Bu cümle 25 yıl boyunca dünyanın farklı yerlerindeki mülteci kamplarında, afet bölgelerinde faaliyet göstermiş, insanı yardım kuruluşlarının, uluslararası örgütlerin yöntemlerini çok iyi bilen biri tarafından söyleniyor. Kilian Kleinschmidt, devletlerin insani yardım argümanlarıyla değil, ekonomi ve güvenlikle ilgili konulara yapılacak vurguyla harekete geçirileceğini belirtiyor.
Berkan ÖZYER
Kilian Kleinschmidt, Birleşmiş Milletler görevlisi olarak son görevini Ürdün’deki Zaatari Kampı’nda yaptı. Buradaki 3 boyutlu yazıcıyla protez üretimi gibi inovatif uygulamaları ve teknoloji kullanımıyla “Zaatari Valisi” olarak tanındı. Ancak 25 yılın sonunda insani yardım sisteminin bütün sorunlarını gördükten sonra kendi girişimini kurmaya karar verdi. Artık mülteci sorunlarına teknoloji yardımıyla çözüm üretmeyi amaçlayan Startup İnovasyon ve Planlama Ajansı (IPA) ile farklı projeler uyguluyor. “Yardım paradigması değişiyor” diyen Kleinschmidt ile bu değişimi konuştuk.
Mültecilere yardım etmek konusunda nerelerde yanlış yapılıyor?
İnsani yardımların hayatta kalmaya yönelik olduğu çok net. İnsani yardım kuruluşları, insanların uzun vadeli ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir donanıma sahip değiller. Kuruluşların verimliliğini her zaman tartışabilirsiniz ama bu kuruluşlar hayat kurtarmaya yönelik çalışıyorlar ki bu da oldukça gerekli ve iyi yapıyorlar. Ama bu krizlere insanların kendi hayatlarını kurmalarına yönelik değil de insani bir sorun olarak bakıyoruz. Mevcut yöntemlerde çok yanlış olan şeyler var. Çünkü krizler uzun sürdüğünde insanları yardımlara bağımlı kılmak, sonunda onları kişiliksizleştirmek ve insanlıktan çıkarmak anlamına gelir.
Peki nelerin, hangi şekilde değişmesi gerekiyor?
İlk olarak, mültecilere ve genel olarak yerinden olan insanlara bakarsanız, çoğunlukla bu insanların kamplara gitmediğini görürsünüz. Türkiye’de de gördüğünüz gibi çoğu insan kampların dışında yaşıyor, çünkü birçok zorluğa rağmen kendileri olmaya çalışıyorlar. Bu da yeni bir durum değil tabii. Türkiye’de, Irak’ta ve diğer bir sürü yerde çok hızlı şekilde artan sayılar, nüfusu iki katına çıkan şehirler var. Sorun göçmen ya da o bölgenin insanı olmaları değil, bu insanları “ek nüfus” olarak görmek ve ona göre çözüm üretmek gerekiyor. Hizmetler, altyapılar yenilenmeli. Hükümetler genelde şöyle bir hata yapıyor; bu insanların esasında ek bir nüfus olduğunu görmezden geliyor ve “nasıl olsa gidecek evleri var” diyerek planlama sürecinde onları unutuyor. Daha büyük hastaneler, büyük yollar, evler planlamıyorlar. Bu soruna çözüm gerekiyor. “Yardım”ın ne olduğunu yeniden düşünmeliyiz. Yardımı, yardım kuruluşları ile mi yapmak, yoksa yeni işbirlikleri oluşturarak, belediyeler arasında know-how paylaşarak yapmak mı daha doğru? Genelde modern şehirler, diğer modern şehirlerle ilişkiye geçer, birbirilerinden bir şeyler öğrenirler. Ama neden Türkiye’nin güneyindeki şehirlerle Irak’ın kuzeyindekiler arasında bir bağ, işbirliği kurmayalım? Bu noktada çarpıcı bir örnek vermek istiyorum. İstanbul’un Somali’nin başkenti Mogadişu’ya 2012’den bu yana yaptığı yardımların, harap haldeki bu kentin yeniden inşasına, belediye hizmetlerine ne kadar katkı sağladığını görmek beni çok etkilemişti. Ben oradayken Mogadişu, yerinden olan 300 bin insanla başa çıkmak zorundaydı. Know-how, en iyi uygulama ve süreç bilgilerinin nasıl transfer edilebileceğine dair en iyi örneklerden biri bu. Bu konuda, belediyeler arasında işbirliği inşa etmek noktasında daha yenilikçi olmalıyız.
