösteriyor ki, değişiyor.
Değişimin olamayacağı tamamen saçmalık. Sistem halihazırda de­ğişiyor. Hatta radikal bir biçimde değişecek, çünkü insanlar değişim istiyor. Sistemi oluşturan koşullar da değişiyor. Ve maalesef ki işler iyi giderken insanlar her şey aynı kalsın ister. Kriz ve korku zamanla­rı değişime götürür. Ve bu değişim temelde iki yönde ilerleyebilir. Ya bugün dünyada gördüğümüz gibi radikalizm ve yabancı düşmanlığını artırır ya da ortak sorumluluk, işbir­liği ve küresel sorumluluk hissini geliştirir. Bugün bulunduğumuz noktada buna karar vereceğiz. Ya dünyada çok fazla insanı evinden, yurdundan edecek bir radikalizm çağı yaşanacak ya da dokuz milyar insanın onurlu bir hayat sürmesini sağlayacak yeni bir işbirliği düzeni kuracağız.

Neredeyse son beş yıldır, önümüz­deki yılın çok önemli olacağını, dönüş olmayacağını söylüyoruz. 2016’ya girerken “Bu sene insan­lığın en önemli yılı” diye bir yazı yazdınız. 2016 neden bu kadar önemli?
Her nesil, gelmiş geçmiş en önemli nesil olduğunu düşünür. Çünkü o “an”da yaşarız. Ama bence yarattığı­mız kapitalizm biçiminin yanlış do­ğasını gören insanların geliştirdiği muazzam bir zihinsel hazırlık oluş­tu son yirmi yılda. Bireysel liderler, STK’lar, her türden aktivistler oluş­turduğumuz sistemin merkezindeki çürümüşlüğü gördüler ve bize ha­yatlarımızı yaşamak için farklı yön­temler göstererek değişime giden yolu hazırladılar. Bütün bireysel çabalar, bir araya gelmeye başladı. Politikacılar nihayet sorunların far­kına varmaya başlıyor. Hatta bazı Cumhuriyetçiler bile! STK faaliyet­leri artıyor, farklı disiplinler arasın­da yeni işbirliği şekilleri gelişiyor, üniversiteler sürdürülebilirlik ders­leri vermeye başlıyor, döngüsel eko­nomi gibi yeni formlar oluşuyor… Bütün bunları bir araya getirince in­sanların yaşadığımız krizin farkına varmaya başladığı görülüyor. 2016 bu yüzden bu kadar önemli. Çünkü insanlar umutlu. Herkesin uzun sü­redir üzerinde çalıştığı değişim için koşullar oluştu.

Hem bir gazeteci hem de Yeşil İş Zirvesi’ne yedi yıldır moderatör­lük yapan biri olarak Türkiye’nin konumu ve dönüşümü hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bir örnek vereyim. Geçen gece bir kafenin dışında oturuyordum. İçer­den bir adam elinde sigara paketiyle çıktı. Kafenin önünde durdu, kutu­yu açtı, içindeki ambalajı çıkarıp so­kağa fırlattı. Böyle bir hareketi, di­ğer herkes kendisi gibi hareket etse neler olabileceğini düşünmeyen bi­rini çok uzun zamandır görmemiş­tim. İçimden “Daha gidilecek çok yol var” dedim. Genel bir durumu yansıtmayabilir, ama bunu sembolik bir örnek olarak anlatıyorum. Dola­yısıyla Türkiye’de düşünce yapısı­nın çok ilerlediğini düşünmüyorum. Bu konuda, değişimleri uygulamak konusunda çok istekli küçük bir grup var. Bu çok heyecan verici. Ama öncelikler farklı. Türkiye’nin dünyadaki konumuna, etrafındaki çatışmalara, kendi iç çatışmalarına bakarsanız sürdürülebilirlik ko­nusundaki düşük sesli çağrıların duyulmasının çok zor olduğunu görebilirsiniz. Esasında konu şu, bütün bu sorunlar bir şekilde sür­dürülebilir davranış eksikliğinden kaynaklanıyor. İster Suriye’deki korkunç kuraklık olsun, ister Orta­doğu’daki iklim değişikliği kaynak­lı gıda isyanları… İnsanlar şimdiki ve gelecekteki çatışmaların kaynak­larıyla artık odaklanmaları gereken çözümlerin aynı olduğunu anlamak zorunda. O da sürdürülebilirlik. Sürdürülebilir bir dünya yaratarak gelecekteki çatışmaları azaltabiliriz. Ancak insanların hâlâ bunun farkın­da olduğunu düşünmüyorum.

About Post Author