#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Mültecilerin Geleceği; Hepimizin Geleceği

Mülteciler arkalarında geçmişlerini bırakarak yollara düşüyor. Üstelik her sene daha da artan sayılarda. En güncel verilere göre 2014 yılı itibarıyla dünyada 60 milyon insan evinden olmuş durumda. Bu kadar kalabalık bir grup insana yardım aktarıp sessizce eve gitmelerini beklemek yapılabilecek en büyük hatalardan. Devletler, uluslararası örgütler, sivil toplum kuruluşları, gönüllüler, girişimciler, özel sektör temsilcileri artık mülteci krizlerine dair yeni bir anlayışa günden güne daha çok yaklaşıyor. Dünyanın en çok mülteci barındıran ülkesi Türkiye’nin politikaları bu yeni yaklaşımda kilit bir rol oynayacak. Peki sorun nedir ve sürdürülebilir bir çözüm nasıl olmalı?
Berkan Özyer

“Nüfusu 125 milyon olan bir ülke düşünün. Bu sayıyla dünyadaki en kalabalık 11. ülke olurdu. Ama bu ülke bildiğimiz hiçbir ülkeye benze­miyor: Vatandaşları ne işe ne eve ne de kendilerini ve sevdiklerini doyu­racak araçlara sahip. Bu, dünyada şu an çoğunluğu çatışmalar ama bir kısmı da doğal felaketlerden ötürü insani yardıma ihtiyaç duyan insan sayısı. Ama biz gerekli fonları sağla­makta yetersiz kalıyoruz.”
Hazin bir itirafla biten bu cümleler, BM Genel Sekreteri’nin direktifiyle oluşturulan İnsani Yardım Finans­manı Yüksek Seviyeli Paneli’nin geçtiğimiz Aralık ayında yayımladı­ğı raporda yer alıyor. Hadi konuyu biraz daha netleştirelim. BM’nin en güncel verilerine göre 2014 yılı sonunda dünyada 60 milyon insan evinden olmuş durumda (2015 yılı verileri Haziran ayında açıklana­cak). Ve mevcut göç verileri dünya genelinde korkutucu bir trende işa­ret ediyor. Zira bu sayının 14 mil­yonu sadece 2014 yılında listeye ek­lendi. Kendi ülkeleri içinde evinden olan kişi sayısı ise 2014 yılında son 50 yılın en yüksek rakamı olan 11 milyona ulaştı. Bu rekorun nedeni, çatışma sayılarındaki artış. Son beş yılda göçe neden olan 15 farklı ça­tışma yaşandı. Yemen ve Burundi bunların en güncel olanları…
Ancak son beş yılın ötesinde belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan son­ra kurulan mülteci düzenini tama­men altüst eden en büyük sorun 2011’den bu yana Suriye’de devam eden çatışmaların neden olduğu insani kriz. 17 Şubat itibarıyla tam olarak 4.718.230 Suriyeli kayıtlı mülteci var. Türkiye’nin Suriyeli mültecilere yönelik mevcut konu­mu, onu bütün göçmenlik tartışma­larının günümüzdeki odak noktası­na yerleştiriyor. Zira resmi sayılarla, ev sahipliği yaptığı 2.620.553 Suri­yeli ve buna ek olarak diğer ülkeler­ den gelenlerle Türkiye dünyada en fazla mülteciye sahip ülke. Ayrıca mülteciler için beş yılda harcanan 8,5 milyar dolarla ekonomik olarak da büyük bir yükün altına girdi.
Ve küresel duruma dair son bir veri daha. 2014 yılında 127 binden daha az mülteci evine döndü. Bu son 31 yıldaki en büyük sayı anla­mına geliyor. Dolayısıyla önümüzde şöyle bir tablo var. Her geçen sene daha çok insan evinden oluyor ve her geçen sene daha az insan evine dönebiliyor. Ve bu insanlar için git­tikleri ülkede evlerine dönmelerine kadar geçen süre, her sene artıyor. Bir göçmen artık kendi ülkesine dönmeden önce ortalama 17 yıl başka ülkede kalıyor. 1993’te bu rakam, dokuz seneydi.