Bu paylaşıma, işbirliğine gönüllü şehir var mı?
Örneğin Almanya’daki çeşitli eyaletlerden bu konuya ilgi olduğunu görüyoruz. Kuzey Irak’taki Duhok kentiyle işbirliği geliştirip, onların ek nüfusla başa çıkmalarına yardım ediyorlar. İspanya’nın Katalonya bölgesinden yetkililerle konuştum geçenlerde. Geçmişte Saraybosna ile çok iyi bir işbirliği yürütmüşlerdi ve şimdi Ortadoğu’da da bir şeyler yapmak istiyorlar. Avusturya’nın Vorarlberg eyaleti de uluslararası işbirliğiyle harekete geçmek istiyor. Alman hükümeti, başka yerlerde olumsuz etkilenen belediyelerle doğrudan ilişkiye geçmesi için Alman eyaletlerine yönelik bir fon hazırladı. Ve burada sadece bir şeyler göndermekten bahsetmiyoruz. Yönetim sistemlerinin aktarılması, çöplerin toplanması, yeni barınma ihtiyaçlarının karşılanması gibi şeyler konuşuluyor aralarında. Yardımseverlikten çok farklı bir yaklaşım adım adım ortaya çıkıyor. Ne yazık ki yardım kuruluşları dünyanın sahip olduğu know-how’ın paylaşımına yönelik bir şey yapmıyor.
Ve bu da sürdürülebilir olmak için iyi bir yol değil sanırım…
Kesinlikle. Bilgi paylaşımı, eğitme yöntemi her zaman vardı. Burada yeni bir şey yok. Ama unutmuşuz gibi gözüküyor. Bu yöntemler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’daki belediyelerin kültürel etkileşimi için çok işe yaramıştı. Ayrıca bir barış tesis etme yöntemi olarak da kullanılmıştı. Yani yeni bir yöntem değil ama bunu bugün kullanmamız gerekir. Örneğin insanlar, en azından Avrupa’dakiler, 1,5 yıl öncesine göre mülteci konusuna çok daha hassas yaklaşıyor. Özel sektör ve kamu daha fazla şey yapmaya, risk almaya hazır. Ama bazen yerinden olan insanlara kadar gitmeye de gerek yok. Planlama sürecinde birilerine yardım etme meselesi bu. Duhok kentine bakıyorum, benim çalıştığım yer orada bir proje yürütüyor. Üç yıl önce her gün 600 m3/ton çöp oluyordu. Bugün 2000 m3/ton katı atık ortaya çıkıyor. Bu sorunlara kamu harcamalarıyla mı, yoksa özel sektörle mi çözüm üretilecek konusu ortaya çıkıyor tabii. En iyi çözümü üretmek için birlikte çalışmak, çok pratik bir dayanışma örneğidir. Bir yandan ekonomik alanda da etkileri olur. Çünkü komşu ülkelerde olanlar çoğunlukla senin ekonomini de olumsuz şekilde etkiler. Bu da bir tür harekete geçme yöntemidir.
İnovasyon bu noktada ne kadar önemli? Sadece Suriye’den 4,5 milyon insan göç etti. Teknolojiyle bu kadar insana ne yapılabilir?
Teknoloji transferine yönelik mükemmel örnekler var. İnsanların hayatını kurtarmak için açık kaynak ve bağlanırlık kullanılabilen fab-lab (üretim laboratuvarı) projeleri üzerinde çalışıyoruz. Örneğin Suriye’de gönüllülerden oluşan kurtarma ekibi Beyaz Baretler’in (White Helmets) hayat kurtarmasına yönelik kullanılabilecek modern teknoloji ürünleri var. 3 boyutlu yazıcılar, iletişim teknolojileri, insanların kendi alanlarını oluşturabilmelerine yardımcı olabilir. 3 boyutlu yazıcılarla ve açık kaynak yazılımlarla protez üretimi, bu bağlanırlık çok etkileyici şeyler. 3 boyutlu yazıcılarla protez üretilen Refugee Open Ware projesi ile bunu Ürdün’de yapıyoruz. Bu proje çok verimli çalışıyor. Sanırım Türkiye’nin güneyinde de kullanılacak. Bunlar küresel inovasyon ağlarının ve teknolojinin nasıl yardımcı olabileceğine dair çok somut örnekler.
