İnsanlığın gördüğü en büyük felaketten kısa süre sonra dünya devletleri Paris’te soğuk bir Aralık günü bir araya gelmişti. Amaç ortak insani değerleri, geleceğin teminatı olarak evrensel bir çerçeveye sokmaktı. Ve 10 Aralık günü İnsan Hakları Evrensel Bildirisi kabul edilmişti, tarih 1948’di…
O günden tam 67 yıl sonra yine Paris’te dünya ülkelerinin temsilcileri çok daha büyük bir katılımla tekrar buluşmuş, bir anlaşma metni üzerinde pazarlık yapıyorlardı. Amaç 2020 yılından sonra yürürlüğe girecek yeni bir iklim anlaşması belirlemekti. Ancak önceki iklim zirvelerinden kalma bir alışkanlıkla anlaşmanın çıkmaması tedirginliği de vardı.
30 Kasım’da Zirve başladığında devlet liderlerinin bizzat katılımı uzlaşma konusunda biraz daha iyimser olmayı mümkün kıldı. Liderler ülkelerine döndüğünde görev, müzakere heyetlerine kaldı. Görüşmeler son dakikaya kadar sürdü, hatta zirvenin 11 Aralık’ta sonlanması planlanırken metin ancak 12 Aralık’ta açıklandı. Zafer havası içinde ilan edilen anlaşmayı Fransa Devlet Başkanı François Hollande “Paris’in gördüğü en barışçıl devrim” olarak nitelendirdi. Bir açıdan haklıydı elbette. Metinde önceden ihtimal bile verilmeyen şekilde küresel ısınma artışını 1,5 derecede tutma hedefinden bahsediliyor, üst sınır olarak 2 derece gösteriliyordu. Ve anlaşma oybirliğiyle, yani tam 195 ülke ve Avrupa Birliği’nin imzasıyla ortaya çıktı. Bu iklim değişikliğinin, yani neredeyse tüm dünyanın kabul ettiği bir gerçeğin inkarını artık tamamen mantıksızlaştırdı. Fakat madalyonun bir yüzü daha var. Söz konusu 2 derece hedefinin nasıl gerçekleşeceği meçhul, anlaşmanın hukuki bağlayıcılık konusunda pek çok eksiği var.
İlerleyen sayfalarda alanlarında Türkiye’deki en önemli iklim rejimi uzmanlarının Paris değerlendirmelerini, pek çok sorunun cevabını okuyacaksınız. Nihayetinde muhtemelen şöyle bir noktaya varacaksınız: Paris’te kritik bir adım atıldı ancak daha yapacak çok iş var. Kaygılanmayın, yalnız değilsiniz. 67 yıl önce de insan hakları konusunda benzer hisler paylaşılıyordu, gelinen nokta ortada. Dolayısıyla insanlığın artık bedel ödemeye tahammülü kalmadı. İklim siyaseti nihayet doğru bir raya girmişken gerekirse treni iterek ilerletmekten başka yapacak bir şey yok… Bu görev de hepimize, tüm dünya yurttaşlarına düşüyor.Paris Nasıl Gideceğiz? Ne Oldu? Nereye Gideceğiz?
Kapak konusu olarak Paris İklim Zirvesi’ni değerlendirdiğimiz Ekim sayımızda ortaya çıkacak anlaşmanın, zirve öncesi yaşananların bir fotoğrafını çekmiştik. Küresel iklim değişikliği politikaları konusunda Türkiye’nin en iyi uzmanlarından Marmara Üniversitesi’nden Doç. Dr. Semra Cerit Mazlum’la tekrar görüştük ve bu kez Paris Anlaşması’nın içeriğini, çıktılarını ve temel meselelerini konuştuk. Cerit Mazlum, öncelikle ortaya çıkan metnin “bilimin rehberliğindeki bir anlaşma değil, siyasi bir anlaşma” olduğunu vurguluyor.
Berkan ÖZYER
İLK BAKIŞTA PARIS ANLAŞMASI
Anlaşmayı nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Genel olarak anlaşmayı çok başarılı bir sonuç olarak görenler de var, konferansın bir hüsranla sonuçlandığını söyleyenler de. Paris Anlaşması’nı ne olduğundan az, ne de fazla göstermek lazım. Paris’e giderken anlaşma olmayabileceği yönünde bir kaygı da vardı, biliyorsunuz. Öncelikle bir anlaşmaya varılabilmiş olması, Kopenhag’daki deneyimden sonra bütün devletlerin üzerinde uzlaştıkları bir metnin kabul edilebilmiş olması bir siyasi başarıdır. Fakat şunu belirtmek lazım ki, Paris Anlaşması bilimin değil, siyasetin yönlendirdiği bir anlaşma.
Nasıl bir yapı ve mantıkla hazırlandı?
