#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Sürdürülebilir Kentler için İnsan Odaklı Politikalara İhtiyaç Var”

açık radyo açık kalmalı

Mart ayında Habitat Avrupa toplantı­sına katıldım. Konuşmacılar arasında en çok heyecan uyandıran kişi, her zaman olduğu gibi, sevgili Jan Gehl oldu. Yıllardır insan odaklı kent te­masını işleyen Gehl ile sekiz yıl önce tanışmıştık. O günlerde EMBARQ Türkiye’nin direktörüydüm ve en bü­yük hedeflerimden biri Tarihi Yarı­mada için bütüncül bir vizyon oluştu­rulmasıydı. Gehl Architects ile Tarihi Yarımada’da yaşamı, kamu alanları­nın kullanımını çok kapsamlı olarak inceleyip, bulguları, çok önemli oldu­ğunu düşündüğüm “İstanbul Public Space Public Life” raporu olarak sunduk (https://issuu.com/gehlarc­hitects/docs/issuu_998_istanbul-public-spaces-pu). Türkçesi EMBARQ Türkiye tarafından “Tarihi Yarımada Raporu” olarak yayınlandı (Ne yazık ki Fatih Belediyesi bu çalışmanın de­ğerini bilmedi.) Bu çalışma sayesinde ben de insan odaklı kentlerin değeri­ni anladım ve o gün bugündür yaşa­nabilir kentler konusunu çalışmamın odak noktasına koydum. Gehl’i yaka­lamışken söyleşi fırsatı kaçırılmaz. O da sağ olsun talebimizi kırmadı.

Yıllardır 20. yüzyıl kentlerini şe­killendiren paradigmalardan yakı­nıyorsunuz. Nedir bunlar ve niçin bu kadar tepkili olduğunuzu anlatır mısınız?

  1. yüzyılda kentlerimizin gelişme­sini şekillendiren iki paradigma, mimaride modernizm ve ulaşımda araba kullanımıydı. Modernizmde mimarlar için tek konu, varsa yoksa bina tasarımı. Kamu alanlarının, cad­delerin önemi yok. Şehir planlaması ise tepeden bakılarak yapılır. Yu­kardan bakıldığında her şey harika görünebilir ama hiç kimse göz sevi­yesinde, insanların bulunduğu sevi­yede neler olup bittiğini önemsemez. Yaşam kalitesiyle ilgilenen olmaz. Bu akımın en çarpıcı örneklerinden biri Brezilya’nın başkenti Brasilia. Konu­mu havadan bakıldığında uçak şek­linde tasarlandı. Harika görünüyor. Çatılardan baktığınızda çok güzel binalar görüyorsunuz. Ama insan düzeyine indiğinizde boş, ruhsuz, fe­laket bir yer.

Modernistler, her şey modern olunca (modern endüstri, modern insan, mo­dern kentler…) geçmişten gelen hiç­bir şeyin artık geçerliliği olmadığını düşünerek yüzyıllar boyunca kentler­de insanca yaşam konusunda bildik­lerimizin tümünü bir kenara attılar.
Diğer gelişme ise arabanın kent içi ulaşımında kullanılmasıydı. 1960’lar­da kentler araba istilasına uğradı. Yüz yıl öncesine gittiğinizde insanlar rahat rahat sokaklarda gezerdi. Ama araba kentler üzerinde hakimiyet kur­maya başlayınca insanlar çareyi kent merkezlerinden kaçmakta buldu. So­nunda kentler arabaya tümüyle teslim oldu ve yayayı, kentlerde yaşayan in­sanları kimse düşünmez oldu. Bütün çaba arabalara daha çok yol, daha çok park alanı yaratabilmekti. Önemli olan insanları değil, arabaları mutlu etmekti.