Bunların hepsini üst üste eklediği­mizde ortaya yanıt bekleyen pek çok soru çıkıyor. Bu insanların geleceği ne olacak? Bunca yıl başka bir ülke­de yaşarken sağlık, eğitim, istihdam sorunlarına nasıl çözüm üretilecek? Ev sahibi ülkenin sosyal yapısına, ekonomik dengelerine, güvenlik kay­gılarına olumsuz etkiler oluşturma­dan onlar için sürdürülebilir ve uyum odaklı bir gelecek nasıl şekillenecek?
Bu soruların yanıtları henüz dün­yada da bulunabilmiş değil. Çözüm seçeneklerine geçmeden önce konu­yu tam anlamıyla idrak edebilmek adına filmi biraz daha başa sarmak­ta fayda var. Komşu ülkede doğal felaket ya da bir çatışma sebebiyle ayrılan kitlesel bir göç durumunda bir ülke nasıl davranabilir?

Kapıda Bekleyen Mülteciler
Mültecilere dair temel metin 1951 yılında imzalanan Cenevre Sözleş­mesi ve buna 1967’de getirilen ek protokol. Birleşmiş Milletler Mül­teciler Yüksek Komiserliği Türkiye Temsilciliği eski sözcüsü ve İltica ve Göç Araştırma Merkezi Başka­nı Metin Çorabatır, bu anlaşmanın şablonunu şöyle tanımlıyor: “Söz­leşmeyle, ev sahibi ülke, zulümden kaçan ve topraklarına giren insan­lara kalıcı bir çözüm aramak göre­viyle karşı karşıya geldi. Bu da ça­tışmalar devam ediyorsa onları geri göndermek söz konusu olamayaca­ğı için, ikinci çözüm olarak geldiği ülkeye adapte olup orada yeni bir hayat kurmaları anlamına geliyor. Bazı durumlarda bu da mümkün değilse, üçüncü bir ülkeye yönlendi­rilmeleri gerekiyor. Ama ülkelerden beklenen, sığınma ve entegrasyon durumlarını oluşturmak. Bu da gel­dikleri andan itibaren önce en temel ihtiyaçlarını giderecek gıda, sağlık, barınma, eğitim imkanlarının sağ­lanması, ardından çalışma hakkı ve­rerek geldikleri toplumda ayakları üzerinde yaşamalarını sağlayacak tedbirlerin alınması demek.”
Ayrıca Çorabatır, mültecilerin başta geri gönderilmemek olmak üzere, çalışma, seyahat özgürlüğü, hukuk önünde eşit olmak, dernek kurmak, sendikalara üye olmak gibi çok geniş çerçevede hukuki, sosyal ve kültürel haklara sahip olduğunu belirtiyor.
Dolayısıyla 1951 Cenevre Sözleşmesi’yle mültecilere temel hakları vermek devletin görevi. Ancak Çorabatır anlaşmanın da öte­sinde hem uluslararası hukuk tea­mülleri, hem de insani açıdan savaş­tan kaçarak kapısına gelen insanları bir devletin geri göndermemesini ve onların hayatlarının korunmasını bir mecburiyet olarak tanımlıyor.