Hem BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nden, hem Kyoto Protokolü’nden, hem de diğer pek çok uluslararası çevre anlaşmalarından farklı bir doğası var. Kyoto, yukarıdan aşağı olarak bilinen modele göre hazırlanmıştı ve devletlere çeşitli ödevler yüklüyordu. Tarafların yükümlülüklerinin uluslararası düzeyde belirlenerek bağlayıcı olacak biçimde anlaşma metnine konduğu, uygulama araçlarının kurallarıyla düzenlendiği bir anlaşmaydı ve aslında ideal olanı buydu. Ama bazı devletlerin katılmaması nedeniyle istenen sonuca götürmedi. Paris Anlaşması ise tam tersi biçimde aşağıdan yukarıya mantığıyla hazırlandı. Ülkelerin zaten kendilerinin belirlediği ve gerçekleştireceklerini vaat ettikleri hedefler küresel bir çerçeveye konuldu. Zaten bu özelliği sayesinde kabul edilebildi. “Bağlayıcı yükümlülüklerle küresel eyleme geçilemiyorsa, zorlama olmadan devletlerin kendi iradeleri üzerinden acaba iklim değişikliğiyle mücadele başarılı olabilir mi” mantığına sahip bir düşüncenin siyasal denemesi bu aslında. Birçok hükmünün bağlayıcı olmaması dolayısıyla yeterli değil; bu kesin. Fakat devletlerin çok taraflılık çerçevesinde ulusal eylemlerine devam etme ve hedeflerini ileride yükseltme sözü vererek küresel iklim değişikliği politikasına yeni bir yörünge çizmesi de en azından şimdilik olumlu bir sonuç. Paris Anlaşması aslında yeni bir adım. Kyoto’yu “ilk adım” olarak adlandırıyorduk. Şimdi başka bir yola doğru yeni bir adım atarak küresel iklim sistemini korumaya dönük farklı bir politika uygulamaya karar verildi. Bu yeni adımın ve deneyin öncekilerden daha başarılı olmasını ummaktan başka Paris için şu anda söylenecek çok şey yok.
HEDEF 1,5’TAN 2 DERECE
Anlaşma sonunda sıcaklık artışının engellemesi konusunda kaç derecede anlaşıldı?
Anlaşmada küresel sıcaklık artışının sanayi devrimi öncesine göre 2 derecenin mümkün olduğunca altında tutulması amaçlanıyor ve 1,5 derecede kalınması yolunda çalışılacağı belirtiliyor. 1,5 derece hedefinin zayıf bir dille de olsa anlaşmada yer alması olumlu bir gelişme. 2009 Kopenhag Zirvesi’nden bu yana hedef 2 dereceyken Paris bunun ötesine geçmiş oldu. Bu sonuçta özellikle iklim değişikliğinin etkilerini en fazla hisseden ülkelerin oluşturduğu Kırılgan Ülkeler Forumu’nun ve daha sonra onlara katılan ülkelerin çabalarının ve özellikle sivil toplum örgütlerinin büyük bir etkisi var. Fransa Cumhurbaşkanı Francois Hollande’ın konferansı “Paris’in gördüğü en güzel en barışçıl devrim” olarak nitelendirmesini bu bağlamda okuyabiliriz.
Hedefler uygulanabilir mi?
Gerçekçi olarak baktığımızda hepimiz biliyoruz ki anlaşmanın ne 2 derece, ne 1,5 derece hedefini tutturabilmesi mümkün. Devletlerin mevcut vaatleri 2,7 ile 3,5 derece arasında bir sıcaklık artışına götürecek dünyayı. Bu açığı kapatmak gerekiyor. Anlaşma da bu nedenle hedeflerin yükseltilmesini sağlayacağı umulan çeşitli mekanizmalar oluşturdu. Örneğin ülkeler Paris öncesi sundukları katkı beyanlarını (INDC) beş yılda bir gözden geçirecekler ve bu gözden geçirmenin yukarı doğru olması bekleniyor. Gözden geçirmelerin ilki 2018 yılında anlaşma yürürlüğe girmeden, devletlerin anlaşmayı onaylaması öncesinde yapılacak. Ne var ki 2018’de kolaylaştırıcı diyalog formatında gerçekleşecek bu değerlendirme, hedeflerin yükseltilmesi zorunluluğu doğurmayacak biçimde düzenlendi. Ancak 2023’te ikinci katkı bildirim dönemi öncesi yapılacak gözden geçirmede hedeflerin bir öncekine göre yukarı çekilmesi olasılığı bulunuyor.
Anlaşma sıcaklık artışıyla ilgili uzun dönemli amacı yanında bunu destekleyecek başka önlemler de tanımladı. Bunlardan ilki, emisyonların en yakın zamanda tepe noktaya ulaşması ve hızla azaltılması. Gelişme yolundaki ülkelerin tepe noktaya biraz daha geç ulaşabilecekleri söyleniyor.
Karbon hedefi açıklandı mı?