Bu iki paradigma da insan unsurunu tümüyle yok saydı. Dolayısıyla ne mi­marlar, ne de şehir plancıları insan öğesi ile ilgilenmiyordu. Buna ilk tep­ki Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölü­mü ve Yaşamı kitabının yazarı Jane Jacobs’tan geldi. “Eğer modernistle­re ve arabaya teslim edecek olursak kentlerimiz ölür” diyen Jacobs, insan odaklı kentler konusunu ilk gündeme getirenlerdendi.
Dünyanın her köşesinde yıllardır insan odaklı kentler temasını işliyor­sunuz. Cities for People kitabınız 30 dile çevrildi. Bu konuya niçin bu ka­dar ilgi duydunuz?
1960’ta ben de iyi bir modernist mi­mar olarak mezun oldum ve her şeye yukardan, bina bazında bakılması ge­rektiğine inanıyordum. Kariyerime bü­yük bir heyecanla başladım ve öğren­diklerimi uygulamaya koyuldum. Ta ki bir psikologla evleninceye kadar… Eşimin mesleğimle ilgili soruları beni önce şaşırttı. Mimarlar niçin insan öğesiyle ilgilenmiyor? Mimarlık eğiti­minde insan öğesi niçin ele alınmıyor? Binaları incelemek ve fotoğraflarını çekmek için neden sabahın dördün­de -insanın olmadığı bir saatte çıkı­yorsunuz?
Mimarlar neden bina ve yaşamın arasındaki ilişkiyle ilgilen­miyor? Bu sorular beni mimarlık ka­riyerimde farklı bir yöne itti ve 50’yi aşkın yıldır insan ve kent konusunu araştırıyorum. İnsan ve kent arasın­daki ilişki nedir? Nasıl olmalıdır? Kentlerde kamu alanları nasıl kulla­nılıyor? Bu çalışmalar sayesinde eli­mizde çok veri var ve birçok kentte başarılı uygulamalar gerçekleştirildi.
İnsan odaklı kentler konusunda ne gibi gelişmeler var?
New York’ta Times Square’ı ara­balardan arındırdılar. Açılan alana masa-sandalye koydular ve aynı gün halk bu alanlara akın etti; buraların keyfini çıkarmaya başladı. Üç-dört yıl içinde kente 50 yeni meydan kazan­dırıldı. Arabaların artık giremediği bu alanlarda insanlar yoga yapıyor, protestolarını düzenliyor, kartopu oynuyor, dans ediyor. New York ar­tık insanların buluştuğu, harika vakit geçirdiği bir yer oldu.
Melbourne’de caddeler arabalardan arındırılıp insanların kullanımına açıldı. Bisiklet, toplutaşıma altyapısı geliştiriliyor. Kent meydanları daha keyifli yerler olarak yeniden tasarla­nıyor. Moskova tamamıyla arabaya teslim edilmiş bir kentken belediye başkanı insan odaklı bir kenti he­defledi. Çok yoğun çalışıyorlar ve kısa süre içinde büyük değişiklikler gerçekleştirdiler. Eskiden araba trafi­ğiyle tıkalı caddelere ağaçlar dikildi, banklar yerleştirildi. Sokaklardaki ilanlar indirildi ve artık Kremlin ve kentin diğer güzelliklerini görmek mümkün.
2009’da Kopenhag “Dünyanın en iyi insan odaklı kenti olma” hedefini koydu. Arabalara ayrılan alan azaltıl­dı. Sokaklar ve caddeler güzelleşti­rildi, ağaçlar dikildi. Bisiklet yolları yapıldı ve yaya altyapısı iyileştirildi. Bugün Kopenhaglıların %45’i işe bisikletle gidiyor. Hükümet üyeleri, Prens ve Prenses bile kent içinde bi­sikletle dolaşıyor.
Özellikle son 20 yıldır insanların ken­te bakış açıları, beklentileri değişti. Modernistlerin kent merkezinden kovdukları insanlar kent merkezini geri alıyorlar. Yaşam kalitesi yüksek kentlerde insanlar saatlerce araba içinde oturmak yerine yürüyor, bi­siklete biniyor. Yerleşmiş kentlerde bunlar harika gelişmeler. Beni üzen gelişme, yeni kurulan kentlerde ya­şanıyor. Yeni bir kitap üzerinde ça­lışıyoruz: “21. Yüzyılın Harika Yeni Kentleri”. Bu gidişle çok ince bir ki­tap olacak, çünkü iyi örnek bulamıyo­ruz. Gelişmekte olan ülkelerde yeni kurulan kentler hâlâ modernizm ve araba odaklı olarak gelişiyor. Kimse bu kentlerde insanların nasıl yaşaya­cağını düşünmüyor. Merak ediyorum: Addis Ababa’da gökdelene neden bu kadar meraklılar? İnsan unsurunu daha çok önemsemelerini yeğlerdim. Dubai’ye bakıyorsun, birbirinden şa­tafatlı, parfüm şişelerine benzeyen kuleler. Yeni kentlerde insanın göz ardı edildiğini çok düşündüm. Sa­nırım bunun en büyük nedeni yine insan faktörü. Yerleşik kentlerde ya­şayanlar bilinçlendikçe hareketli, ke­yifli kentler istiyorlar. Yaşam kalitesi üzerinde duruyorlar. Sürdürülebilir, sağlıklı kentlerde yaşamak istiyorlar. Ve bu isteklerini etkin bir şekilde ye­rel yönetimlere bildiriyorlar. Politika­cılar da halktan gelen taleplere kulak veriyor, kentin gelişimini halktan ge­len talebe göre yönlendiriyorlar. Yeni kurulan kentlerde henüz bilinçli halk olmadığından, bunları talep eden de yok.

Son sözünüz…
Kentlerimizin daha canlı, keyifli, yaşanabilir, sürdürülebilir, sağlıklı olması için insan odaklı politikalara ihtiyaç var. Kentlerimizin planlarını hazırlamadan önce nasıl yaşamak istediğimizi belirlemeli; sonra da ya­şam alanlarımızı ona göre düzenle­meliyiz. Son olarak binalar inşa edil­meli. Modernistler bu süreci tersine çevirmeden önce bu iş böyle yapı­lırdı. Eski sisteme dönmemiz gerek. İnsana odaklanmalıyız.

Sibel Bülay

Akıllı Şehirler Danışmanı | Yaşanabilir Kentler

açık radyo açık kalmalı
açık radyo açık kalmalı