Mevcut Düzen Yetersiz
Kapıdan içeri giren mültecileri dev­letler öncelikle kampa yönlendiri­yor. Gözlerden uzak bir yaşam sürerken Suriye krizinin de gösterdiği gibi bir noktadan sonra kamplar yerine insanlar sokakları dahi ter­cih edebiliyor. Peki neden? Sorunu her yönüyle anlamak için düşü­nürken mültecilerin yaşadıklarına uzak kalanların gözüne çarpan ve aklına düşen ilk soru şu olacaktır: “Kampta yaşamak varken neden bu insanlar yollara düşüyor ki?” Yanıt basit: “Çünkü insanlar.” ORSAM tarafından hazırlanan Suriye’ye Komşu Ülkelerde Suriyeli Mülte­cilerin Durumu başlıklı raporda, mültecilerin kamplarda toplanmak istememesine yönelik beş neden belirlenmişti, özellikle ikinci madde dikkat çekici:
– Ülkeye kaçak giriş yapan ve her­hangi bir yere kaydolmayan ya da olmak istemeyen kişilerin varlığı,
– Kamplarda yaşamaya başlamala­rına rağmen kamp yaşamına uyum sağlayamayan kişilerin ayrılma is­tekleri,
– Maddi durumu iyi olan kişilerin kişisel ya da özel nedenlerle kamp dışı yaşamı tercih etmeleri,
– Kampların kapasitesinin dolması nedeniyle dışarıda beklemek zorun­da olmaları,
– Akrabalık ilişkileri nedeniyle kamp­lar yerine akrabalarının gösterdikle­ri yerlerde yaşamayı tercih etmeleri.
Hacettepe Üniversitesi Göç ve Si­yaset Araştırmaları Merkezi Müdü­rü Doç. Dr. M. Murat Erdoğan, kendisiyle yaptığımız görüşmede kamplar için çarpıcı bir benzetme yapıyor: “İnsanların dört sene, beş sene kampta kalmasının, yarı açık cezaevinde kalmasından hiçbir farkı yok. Çünkü kamp dediğiniz bir haf­ta, bir ay, belki bir yıl için olabilir ama sonrasında insanların bütün hareket ve özgürlük alanını kısıtla­yan bir duruma dönüşüyor ve ciddi travmalar yaratıyor.” Bu çerçeve de doğal bir sonuç yaratıyor. Türkiye şu anda, 10 şehirde kurulan 25 ge­çici barınma merkezinde 269 bin 150 Suriyeli yabancıya ev sahipliği yapıyor (TC İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, 2 Şubat 2016 verisi). Bu da Suriyelilerin sa­dece %11’ine tekabül ediyor. Geri kalan %89 için acil adımlar atılması gibi bir gereklilik ortaya çıkarıyor.

Çözüm Kalıcı Entegrasyonda
Peki nereden başlamalı? Doç. Dr. Erdoğan, uyum politikalarının pek çok aktörü ve ayağı olduğunu belir­tiyor. Tek tek gidersek…
Eğitim: Şu anda Türkiye’de okul ça­ğında 850 bin civarında Suriyeli ço­cuk var. Ve bunların sadece %30’u okula gidebiliyor. Üstelik gittikleri okullar, 70 bini hariç Arapça eğitim veren, Suriye müfredatına göre eği­tim aldıkları yerler. Buradaki amaç, eğitimlerine devam edip bir gün ülkelerindeki okullarına dönme­leriydi. Ama unutmayalım ki eğer Türkiye’de yaşayacaklarsa bu ço­cukların Türkçe öğrenmesi gereki­yor bir an önce. Uyum politikasının birinci adımının çocukların eğitimi olması gerekiyor.
Toplumsal kabul: Türk toplumu­nun bugüne kadarki Suriyelilere yönelik toplumsal kabul düzeyinin çok yüksek olduğunu söylüyoruz. Ama bu, sürdürülebilir bir seviyede değil. Türk toplumunun bu insan­larla birlikte yaşamaya alışması ve bunu kabullenmesi gerekiyor.
İstihdam: Bu insanların çalışması gerekiyor. Şu an yapılan yeni dü­zenlemeyle çalışabiliyorlar. Ama ciddi bir emek sömürüsü, kayıt dışı çalışma, çocuk işçiliği devam ediyor. Dolayısıyla bu alanda daha fazla dü­zenlemeye ihtiyaç var.