Karbonsuzlaşma hedefi bütün taslaklarda yer alıyordu. Bilim insanları da 1,5-2 derece hedefine uyulabilmesi için anlaşmanın 21. yüzyılın ikinci yarısında karbonsuzlaşma hedefi içermesi gerektiğini vurguluyordu. Ne var ki anlaşma karbonsuzlaşma yerine muğlak bir “denge” hedefi koydu. “İnsan faaliyetlerinden kaynaklanan emisyonlarla yutakların tuttuğu emisyonlar arasında bir dengeye ulaşılması” amacının güdüleceği belirtiliyor. Bu yeni bir terim ve aslında politikaları dönüştürücü, yönlendirici bir güce sahip değil. Dolayısıyla karbonsuzlaşmaya alternatif olarak konulabileceği beklenen “karbon-nötr” hedefinden de daha zayıf bir ifade kullanılmış oldu.
Farklılaştırılmış sorumluluk ne derece kabul gördü?
Gelişme yolundaki ülkeler anlaşmanın “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ilkesi”ne dayanmasını istiyordu. Anlaşmada da belirtilen amaçlara sürdürülebilir kalkınma ve yoksullukla mücadele bağlamında ulaşılacağı söyleniyor. Gelişmekte olan ülkeler bu anlaşmaya neden sahip çıktı, sorusunun yanıtlarından biri burada yatıyor. Hem tek tek kendi hedefleriyle alakalı olarak, hem de genel olarak gelişme yolundaki ülkelerin çıkarlarına uygun bir dil kullanıyor bu anlaşma. Uluslararası zorlama olmadan şu anda izledikleri politikalara devam edebilecekleri, emisyonlarını azaltarak büyüyebilecekleri bir ekonomik modele olanak sağlıyor. Köklü bir hat değişikliği gerçekleştirmeden, beyan ettikleri katkıları uygulama olanağı yaratılmış oluyor.
Burada kritik olan, sözleşme altındaki “ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ilkesi” ile “eşitlik ilkesi” neredeyse her maddede vurgulanırken, sözleşmenin diğer ilkelerinin unutulmasıdır. Sözleşmenin bu anlaşmada anılmayan önemli ilkelerinden biri “ihtiyatlılık ilkesi”dir. 1,5 derece hedefinin ciddiyeti, ihtiyatlılık ilkesine yer verilmesini gerektirirdi. Sözleşmeye göre zayıflamış yanlarından biri bu. Sözleşmenin diğer ilkelerine atıf yapılmamasında farklılaştırmanın bazı ülkelerce bu derece öne çıkarılmasının da payı var. Gerçekten de Paris Anlaşması’nın neredeyse bütün hükümlerinde ülkelerin koşullarına göre farklılaştırmaya gidildiğini görüyoruz. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin anlaşmayı bir “farklılaştırma abidesi” olarak nitelendirmesi de bu yüzden.
TEMEL KONU: FINANSMAN
Paris öncesi en sıcak konuların başında finansman ve gelişmekte olan ülkelerin bu konudaki beklentileri geliyordu. Nasıl kararlar alındı?
Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olanlara sözleşme altındaki yükümlülüklerinin bir devamı olarak mitigasyon ve adaptasyon amacıyla kaynak sağlamaya devam edecekler. 2020’den itibaren her yıl 100 milyar dolarlık finansman sağlanması kabul edildi. Bu zaten baştan itibaren gelişmekte olan ülkelerin en önemli talebiydi ve mutlaka bağlayıcı şekilde düzenlenmesini istiyorlardı. Ancak kaynağın miktarı anlaşmada değil, COP kararında belirtiliyor. Bu konudaki önemli güvence ise gelişmiş ülkelerin finansman katkılarını raporlayacak olması. Zorunlu düzenlemelerden biri bu; iki yıllık raporlarda gelişmekte olan ülkelere sağladıkları finans kaynaklarını da bildirerek saydamlık amacına uyacaklar. Öteki önemli düzenleme, azaltım katkılarının beş yılda bir yenilenmesine benzer şekilde finansman konusunda da bir yenileme düzeneği kurulması. Gelişmiş ülkelerin finans katkılarını gözden geçirme toplantısının gerçekleşeceği 2023’ten sonra 100 milyar dolar taban kabul edilmek üzere artıracakları söyleniyor. Bu da beklentiye uygun ama Paris Konferansı’nın getirdiği yeniliklerden biri. Önemli bir eksiklik ise adaptasyon amacına dönük mali katkının belirsiz bırakılması.
Piyasa araçlarında ne kararlar alındı?
Paris çıktısının neredeyse son dakikada anlaşmaya giren bir bileşeni de piyasa mekanizmaları oldu ve Kyoto Protokolü’nden farklı yeni piyasa araçlarının yolu açıldı. Bunların başında Uluslararası Transfer Edilebilir Mitigasyon Çıktıları (Internationally Transferred Mitigation Outcomes -ITMOs) geliyor. ITMOs taraflar arasında emisyon ticaretinin yolunu açıyor. Taraflar farklı emisyon ticaret sistemlerinin bağlanması konusunda, Kyoto’daki gibi uluslararası bir mekanizma altında değil, gönüllü olarak işbirliği yapabilecekler. Dolayısıyla Paris Anlaşması yeni bir tür piyasa aracı doğurmuş oldu. ITMOs taraf ülkelere halihazırda işleyen ya da yeni kurulacak piyasaları birbirine bağlama olanağı veriyor. Kyoto’dan farklı olarak emisyon kotalarının değil, sınırlama ya da azaltım önlemleri sonucu elde edilen çıktıların değişimi öngörülüyor.