Samimi olmak gerekirse illa en modern teknolojiye gerek olduğunu da düşünmüyorum. İhtiyaç duyulanlar, halihazırda dünyada mevcut olan şeyler. Online eğitim araçları kullanıyoruz mesela. Kuş uçmaz yerlerde iletişim kurmanın yollarına sahibiz. Aktarılacak know-how çok basit konularda da olabilir. Su borularının tamir edilmesi mesela…
Yerel yönetimler, yöneticiler bu teknoloji önerilerine nasıl tepki veriyor?
Genelde söz konusu yere göre değişiyor. Genel bir isteksizlik oluyor tabii. Benim alanım göçmen kampları ve ben bu kampların gelecekte şehirlere dönüşeceğini, ona göre proje üretilmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten modern şehirlerin pek çok kısmı esasında göçmen kampları durumunda. Varoşların bir tür göçmen kampı olduğunu düşünüyorum. Çünkü göçmen kampı insanların açlıktan, iklim değişikliğinden, çatışmalardan, kölelikten, savaştan kaçıp geldiği yerlerdir. Dolayısıyla esasında düşündüğümüzden çok daha fazla göçmen kampı var dünyada. Ama yetkililere “Göçmenlerin daha bağımsız, güçlü olmalarına yardımcı olacak şeyler yapmak istiyoruz” dediğimizde, genel tepki “O zaman evlerine dönsünler, neden daha sürdürülebilir bir şey yapmamız gerekiyor ki?” şeklinde oluyor. Yetkilerle görüşüldüğünde, tartışmaların ekonomik, sosyal, ekolojik sürdürülebilirlik temelinde ilerlememesi onları rahatsız edebiliyor. Dürüst olmak gerekirse yetkililer genel olarak insani gündemin amaçlarına güvenmiyor. Ama sosyal, ekonomik ve güvenlikle ilgili konulara odaklanan tartışmaları anlayacaklardır. “Ülkenizde göçmenlerin çalışması tabii ki sizin için de kazan-kazan durumu olacaktır” diyebilir ve bunu da özel ekonomik kalkınma bölgeleri tartışmasıyla birleştirebilirsiniz. Göçmenlerin ve yerel insanların çalışmalarına izin verilmesi, özel sektöre istihdama yatırım yapması için teşvikler oluşturulması, üretim tesislerinin kurulması gibi şeylerden bahsetmek, hükümetlerin anlayabileceği bir konudur. Mesela şu an Ürdün’de bu tartışılıyor. Ürdün Kralı özel ekonomik kalkınma bölgeleri fikrini çok hoş karşıladı. Böylece göçmenler de çalışabilecek. Eğer bunu insani perspektiften anlatmaya çalışırsanız devletler “Sen neden bahsediyorsun?” diyecektir. Ama dediğim gibi bu anlatımı, yatırım teşvikleri ve sonunda çıkacak ticaret imkanlarıyla birleştirirseniz, işte o zaman ilgi çekici hale gelir. Benim de bahsettiğim yöntemler bunlar. İnsani yardım kuruluşlarının hayat kurtarma aşamasında devletlere yardım etmesi, hatta bazen onların yerini alması aşamasından sonra bahsettiğimiz ekonomik, sosyal ve güvenlik mantığına doğru çok hızlı adımlar atılmalı. Bunun için de tamamen farklı partnerlerin sürece dahil olup yeni sistemler geliştirmesi ve durumu herkes için “kazan-kazan”a dönüştürmesi gerekir.
Böyle bir ekonomik bölgeyi oluşturabilmek için neler gerekir?