Veri: Bu konuda elimizde sağlıklı veri yok. Çok sağlıklı veriye ihtiyacı­mız var ki, ne yaptığımızı, kimlerle ilgilendiğimizi, ne gibi ihtiyaçları ol­duğunu iyi tespit edebilelim.
Güvenlik: Güvenlik göz ardı edi­lemeyecek kadar ciddi bir konu. Güvenliğin de farklı yönleri var. Bi­rinci olarak IŞİD’in, diğer grupların yaratabileceği terör riski bulunuyor. İkincisi organize suç örgütleri için mülteciler çok kullanışlıdır, çünkü kayıtlı değillerdir, herhangi birisi eylem yaptırılıp sonra öldürülse, kimsenin haberi olmaz. Üçüncüsü de sosyal gerginliklerden kaynakla­nacak güvenlik sorunlarıdır. Dolayı­sıyla bütün bunları dikkate alarak mutlaka ciddi güvenlik önlemleri­nin alınması gerekiyor.

“Bir Hayalim Yok”
Doç. Dr. Erdoğan’ın da belirttiği gibi bu politika başlıklarında en önemli yeri eğitim kaplıyor. Zira ekonomiden güvenliğe, istihdam­dan sosyal hayata, entelektüe birikimden bilimsel araştırmalara dair sürdürülebilir bir gelecek için haya­tın her alanına temas eden bu konu, mültecilere sağlıklı bir gelecek sun­manın en önemli ayağı. Sokaklarda su satan Suriyeli bir çocuk CNN Türk muhabirinin “Bir hayalin var mı?” sorusuna, “Hayalim yok” diye cevap vermişti. Bunlar, emek sömü­rüsünü en sert şekilde yaşama, istis­mar edilme ve suça bulaşma ihtimali yüksek çocuklar. Oysa iç savaş ön­cesi verilerin bize gösterdiğine göre durum çok farklıydı. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Türkiye’deki Suriyeli Mülteci Çocukların Eğiti­me Erişiminin Önündeki Engeller raporuna göre çatışmalardan önce Suriye’de ilkokula gidenlerin oranı %99, ortaokula gidenlerin oranı ise %82’ydi ve okula giden kız ve erkek çocukların oranı büyük ölçüde eşit­ti. Rapor bugün artık UNICEF’in tahminlerine göre ülke içinde ve dışında yaklaşık 3 milyon Suriyeli çocuğun okula gidemediğini akta­rıyor.
Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji Bölümü önderliğinde ve dünyada ilk kez gerçekleştirilen 2014 tarihli Suriyeli Mülteci Çocuklar ve Aile­ler araştırması da çocukların duru­muna dair çok daha çarpıcı veriler paylaştı. Buna göre:
– Her dört Suriyeli çocuktan üçü ailesinden yakın birini savaşta kay­betmiş,
– Her üç Suriyeli çocuktan biri fizik­sel şiddete uğramış,
– Her üç Suriyeli çocuktan ikisi aile­sinden bir yakınının fiziksel şiddete maruz kaldığını kendi gözleriyle görmüş.
Ortaya ise şu sonuç çıkmış: Her üç Suriyeli çocuktan biri klinik mana­da post-travmatik stres bozukluğu belirtisi gösterirken, her iki Suriyeli çocuktan biri klinik anlamda dep­resyonda.
Bu sonuçlar doğal olarak dünyanın dört bir yanındaki mülteci çocuklar için de geçerli. Birleşmiş Milletler 2013 yılında tam da bu sebeple “Ka­yıp Nesle Hayır” yaklaşımını dile getirdi. Amaç “Hem Suriye’deki, hem ev sahibi ülkelerdeki Suriyeli çocuklara korunma, eğitime erişim ve kendileri ve ülkeleri için bir ge­lecek inşa edebilmeleri için olanak sağlamak”. Kampanya stratejisinin hayata geçmesi için 1 milyar dolar­lık bir yatırım gerekiyordu. Ancak halen bu miktar toplanmış değil.