Ayrıca Sürdürülebilir Kalkınma Mekanizması (SDM- SKM) olarak adlandırılabilecek bir gönüllü uygulama aracı da söz konusu. SDM bir ölçüde Temiz Kalkınma Mekanizması’na (CDM-TKM) benziyor. Ondan farkı, mekanizmadan yararlanabilecek ülkelerin çeşitlendirilmesi. CDM projeleri gelişmiş ülkeler tarafından gelişme yolundaki ülkelerde uygulanabiliyordu. SDM ise tüm taraflarca kullanılabilecek. Gelişmişler arasında olabileceği gibi gelişme yolundaki ülkeler de benzer ülkelerle bu tür işbirlikleri yapabilir. Mevcut formülasyon hem kamu hem özel sektör aktörlerinin buna katılabileceğini belirtiyor. Ayrıca CDM proje tabanlı bir mekanizmayken yeni mekanizma politikaları da içerebilecek; yani yalnızca bir tarafın başka bir taraf ülkede azaltım projesi uygulamasına dayanmıyor. ITMOs ve SDM’in işleyişiyle ilgili kurallar önümüzdeki yıllarda düzenlenecek.
MITIGASYON VE ADAPTASYONA NIHAYET EŞIT DERECEDE ÖNEM
Mitigasyon konusunda bağlayıcı bir yaklaşımda uzlaşılmaması çok tartışıldı, eleştirildi. Son gelinen nokta nedir?
Paris Anlaşması’nın en zayıf tarafı mitigasyon katkılarını bağlayıcı olarak düzenlememesi. Konferans öncesi gelişmişlerle gelişmekte olan ülkeler arasında bağlayıcılık konusunda bir fark oluşturulması bekleniyordu. Fakat son dakikada ABD’nin müdahalesiyle gelişmiş ülkeler için de bağlayıcı olmaktan çıkarıldı. Bağlayıcı olan “shall” kelimesi yerine temenni niteliğinde “should” kelimesi kullanıldı. Yani gelişmiş ülkeler de mitigasyon konusunda bağlayıcı bir yükümlülük üstlenmemiş oldular. Bağlayıcı olan düzenleme, bütün tarafların katkı bildirecek ve bu katkıları beş yılda bir gözden geçirecek olması. Katkı beyanlarındaki hedeflere ulaşılması ve bu amaçla bildirilen politikaların uygulanması ulusal düzeyde söz konusu olacak. Başka bir deyişle, devletler beyan ettikleri katkıların gerçekleştirilmesinden uluslararası hukuk altında değil, kendi yasaları bağlamında sorumlu öte yandan taraflar bu beş yıllık süreler içerisinde istedikleri zaman ulusal katkılarını değiştirebilecekler. Yani ilan edilen katkıların değiştirilmesi (adjustment) yoluyla her zaman yukarı çekilebilmesi olanağı bulunuyor. Kyoto’dan farklı olarak tarafların katkılarının bağlayıcı bir ekte listelenmemesi, böyle bir değişikliği onay koşuluna bağlı olmaktan çıkarıyor. Tabii bu gönüllülük üzerine kurulu anlaşmanın sağladığı dinamik yapının doğurduğu bir kolaylık. Ülkeler hükümet değişikliği gibi durumlarda da hedeflerini yenileyebilir. Bunun ilk örneğini Arjantin’de gördük. Seçimler sonrası oluşan yeni hükümet, önceki hükümetin bildirdiği hedefi değiştireceğini ilan etti. Yeni sistemin sakıncaları yanında bu tür avantajları olduğunu da belki akılda tutmak lazım.
Bunlar benim hiç umurumda değil diyen bir ülkenin başına ne gelir?
Anlaşma işbirliğine ya da azaltım bedeline katılmaktan kaçınanlara (freeriders) bolca alan açıyor. Bu tür ülkeler yaptıklarına ya da yapmadıklarına devam edebilecekler. Sivil toplum baskısı bazı ülkeler için işe yarayabilir. Fakat şunu da biliyoruz ki bazı ülkelerde bu baskının siyasi iradenin kararını değiştirmesi pek mümkün değil. Suudi Arabistan örneğin. Bildirim sunan ülkelerden biri ama Suudi Arabistan’ın halihazırda azaltım hedefi içermeyen, sadece bir ekonomik çeşitlendirme amacı güden katkısının önümüzdeki dönemde sivil toplum etkisiyle artmasını beklemek gerçekçi değil. Bunun gibi çok sayıda ülke var, özellikle gelişme yolundaki ülkeler.