Öncelikle krizin uzun süreceğini kabullenmek gerekir. Yanardağ patlaması gibi olaylarda tabii kısa süreli krizler olabilir ama çatışmalar söz konusu olduğunda bunlar uzun sürer. Siyasi olarak sorunların çok hızlı çözülmeyebileceğinin, önemli olanın, insanları birkaç aylığına hayatta tutmak değil, hem onların hem de bu sayede komşu ülkenin geleceğini inşa etmek olduğunun farkına varılması gerekiyor. Ve ardından hızlı adımlarla harekete geçilmesi ve bir bölgenin oluşturulması, bu bölgede vergi düzenlemelerinin yapılması, üretim için elektrik ve diğer gereksinimlerin karşılanması ve buradan çıkacak ürünlerin tercih edilmesi için uluslararası seviyede bir hazırlığın gerçekleştirilmesi gerekiyor.
Dolayısıyla yapılacak ilk şey durumun tanınması. Krizin bölgedeki olumsuz etkilerine bakarsanız değişen pazarlardan ötürü ekonomik sistemlerde büyük değişimler olduğunu görürsünüz. Ürdün’e bakarsanız, Lübnan, Suriye ve Irak’la ticareti kesildi. Bütün ekonominin yeniden şekillenmesi gerekiyor. Benzer sorunlar Irak’ta da var ve eminim Türkiye’nin benzer bölgelerinde de yaşanıyordur.
Şu an bir geçiş var gibi geliyor. Ürdün’den bahsettiniz, Türkiye’de Suriyelilere çalışma iznine dair hazırlıklar yapıldı. Bu insani bakıştan, ekonomik sosyal tarafa geçiş var mı sizce?
Bence genel bir geçiş yaşanıyor. Herkes, yardım sistemlerinin bugüne kadarki çalışma, finanse edilme yöntemlerinin dünyadaki sorunlarla başa çıkmak için yetersiz olduğunu kabul ediyor. Bunu sadece Suriye krizi için söylemiyorum. Tabii en aşırı ve görünen kriz o şu an. daBM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri daha yeni açıklandı. İyi bir programla 15 yıl sonunda fakir insan olmayacak, hepimiz elektriğe, istihdama, iyi sağlık hizmetlerine sahip olacağız. Ama bu hedefleri yerine getirmek için krizlerle başa çıkma yöntemlerimizi değiştirmemiz gerekiyor. Böyle devam edemez. Öncelikle ortada yeteri kadar para yok. İnsani yardım için toplam para, yılda 200 milyar dolar ve bu artmıyor. Yani yeni bir şeyler olmalı. Bugün herkes yeni kaynaklar arıyor. Zenginle fakir arasındaki çok büyük dengesizliklere çözüm üretecek farklı türde kaynaklar var ve bunlar inceleniyor. Geçenlerde Avrupa Komisyonu ile en yüksek seviyede görüşme gerçekleştirip fikirlerimi paylaştım. Yeni ve “yıkıcı” fikirlere yönelik çok büyük bir ilgi var. Almanya’da, Hollanda’da görüştüğüm hükümet yetkilileri de aynı şekilde ilgi gösteriyor. Bu çerçevede faaliyet gösteren herkes, çalışacak ve paylaşacak yeni yöntemler arıyor. Paradigmada bir geçiş yaşanıyor, bu yüzden de yeni araçlar ve enstrümanlar için bir arayış var.
