Donald Trump’ın zaferiyle büyük şaşkınlık yaratan Amerikan seçimlerini, Avrupa’da sağın yükselişini ve bizi nasıl bir dünyanın beklediğini Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve yazar Soli Özel ile konuştuk.
Nevra YARAÇ
Dünya ve ABD bu noktaya nasıl geldi?
İngilizcede bir laf vardır, “Be careful what you wish for” yani “Neyi murad ettiğine dikkat et” diye, biraz sanki 1989 sonrasında böyle bir durumla karşılaştık. Yani Sovyetler Birliği yok olsun, komünizm bir alternatif sistem olarak yok olsun… Bu gerçekleşti. Beklenmedik bir anda duvar çöktü, alternatif sistemin de iç çelişkileri neticesinde çok zayıflamasıyla pek bir alternatiflik hali kalmadı. Fakat geri dönüp baktığımızda uluslararası sistemde Sovyetler Birliği’nin, ekonomik sistemde de bir sosyalist alternatifin -ne kadar başarısız olursa olsun- varlığının dengeleyici unsurlar olduğu ortaya çıktı. Fukuyama, “Tarihin Sonu” ile dedi ki insanlığın arayışı bitmiştir çünkü bundan daha iyisi bulunamamıştır. Fakat oradaki zayıf nokta liberal kapitalist demokrasiydi. Bunun iki ögesi var: Liberal demokrasi ve kapitalizm. Kapitalist ögenin işleyiş mantığı ve sonuçlarıyla liberal demokratik mantığının işleyişi ve sonuçları ya da ön şartları birbirinden farklı. Kapitalizm eşitsizlik üretiyor, buna karşılık demokrasi vatandaşın en azından hukuki eşitliği üzerine kurulu. Birinde piyasada özgürce hareket etme ön plana çıkıyor, diğerinde eşitlik ilkesi. Aradaki dengeyi kurabilen de refah devletiydi. Halbuki küreselleşmenin işleniş tarzı refah devletinin altını oydu. Piyasaya yönelik herhangi bir toparlama, dengeleme olmasını gereksiz ya da zararlı ilan etti. O zaman da kapitalizmin mantığı liberal demokrasinin gerekliliklerini yavaş yavaş eritmeye başladı.
Bu gidişat görülemedi mi peki?
Aslında bunu gören pek çok insan oldu. Sonradan Bill Clinton’un çalışma bakanı olan Robert Reich, 1991’de The Work of Nations diye bir kitap yazdı ve orada yeni küresel sınıf ayrımının nasıl olacağından bahsetti. Yazılışından 20 yıl sonra keşfettiğim bir başka yazı Edward Luttwak’ın 1994’te yazdığı “Faşizm Geleceğin Yönelimidir” başlıklı neredeyse peygambervari diyebileceğiniz bir yazıydı. Ya da benim çok etkilenmiş olduğum Christopher Lasch adlı bir Amerikan sosyoloğun ölümünden sonra yayınlanmış olan The Revolt of the Elites… Soğuk Savaş döneminin kapitalizminde seçkinler toplumla olan bağlarını gevşetemiyorlardı. Bir CEO’nun aldığı maaşla, ortalama bir vasıflı işçinin aldığı maaş arasındaki fark 27 kattı, bugün 400 kata çıktı. Soğuk Savaş döneminin ilk 30-35 yılı çalışan sınıfların yaratılan değerden tarihte bugüne kadar görülmüş en yüksek payı aldıkları dönemdi. Bütün bunlar küreselleşme döneminde bir yana atıldı ve bunun yaratacağı toplumsal maliyetler görülmedi.
Tabii buna karşılık da sistemin böylesine liberalleşmesi, yani serbest piyasanın bu kadar yaygınlaşması; uluslararası ekonomik sistemin serbest ticarete, sermaye akışlarına dayalı hale gelmesi, zenginlerle fakirler arasındaki gelir uçurumunun da daralacağı koşulları yarattı. 1980 yılında, dünyada yaşayan her beş kişiden biri Çinliydi, Çin’in dünya ekonomisindeki payı da %1 idi. Bugün hâlâ dünyada yaşayan her beş kişiden biri Çinli fakat Çin’in dünya ekonomisindeki payı %14. Satın alma paritesi açısından dünyanın birinci; ticari rakamlarla ikinci büyük ekonomisi. Şimdi böyle bir dünya var. Tabii burada küreselleşmenin kaybedenleri, emperyalizm teorilerinde okuduğumuz gibi gelişmekte olan ülkelerin sömürgeleştirilmiş emekçileri değil; refaha alışmış, orta sınıflaşmış olan gelişmiş ülkelerin işçileri oldu. İki nedenle. Birinci neden -araştırmalara göre başlıca neden bu değil- ticaret ve sermaye akışları neticesinde üretimin büyük bir bölümünün başka ülkelere kaymış olması. Fakat asıl büyük mesele teknoloji. Bana çok çarpıcı gelen bir rakam vereyim. 2016 yılında ABD, 1984 yılındaki imalat sanayii üreti minin iki katını üretiyormuş. Yani endeks 1984’te 100 ise bugün 200. Bu 100’den 200’e çıkan endeksi ABD, üçte bir daha az işçiyle üretiyormuş. Üretimin örgütlenmesini köklü bir şekilde değiştirmediğiniz takdirde bununla nasıl başa çıkacaksınız? Şimdi kimse bunlarla uğraşmayınca o biriken sıkıntı ve şikayet 2008 kriziyle birlikte zaten bir eşik aştı. 2008 krizinde sadece ABD’de yanılmıyorsam 4 milyon aile kafasının üzerindeki çatıyı kaybetti. Sizi o krediye zorlayanların hiçbirine bir şey olmadı. Ve o zaman sistemi taşıyan orta sınıf dedi ki bu sistem bana vaat ettiği hiçbir ilkeyi yerine getirmiyor. Refah sağlayamıyor, eşit davranmıyor, hakkımı yiyor, sadece ve sadece tepedekilere çalışıyor. 1980 yılında ABD’de tepedeki %1’in gelirden aldığı pay %7. 2007 yılında bu %17’ye, 2012’de %20’ye çıkıyor. Yani aradan geçen 35 yılda ABD’deki %1’in gelirden aldığı pay üç kat artmış. Demek ki birileri de onu kaybetmiş. Baktığınız zaman 30 yıldır geliri sabit olan orta sınıflar söz konusu. İş bulamayanlar, işsiz kalanlar vs… Bu nihayet patladı.