Adaptasyona ilk defa bu denli önem verildi sanırım…
Bu konu hep ikinci planda kalıyordu. Paris Anlaşması’nın, Çerçeve Sözleşmesi ve Kyoto Protokolü’nün ilerisine geçen tarafı adaptasyon, yani iklim değişikliğinin etkilerine uyum, konusunu daha ön plana çıkarmış olması. En önemli farkı da, uzun dönemli bir adaptasyon hedefi koyması. Bu tabii niceliksel bir hedef değil, çünkü adaptasyon ihtiyacı ülkelerin kendi yerel koşullarına, kırılganlıklarının tür ve derecesine göre değişebiliyor. Fakat böyle bir küresel amaç benimsenmesi ülkelerin bu yönde çalışmaya başlaması için önemli bir itici olacaktır. Daha da önemlisi farklı ekonomik ve toplumsal grupların, kendi devletlerinden, böyle uluslararası düzeyde bir norm haline getirilmiş olan adaptasyon amacı bağlamında, adaptasyon eylemi talep etmelerini sağlayacak bir uluslararası dayanak oluşturması. Bunun yanında tarafların adaptasyon başlığı altında bildirim yapmaları da bekleniyor. Mitigasyonun aksine bu bildirimlerin zaman içinde yenilenmesi bağlayıcı değil, fakat yine de bu düzenleme doğrultusunda ülkelerin adaptasyon bildirimi hazırlaması beklenebilir. Adaptasyon bildirimleri ayrıca gelişme yolundaki ülkelerin finansman desteğine ulaşmasına da dayanak oluşturabilecektir. Artık Türkiye dahil bütün ülkeler, ya var olan planlama süreçlerine dahil ederek ya da ayrı planlama süreçleri oluşturarak adaptasyon konusundaki önlemlerini uzun vadeli bir çerçeveye bağlamak durumundalar. Bu bence Paris’in önemli bir yeniliği oldu. Çünkü Çerçeve Sözleşme yapıldığı dönemde iklim değişikliğinin etkilerinin uzun vadede görüleceği kabulü nedeniyle adaptasyon ikinci planda kalmıştı. Paris, adaptasyonu mitigasyonla aynı tabana taşımış oldu.
NE G20 NE G77, ANLAŞMA G2’NIN
Zirvenin son günlerinde beklenmedik bir şekilde ABD, AB, kırılgan ve azgelişmiş ülkelerin önemli bir kısmından oluşan Yüksek İddia Grubu ortaya çıktı ve 1,5 derece hedefinin anlaşmaya girmesinde etkili oldu. Genel olarak hangi aktörler öne çıktı, hangi maddeleri nasıl etkilediler?
Anlaşma öncesi G20’den ve başka gruplardan bahsediyorduk ama Paris, G2’nin, yani Çin ile ABD’nin anlaşması. Onların yapabilirlikleriyle sınırlandırılmış bir anlaşma bu. ABD’nin gerekirse senatodan geçirebileceği bir dille formüle edilmiş bir anlaşmaya ihtiyacı vardı. Çin’in de Kopenhag’dan bu yana ısrarla savunduğu raporlama konusunda sistemini bütünüyle izlemeye açmama kaygısı söz konusuydu. Dolayısıyla bu ülkelerin belirleyici olduğu bir anlaşma çıktı ortaya.
Yüksek İddia Grubu’nun işaretlerini önceki aylarda görmeye başlamıştık. Bu grubun oluşmasında 1,5 derece kampanyasının, az gelişmiş ülkelerle küçük ada devletlerinin başlattığı kampanyanın, Kırılgan Ülkeler Forumu’nun etkisi var. Dolayısıyla da bu grubun anlaşmanın iddiası bağlamında değil de bir anlaşma çıkabilmesi noktasında etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü ülkelerin birbiriyle hiç uyuşmayan çıkarlarını karşılayacak en düşük ortak paydada buluştukları bir anlaşmaya vardıklarını görüyoruz.
Onun yanında Benzer Görüşteki Gelişmekte Olan Ülkeler Grubu (Like Minded Developing Countries), son günlere kadar müzakerelerin gidişini büyük ölçüde belirledi, kimi zaman yavaşlattı, kimi zaman duraklattı, hatta bazı konuların anlaşmaya girmesini engelledi. Ayrıca gözden geçirme süreçlerinin niteliği bağlamında başta Hindistan olmak üzere, bu grup etkili oldu. 2018’deki gözden geçirme toplantısının, bir değerlendirmeden ziyade kolaylaştırıcı bir diyalog şeklinde formüle edilmesi bu grubun tercihlerinin sonucu oldu. “2030’a kadarki hedeflerimizi zaten bildirdik, dolayısıyla 2018’de daha anlaşma yürürlüğe girmeden, ülkelerden daha yüksek hedef beklenmesi uygun değil” dediler. Mevcut düzenlemeyle yalnızca 2023’teki değerlendirme toplantısı katkıların gözden geçirilmesi ve iyileştirilmesi sonucu doğurabilecek.