Artık Bir Dönüşüm Gerekli
Çocuklara dair kaynak ve örnek uygulama oluşturmak konusundaki bu zorluk, uluslararası kuruluşla­rın, yardım derneklerinin kalıcı ve sürdürülebilir çözüm üretmek ko­nusundaki sıkıntılarını ortaya koyu­yor. Çorabatır, Suriye krizinde BM gibi kuruluşların yetersiz kaldığını belirtiyor: “Avrupa, 2015 yılında konu onlar için de kriz haline gelin­ceye kadar umursamadı. Tamamen gözlerini kapatmadılarsa da çok yetersiz yardımlar yapıldı. Ve tabii bunlar yapılmadığı için mülteciler kendi yollarını kendileri aradılar. BM Mülteci Yüksek Komiserliği ve örgüt olarak BM çok pasif davran­dı.”
Büyük çatı örgütlerinin çözüm üre­tememesi yardım konularında farklı arayışlara neden oldu. Yaklaşık 25 yıl boyunca BM’de mülteciler ko­nusunda dünyanın farklı yerlerinde çalışan, son olarak Ortadoğu’nun en büyük mülteci kampı Ürdün’de­ki Zaatari kampının idaresini yü­rüttükten sonra görevinden ayrılıp teknoloji odaklı çözümlere kendini adayan Kilian Kleinschmidt artık küçük network’lerle insanların bir araya gelip çözüm üretmeye çalıştı­ğını belirtiyor. Ayrıca sürekli yardım sağlamanın mültecileri insanlıktan çıkardığını belirterek “Yardım de­ğil, onlara gelecek gerekli” diyor.
Bu yerel girişimler sürdürülebi­lir gelecek adına atılan adımla­rın en önemlilerini teşkil ediyor. Türkiye’den ilham verici bir örnek vermek gerekirse; 2013 yılında BM’nin “Dünyaya ilham veren 10 gönüllü”den biri seçtiği, tüm dün­yadan sosyal girişimcileri bir araya getiren Ashoka’nın küresel ağına 2014’te dahil olan Genç Engelliler Gençlik ve Spor Kulübü kurucusu Celal Karadoğan, hazırlık süre­cinde oldukları yeni girişimleriyle mülteci engelli çocuklara ve onları topluma entegre etmeye odaklanı­yor. “Çocuk ve mülteci olmak çok zorken, engelli mülteci bir çocuk olmak kelimelere sığmayacak kadar zor” diyen Karadoğan bir yandan çalışmalara dahil edecekleri çocuk­ları bulmaya çalışırken bir yandan da çocukların protez, tekerlekli sandalye gibi acil ihtiyaçlarını kar­şılamaya yönelik çaba sarf ediyor. “Aslında her şey o kadar karışık ki. Büyük bir dil sorunumuz var, bu nedenle çok kısa zamanda kulüpte halk eğitim desteği ile Arapça kurs açıp tüm gönüllülerimizle birlikte katılmayı planlıyoruz” diyor Kara­doğan. Hayalini ise şöyle tanımlıyor: “Bizim hayalimiz bir yandan mülte­ci engelli çocukların özel eğitim haklarına kavuşması, bir yandan da bu yıkımın içinden tabiri caizse bir peri masalı çıkarmak. Bu çocuklardan biri ya da birkaçı 10 yıl sonra Paralimpik Oyunlarda madalya alsa ne güzel olur.”
Karadoğan’ın girişimi önümüzde­ki yeni yardım paradigmasının en somut örneklerinden. Türkiye’de bunun gibi eğitim, sağlık alanında pek çok sivil toplum kuruluşu fa­aliyet gösteriyor. Okullar kurulu­yor, mültecilere haklarını anlatmak adına eğitimler veriliyor, mesleki kurslar düzenleniyor. Benzer prog­ramlar dünyanın pek çok ülkesinde yürütülüyor. Geçmişten önemli bir farkı, bu girişimlerde önemli ölçüde teknolojik imkanlar ve inovasyonla­rın yer bulması. Zaten bütün bu se­beplerle yardım mantığı da bir sor­gulamadan geçiyor. 23-24 Mayıs’ta İstanbul’da düzenlenecek Dünya İnsani Yardım Zirvesi, uluslarara­sı alanda konunun tarafı olan pek çok aktörü bir araya getirecek. Bu zirvede önemli kararların alınması bekleniyor.