Şunun da katkısı oldu sanırım, milleti savaşa soktunuz, bir dolu yalan söylediniz, çocuklar öldü, ortada büyük bir felaket var ve hiç kimse bunun da bedelini ödemedi. Yani bir bakıma “bu sistem ha bire kendine yontuyor, biz bunun bedelini canımızla, işimizle ödüyoruz, tepede bu yanlış kararları verenlere hiçbir şey olmuyor. O zaman biz de bu sistemi tümüyle reddederiz” dediler. Tabii bunu yapmak için seçtikleri insan yalandan hiçbir şekilde rahatsız olmayan birisi. Ve nitekim şimdi sizinle konuştuğumuz sırada bu kişinin kabinesi üç aşağı beş yukarı belli. Ekonomik ve sosyal konularda kendisine oy veren fakir kitlenin haklarını, imkanlarını en fazla daraltacak insanları seçti. Bütün ciğerci dükkanlarını farklı renkli kedilere teslim etti diyebiliriz.
Avrupa’da da benzer gelişmeler yaşanıyor. Bir de mülteci krizinin ciddi bir baskısı var. Benzer bir durum Avrupa’da da söz konusu olabilir mi?
Avrupa’da sağın yükselişi çok erken başladı. 2002’de Marine Le Pen’in babası Jean Mari Le Pen ikinci tura kaldı ve bütün Fransa bir olup ancak bunu engelleyebildi. O imkanlar da giderek azalıyor. Geert Wilders, %25 oy aldı Hollanda’da. Almanya enteresan, çünkü Almanya’da bir türlü aşırı sağcı Nazi benzeri partiler %5’in üzerine çıkamıyorlardı. Alternative für Deutschland ise bir anda %15’i bulmayı becerdi ve dikkate alınması gerekiyor. Öte yandan İtalya’daki Lega Nord çok matah bir parti değil belki ama Gerth Wilders’in partisi gibi de değil. Buna karşılık Beppe Grillo’nun egosu çok yüksek ama söylemi çok da sağcıları mutlu edecek türden değil. İspanya’da Podemos zaten sol olarak görüyor kendini, bir de sağcı popülist parti Ciudadanos var ama onda da böyle bir nefret söylemine rastlamıyoruz. Buna karşın İsveç gibi hiç beklemediğimiz bir yerde, Danimarka gibi refahın fışkırdığı bir yerde ırkçı partiler müthiş öne geçiyorlar. Bu demektir ki yaklaşık 100-120 senedir alışık olduğumuz merkez partilerin temsil ettikleri siyasi sistem yıkılıyor. 100-120 yıl önce liberal partilerin yerini işçi partilerinin alması gibi, popülist partilerin işçi partilerinin yerini alacağı bir döneme giriyoruz. Bu çok hoşa gidecek bir şey olmayabilir ama bir vaka. Bununla nasıl mücadele edeceğinize karar vermeniz gerekiyor.
Popülistler sadece demokrasinin liberallik tarafını yok etmekle kalmıyor, demokrasiyi demokrasi yapan en temel şeyi, sizin tercih haklarınızı da reddediyorlar. Popülist söylem başkalarınınki gibi değil. Biz bunu artık Türkiye’de iyi anlayacak durumdayız. Popülist lider bütün millet adına konuştuğunu söylüyor ve kendi gibi düşünmeyen kimseyi de milletten saymıyor. Trump, “Ben kazanırsam meşrudur bu seçimler, kazanmazsam bilmiyorum” dedi.