Bu grup, altkümesini oluşturduğu G77-Çin Grubu ile birlikte de çalıştı. G77 müzakereler boyunca çok etkiliydi. Grubun sözcülüğünü yapan Güney Afrika, gerçekten o grup içinde farklı çıkarlara sahip bütün ülkelerin beklentilerini buluşturabilen bir ortak dil oluşturmayı başardı. G77 grubunun bütünlüğünü koruyabilmesi adına kritik bir noktaydı bu. Son günlerde metnin ortaya çıkmasının ardından, farklı grupların kendi adlarına konuşmaya başladıklarını gördük. G77’nin, üyelerinin beklentilerini güçlü bir şekilde yansıtma rolünü yerine getirdikten sonra biraz daha geriye çekildiğini, BASIC (Brezilya, Güney Afrika, Hindistan, Çin) ya da Benzer Görüşteki Ülkeler gibi grupların kendi adlarına konuşmaya başladıklarına tanık olduk. Bunun yanında BASIC üyesi de olan Brezilya’nın Yüksek İddia Grubu’na katılarak önemli bir köprü rolü üstlendiğini de belirtmek lazım.
TÜRKIYE NE YAPTI?
Türkiye’nin zirvedeki konumunu, çabalarını nasıl tarif edersiniz?
Türkiye Paris Konferansı’nda oldukça geniş bir heyetle temsil edildi. Heyette ilgili bütün bakanlıklardan ve özel sektörden temsilciler vardı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderler oturumunda konuşma yapması da önemliydi. Türkiye Paris Konferası’nda bugüne dek hiç olmadığı kadar görünürdü. Farklılaştırmanın korunarak kendisinin özel koşullarını da yansıtacak biçimde operasyonel hale getirilmesi çabası içindeydi. Türkiye, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde gelişmiş ülkelerin bulunduğu Ek-I listesinde yer aldığından finansman desteğinden faydalanamıyor. Dolayısıyla farklılaştırma yoluyla kendi “özel koşulları”nın kabul edilmesini, bu sayede finansman, teknoloji geliştirme ve transferi desteğinden yararlanabilmeyi amaçlıyor. Paris’teki asıl beklenti daha önce COP kararlarıyla tanınmış olan özel koşullarının Paris Anlaşması’na da yansıtılmasıydı. Son taslağa kadar Türkiye’nin bu talebi bazen dipnotlarda bazen ayrı bir not olarak müzakere metninde yer buldu. Fakat bu ifadeler ne nihai anlaşmaya ne de COP kararına taşındı. Türkiye son oturumda bundan kaynaklanan hayal kırıklığını dile getirerek, COP22’ye kadar başkanlığı sürdürürecek olan Fransa Dışişleri Bakanı Laurent Fabius’a konuyu ele alma beklentisini iletti. Fabius da anlaşmada açıkça belirtilmeyen Afrika ülkelerinin özel koşulları meselesiyle brlikte Türkiye’nin durumuyla ilgili bir danışma süreci işleteceği sözü verdi.
Maddelerin Türkiye iklim siyasetine etkisi nasıl olur?
Taraf olması durumunda, tüm ülkeler gibi Türkiye de 2020’den ibaren anlaşmadaki düzenlemeler çerçevesinde ulusal katkısında belirttiği önlemleri uygulamaya başlayacak. Katkıların bağlayıcılığı olmadığından, uyulmaması durumunda bir yaptırımla karşılaşmayacak. Fakat Türkiye açısından önemli yanı şu; diğer taraflar gibi emisyonlarını bildirdiği katkıyı nasıl hayata geçirdiğini, doğrulanabilir bir şekilde raporlamak zorunda. Zaten saydamlık mekanizması anlaşmanın ve dayandığı “vaat ve izleme” (pledge and review) yaklaşımının en önemli kısmını oluşturuyor. Türkiye’nin de halen eksikleri bulunan bu alana yatırım yapması gerekiyor.
İNSAN HAKLARI İÇIN FIRSAT KAÇIRILDI
Özellikle sivil toplum örgütlerinin anlaşmaya insan hakları konusunun girmesi için büyük çabası vardı. Ancak son metinde sadece giriş kısmında kısaca insan haklarından bahsediliyor.
Anlaşmanın önemli eksiklerinden biri insan haklarına operasyonel kısımda yer verilmemesi. Son taslağa kadar uygulama hükümleri içinde bulunan insan hakları, nihai anlaşmada bağlayıcı olmayan başlangıç bölümüne kaydırıldı. Amerika ve Benzer Görüşteki Ülkeler Grubu gibi tarafların insan hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği konularının uygulamayla ilgili bağlayıcı hükümler arasında yer almasına itirazları nedeniyle ancak giriş bölümüne konabildi. İklim değişikliğinin kendisi, insan haklarından yararlanmaya engel oluşturabildiği gibi seragazı azaltımı amacıyla uygulanan politika ve projeler de insan hakları ihlalleriyle sonuçlanabiliyor. Örneğin, ormansızlaşma ya da ormanların bozulmasından kaynaklanan emisyonları azaltma projeleri yoksuların yerinden edilmesine neden olabiliyor.
Dolayısıyla uygulama hükümleri içinde yer verilebilmiş olsaydı, anlaşmanın genel amacına dönük politika ve uygulamaların insan haklarına dayanması güvencesi sağlanabilecekti. İklim rejiminin ilerletilmesi bağlamında çok önemli bir fırsat kullanılamamış oldu.