En Somut ve Kapsamlı Çözüm
Daha geniş kapsamlı projeler için de son aylarda, özellikle Ürdün merkezli olmak üzere, bir yaklaşım gündemde gittikçe daha fazla yer buluyor. Bu çözüm önerisinde, dev­let de, özel sektör de, sivil toplum da kendine yer buluyor: Özel Eko­nomik Bölgeler (Special Econo­mic Zones). Bu yaklaşım, yardıma bağımlı ve muhtaç kılmak yerine, mültecileri kendi ayakları üzerinde durabilecekleri bir noktaya taşımayı amaçlıyor. Söz konusu bölgelerde mülteciler, eğitim, mesleki öğrenim, çalışma hakkı gibi imkanlara sahip olacak. Özel sektöre tanınacak teş­viklerle firmalara buradan çıkan ürünleri satın almak için belli ko­laylıklar sağlanacak, kendi ülkele­rinde faaliyet gösteremeyen Suriyeli firmalar da burada kendilerine alan bulacak. Böylece halihazırda ülkede mevcut olan istihdam sorunlarına yenileri eklenmeyecek, Suriyeliler Ürdünlülerin işlerini almak için rekabete girmeyecek. Dolayısıyla bu proje yeni işler üretecek. Foreign Affairs dergisinde 20 Ekim 2015 tarihli ve “Mültecilere Kendilerine Yardım Etmeleri için Yardım Edin” başlıklı makale, bu yaklaşımın ayrın­tılı bir portresini çıkarıyor. Makale Shell, KFC gibi artık Suriye’de faa­liyet göstermeye başlayan uluslara­rası firmaların da Ürdün’de yeniden kurularak istihdam imkanlarını Su­riyelilere açmalarını öneriyor. Daha da önemlisi ülke dışında işleyen bu Suriyeli ekonomisinin, bir gün çatış­malar bittiğinde ülkeye döneceğinin ve bunun ülkenin yeniden inşasın­da önemli bir rol oynayabileceğinin altı çiziliyor. Ayrıca Ürdün örneğini Türkiye’nin de takip edebileceği be­lirtiliyor.

İlk Adım: Kabullenmek
Şu kesin; İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan mevcut mülteci yaklaşımı çözüm üretmekten çok uzakta. Evinden yurdundan olan­lara kaynak sağlanmadıktan, temel ihtiyaçları karşılanmadıktan sonra milyonlarca insanın evine dönmesi­ni beklemek gerçekçi değil. Dünya kamuoyunda bunun anlaşılması için maalesef ki binlerce insanın yollar­da hayatını kaybetmesi gibi bir fa­tura gerekti.
Bütün bunların sonucunda mülteci sorununa kalıcı çözüm ararken atıl­ması gereken adım çok belli: Ortada bir sorun olduğunu kabullenmek. Zira Türkiye örneğinde olduğu gibi ülke içinde yaklaşık 3 milyonluk bir nüfusun kayıp bir geleceğin peşin­de koşmalarına çözüm üretilemezse bu ülkede uygulanacak herhangi bir ekonomik, siyasi ve sosyal politi­kanın, atılacak güvenlik adımlarının da kalıcı olacağını beklemek hayal­cilik olur. Hele bir de AB ile imza­lanan Geri Kabul Anlaşması kapsa­mında Avrupa’ya yasadışı yollarla giriş yapan mültecilerin Türkiye’ye yönlendirileceğini düşünürsek…

EkoIQ Editör