Şu an devletler, STK’lar, insani yardım kuruluşları arasında bir güven sorunu var sanki…
Bu çok net. Yardım kuruluşlarının nasıl finanse edildiği, para için ısrarcı olmak ve birbirleriyle mücadele etmek zorunda kalmaları, devletler tarafından da dile getirilen bir eleştiri konusu. Ellerinde garanti bir para yok. İlgilendikleri olayları pazarlamaları gerekiyor ve bazı olaylar diğerlerinden daha iyi satıyor. Bugün Orta Afrika Cumhuriyeti ve oradaki insani ihtiyaçlardan kim bahsediyor? Hiç kimse! Suriye krizi diğerlerinden biraz daha iyi satıyor ama o da yeterince finanse edilmiyor. Dolayısıyla ortada rekabet var. Paylaşılacak pasta dilimi sınırlı. Bu yüzden de insanlar rekabetçi olmak zorunda kalıyor. Yardım kuruluşları rekabetçidir. Bir yandan da bu kuruluşlar bir şekilde pazara bağlı oldukları için değişimi ve diğer oyuncuları pek hoş karşılamıyor. Devletler özellikle bu düşünceyi paylaşıyor. İnsan hakları gibi konularda devletler de tabii ki kaygılanıyor ama yardım kuruluşları genelde dışarıdan gelir ve farklı bir değerler çerçevesi sunarlar. Pakistan’ın Keşmir bölgesindeki 2005 depreminin ardından yürütülen yeniden inşa sürecinde çok ilginç bir konuşma yapmıştım. Yardım kuruluşlarından sorumlu olan Pakistanlı yetkili “Siz Batılı yardım kurumları, Keşmir’de yeniden inşa edilen bu bölgeye Batılı gözlerle bakıyorsunuz. Ben buraya Pakistanlı gözlerimle bakıyorum ve ülkede milyonlarca fakir insanın yaşadığını, hayatlarını sizin burada uygulamaya çalıştığınız standartlarda sürdürmediklerini biliyorum” demişti. Dışarıdan gelenle yerel arasında bir kopukluk olabiliyor, mevcut standartlar anlaşılamayabiliyor. Ve tabii devletlerin de bu dışarıdan olma durumundan dolayı tehdit altında hissettiklerini söyleyebilirsiniz. Ama bence asıl mesele yardım kuruluşlarının yaptıkları konusunda dürüst olmadıklarına dair yaygınlaşan bir his olması. Çünkü esasında kuruluşlar önce kendilerini pazarlıyor, sonra yardım etmeleri gereken insanları düşünüyorlar. İzlenim bu yönde. Ve tabii yardım kuruluşları da devletlere güvenmiyor. Çünkü devletlerin başka gündemleri, niyetleri olduğunu söylüyorlar. Tam bu noktada taraflar birbirlerini pek iyi anlayamıyor. Devletler her zaman güvenlik ve ekonomi konularını öncelik olarak benimser. Bunlar devletler için iki kaçınılmaz gündemdir. Ama yardım kuruluşları için aynısı geçerli değil. Yani ortada iki farklı gündem var.
Yani bu yeni paradigmada değişecek çok şey var…
23-24 Mayıs’ta İstanbul’da Dünya İnsani Yardım Zirvesi gerçekleşecek. Orada tabii ki bazı fikirlerin değişmesine yönelik girişimler olacak. Ben bu konuya artık dışarıdan bakıyorum ama şu kesin ki insani yardım sistemi, nasıl faaliyet gösterdiğini gözden geçirmediği sürece hepimizin umduğu değişimler gerçekleşmeyecek. Dolayısıyla biz de network’ler ve “yıkıcı” organizasyonlar arasında koalisyon benzeri bir yapı kuruyoruz. Yıkıcı kelimesini burada olan bitene farklı bir açıdan baktığımız için kullanıyorum. Farklı değerler üzerine bir şey inşa ediyoruz. Çok büyük uluslararası kurumlar değil, takımlar halinde sorunlar, engeller, fırsatlar üzerine çalışan insanları bir araya getiriyoruz. Bunun için çok büyük yapılara ihtiyacımız yok. Yani mevcut sisteme alternatifler üretmeye çalışıyoruz.
Kamplarla İnovasyonu Buluşturdu
Kilian Kleinschmidt, insani yardım ve mültecilik konularında yaşayan en tecrübeli isimlerden. 25 yıl boyunca BM çalışanı, yardım görevlisi ve diplomat olarak Somali, Pakistan, Kosova ve Sri Lanka gibi pek çok ülkede, mülteci kampında ve kriz ortamlarında çalıştı. Son olarak 2013-2014 yılları arasında Ürdün’deki Zaatari Mülteci Kampı’nda saha koordinatörü olarak görev aldı. 80 binlik nüfusuyla Ortadoğu’daki en büyük mülteci kampı olan Zaatari, onun yönetiminde inovatif uygulamalar için sembol bir kampa dönüştü. Buradaki görevinin ardından BM’den ayrılarak Startup İnovasyon ve Planlama Ajansı’nı (IPA) kurdu. IPA’nın Switxboard projesiyle milyonlarca fakir ve yerinden olmuş insanı 21. yüzyılın modern teknolojileriyle buluşturmayı amaçlıyor. Kleinschmidt ayrıca Avusturya İçişleri Bakanlığı’na mülteci konularında danışmanlık veriyor.