YEREL YÖNETIMLER GÖRÜNÜRLÜK KAZANDI
COP21 ile aynı günlerde Paris’te Yerel Liderler İklim Zirvesi de gerçekleşti. Yerel aktörlerin çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yerel yönetimlerin rolünü, devlet dışı aktörlerin emisyon azaltımı ve küresel amaca katkıları bağlamında değerlendirmek lazım. Yerel yönetimler uzun yıllardır küresel iklim diplomasisinin ve küresel çabanın parçası olma yolunda kararlılıkla çalışıyor. İlan ettikleri ve uyguladıkları karbonsuzlaşma, yenilenebilir enerji gibi hedeflerle gerçekten devletlerin önüne geçen bir gayretleri söz konusu. Sürdürülebilirlik İçin Yerel Hükümetler (ICLEI) ve Kadir Topbaş’ın başkanlığını yaptığı Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler (UCLG) gibi uluslararası yerel yönetim birliklerinin Paris’e doğru en önemli beklentisi, bu rol ve çabalarının Paris Anlaşması altında tanınmasıydı. Anlaşmanın başlangıç kısmı, devletleri her düzeydeki yönetimlerin ve diğer aktörlerin küresel mücadeleye katkısının önemini tanımaya çağırıyor. Dolayısıyla çalışmalarının belli ölçüde karşılık bulduğunu söyleyebiliriz. Bu yerel yönetimlerin çalışmalarının, uluslararası düzeyde görünürlük kazanması bağlamında çok önemli bir gelişme. Ayrıca COP kararı da kentlerin ve ulus-altı yönetimlerin rolünü ön plana çıkarıyor. Bu gelişmeler Türkiye’de yerel yönetimlerin iklim değişikliği konusunda faaliyete geçmeleri açısından özendirici olabilir.
FRANSA DİPLOMASI BECERİSİNİ GÖSTERDİ
Ev sahibi Fransa’nın görüşmelerdeki rolü için ne düşünüyorsunuz?
Fransa çok işlevsel bir diplomasi yürüttü. Köklü bir diplomasi geçmişi olan Fransa’nın, örneğin Danimarka’nın düştüğü hataları tekrarlamaması beklenirdi zaten. Ve o da hem kendi geleneklerine ve gücüne yaslandı hem de geçmişte başarı ya da başarısızlık getiren faktörleri dikkate aldı; böylece bütün tarafların dışlanmama, görüşlerini eşit biçimde dile getirebilme beklentilerini karşılayabildi. Genel olarak Fransa’nın yanlı bir müzakere yürüttüğü yönünde bir şikayet olmadı. Bunun yanında, genellikle itirazlarıyla bilinen ülkelerin müzakerecilerine danışma sürecinde görev verilerek işleyişin içine çekilmeleri de akıllıca bir yöntem olarak görülebilir.
SİVİL TOPLUM DIŞARIDA BIRAKILDI
Olağanüstü hal uygulamasından dolayı pek çok etkinliğe izin verilmedi. Sizce STK’lar yeterince temsil imkanı bulabildi mi?
Etkili ve rasyonel biçimde tasarlanmış bir müzakere sürecinin doğal sonucu olarak sivil toplum örgütleri son zamanlarda görmediğimiz ölçüde dışarıda bırakıldı. Kopenhag’dan bu yana bütün oturumlara katılan bilimsel kuruluşlar, çevre örgütleri, kadın grupları, sendikalar, iş dünyası, çiftçiler, gençler dahil sivil toplum örgütleri ve gözlemciler enformal müzakereleri izleyemediler. Yalnızca tarafların hepsini bir araya getiren genel oturumları izleyebildiler. Anlaşmaya varabilmek adına daha hızlı işleyecek, devletlerin kapalı kapılar ardında müzakere edebilecekleri bir yapı tercih edildi. Aynı zamanda Fransa’nın olağanüstü hal uygulamasını gerekçe göstererek bütün eylemleri engellemiş olması, toplumsal hareketlerin sesinin daha az duyulmasına yol açtı. Oysa eylemler önemli bir baskı oluşturabilirdi.
Ayrıca Türkiye’den gelen sivil toplum örgütlerinin çok etkili olduğunu söylemek lazım. Aktif biçimde uluslararası müzakereleri ve Türkiye heyetinin görüşmelerdeki tutumunu izlediler, projelerinin sonuçlarını açıkladıkları yan etkinlikler düzenlediler.
Fosilden Çekilen Çekilene: Divestment Büyüyor
Paris Zirvesi çerçevesinde fosil yakıt yatırımlarından çekilme (divesment) konusunda uluslararası firmalar, fonlar, bankalar tarafından çok önemli kararlar alındı. Zirveden birkaç gün önce bu konuda en heyecan yaratan açıklama Avrupa’nın en büyük sigorta şirketi olan ve yaklaşık 2 trilyon dolar değerinde varlık yöneten Allianz şirketinden geldi. Firma, satışlarının %30’dan fazlasını kömür madenlerinden gerçekleştiren ya da elektriklerinin %30’dan fazlasını kömürden üreten şirketlere bundan böyle yatırım yapmayacakları; rüzgar yatırımlarını iki kat artırarak 4 milyar euroya çıkaracakları; ayrıca gelecek altı ay içinde gelirlerinin %30’undan fazlasını kömürden üreten maden ve enerji şirket hisselerini satacakları şeklinde açıklamalar yaptı. Allianz’ın ardından bir haber de banka tarafından geldi. Morgan Stanley ve Wells Fargo bankaları dünya genelindeki kömür madenciliğine yönelik yatırım ve desteklerini keseceklerini açıklayarak son aylarda bu yönde karar alan Citigroup, Bank of America ve Goldman Sachs’ın arasına katıldı.
Bütün bu gelişmeler 2 Aralık’ta iklim değişikliği aktivizminin en büyük gruplarından 350.org’un düzenlediği bir etkinlikte tartışıldı. Zirvede bu sene itibarıyla 3,4 trilyon varlığı kontrol eden 500’den fazla şirketin divestment taahhüdü yaptığı belirtildi. Paris sonra erdiğinde fosil yakıt karşıtı bu rüzgardan memnun olmayanlar da vardı. Avrupa kömür lobisinin en büyük kurumu Euracoal’un Genel Sekreteri Brian Ricketts beklenmedik bir çıkış yaptı. BM’nin dünya nüfusunun beynini yıkadığını belirten Ricketts “Bir zamanlar köle tacirlerinden nasıl nefret ediliyorsa kömür endüstrisinden de o kadar nefret edileceğini” söyledi. Ricketts, BM tarafından kömürün en büyük düşman olarak sunulduğunu iddia etti ve “Dünyaya bir yalan satılıyor. Ama çoğu insan inanmasa bile bu yalanı kabul etmiş gibi yapıyor” dedi.
“Önemli Olan Uygulama”
Ormansızlaşma ve orman bozulması, toplam seragazlarının %20’sine varan bir etkiye neden oluyor. Dolayısıyla ormanlara Paris Zirvesi’nde büyük önem verildi. Ormansızlaşma konusu anlaşmada yer bulurken TEMA Vakfı İklim Değişikliği Koordinatörü Cem İskender Aydın, “Sıfır ormansızlaşma hedefi için önemli olan uygulama” diyor.
TEMA Vakfı’nın da aralarında olduğu çevre alanında çalışan birçok gözlemci kurum Paris’teki anlaşmada ormanlar ile ilgili gelişmeleri izledi. Aralarında Panama, Guyana, Vietnam ve Gana gibi ülkelerin olduğu Yağmur Ormanları Ülkeleri Koalisyonu (Coalition for Rainforest Nations) anlaşmanın dahilinde ormanların korunması ve bunun finansal mekanizmasının tanınmasını sağlayarak önemli bir başarı elde ettiler. Anlaşmanın 5. maddesi tamamen, REDD+ olarak kısaltılan, ormansızlaşma ve orman alanlarının bozulmasından kaynaklanan emisyonların azaltılması mekanizmasına ve bu mekanizma ile ilgili finansal tedbirlere ayrılmış durumda. Her ne kadar REDD+ ile ilgili çeşitli eleştiriler bulunsa da, bu maddeyi özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki orman alanlarının korunması yönünde çok önemli bir gelişme olarak görmek mümkün.
Anlaşmada ormanları üstü kapalı olarak ilgilendiren bir diğer madde de, anlaşmanın en önemli maddelerinden biri sayılan ve azaltım politikalarından bahseden 4. madde. Bu maddenin “insan kaynaklı seragazı emisyonlarına ait kaynaklar ve bu emisyonları azaltan yutaklar arasında yüzyılın ikinci yarısında bir dengeye erişmek” cümlesinde belirtilen yutak kısmının aslında doğrudan ormanları ilgilendirdiğini görmek çok zor değil. Karbon yutaklarını artırma denince kimilerinin aklına karbon tutma ve saklama (CCS) teknolojileri gelse de, aslında bu teknikler halihazırda pilot uygulama ölçeğini aşamıyor. Bu teknolojiler bir gün büyük çapta etkili olacak şekilde geliştirilseler bile ormanları korumak ve ormanlık alanları artırmak kadar ucuz ve verimli çalışamayacaklar. Bu nedenle önümüzdeki dönemde, özellikle REDD+ mekanizmasının sağlayacağı finansal desteklerin de yardımıyla politika yapıcıların ormanların karbon tutma kapasitesini değerlendirecek politikalar geliştireceklerini öngörmek mümkün.
Paris Anlaşması’nın ormanlar konusunu doğrudan içermesi çok önemli olmakla birlikte ilgili maddeler etkili bir şekilde uygulanmadan hiçbir şey başarılmış değil. Bu nedenle bu anlaşmanın hayata geçirilmesi için sivil toplumun şimdiden daha çok çalışması gerekiyor. Hedefimiz dünya genelinde sıfır ormansızlaşma.