İşte bu yüzden Türkiye’yi özel olarak ayrıştırmanın gereği yok. Yani her ülke kendi simgesel söylemiyle ve kendi kodlarıyla benzer şeyleri yapıyor. ABD’de Trump çıkıyor, “ben temsil ediyorum” diyor. Hindistan’da birisi çıkıyor “millet benim” diyor ve ahlaki bir savunma yapıyor. Diyor ki benim gibi düşünmeyen ya da benden olmayan, milletin bir parçası değildir. Her yerde bu böyle. Bu da tabii müthiş kutuplaştırıcı. Bırakın liberalliği, demokrasi olmanın temel unsurlarını ortadan kaldıracak bir şey. Çünkü o zaman seçime gerek kalmayacak. Seçim olmadığı zaman da demokrasiden bahsedemeyiz.
Bu, rehavet ve sistemin çelişkilerini görmemede seçkinlerin gösterdiği körlük. Hillary Clinton 1,8 milyon daha fazla oy aldı. Amerikan seçim sisteminin ilginçlikleri nedeniyle kaybetti. Duyuyoruz ki, mesela çok kritik bir eyalet olan Wisconsin’e gitmemiş, Michigan’ı, Pensilvanya’yı çantada keklik görmüş. ABD’de 50 eyalet var, bütün seçim aslında 11-12 eyalet üzerinden dönüyor. Geri kalanların ne sonuç vereceğini zaten biliyorsunuz. Şimdi böyle bir durumda ve Bernie Sanders’ın adaylığıyla nelere duyarsız olduğunuzun düşünüldüğünü bu kadar net bir şekilde gösterirken, söyleminizi kimlik söyleminden sınıf söylemine kaydıramıyor, kendi tabanınızı hareketlendirecek olan bir siyasi platformu daha güçlü bir şekilde ortaya koyamıyorsanız, kaybedersiniz. Hillary Clinton çok bilgili, becerikli, çalışkan biri olsa da en zayıf adaydı. Parti de bu rehavetle davrandı, demografi bizden yanadır diye düşündü. Bütün bu hatalarla 6 milyon Demokrat seçmenin oy vermeye gitmediği söyleniyor. Ve toplumun kahir ekseriyeti, yani alt sınıfları bütün sisteme isyan etti, bence okumuş beyazların bir kısmı da biraz “Amerika beyazlarındır” saikiyle hareket etti. Yani Amerikan seçiminin kültürel, sınıfsal, ırk ayrılığı boyutları var. Bütün bu açılardan değerlendirilmesi gerekir ama genelde bir kalıba uyuyor: Ahlaki bir argüman, milleti ben temsil ederim anlayışı.
Bu gelişmelerin uluslararası anlaşmalar üzerine etkisi ne olur? Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ne ulaşma ya da Paris Anlaşmasının gereklerini yerine getirme yönünde atılan adımları sekteye uğratır mı? Yoksa popülist söylemler olarak kalırlar mı?
Trump Pasifik Ötesi Ortaklık Anlaşması’nı lağvedeceğim, imzamızı çekeceğim dedi. Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP), yani Avrupa ile yapılacak benzer bir anlaşma mevta demektir. Paris Anlaşması için de aynı şeyi söyledi. Bütün bunlar ABD’nin koruyucusu olduğu liberal uluslararası sistemin de artık çözülmekte olduğunu gösterecek. Bu tabii birinci derecede Avrupa’yı vurur. Avrupa artık 2. Dünya Savaşı’ndan beri alışmış olduğu Amerikan güvenlik şemsiyesinden yoksun kalabilir. Bu böyle olacak mı, yoksa hayatın gerçekleri, ABD’deki yerleşik çıkarlar, kurumlar Trump’ı dengeleyecekler mi, bunu ancak yaşayarak göreceğiz. Ama dışişleri bakanı tercihi bile en azından başlangıçta Rusya ile herhangi bir şekilde kapışmayı istemediğini gösteriyor. Bu da Çin ile kapışmayı göze aldığını da düşündürebilir insana. Bunları göreceğiz.
Benim daha fazla önemsediğim şey şu. George W. Bush 11 Eylül ile ABD’nin kendi kurmuş olduğu dünya sisteminin bütün kurallarını çiğnedi, kurumlarını hiçe saydı. Aslında kendi hegemonyasını devam ettirecek olan şartları yıktı. Bundan dolayı ABD prestij olarak, gücünün meşruiyeti olarak büyük bir zarar gördü. Obama’nın tarihsel işlevi bir taraftan Bush’un bıraktığı büyük ekonomik enkazı ve ABD’nin dünyadaki konumunu bir şekilde toparlamaktı. İkisini de büyük ölçüde yapmaya çalıştı, yaptı da. Suriye nedeniyle dünyada olmayabilir ama içeride alternatif enerjiye verilen destek, eğitimde biraz ilerleme sağlanması, sağlık sigortası vs. Ve eğer Kongre düzgün bir Kongre olsaydı belki daha fazla şey de yapılacaktı. Şimdi Trump gelecek ve Obama’nın Kongre’nin muhalefeti nedeniyle ancak başkanlık kararı olarak uygulayabildiği pek çok şeyi artık başkanlık kararı olarak uygulatmayacak. Kanun olmadıkları için de bunları feshetmek kolay. Ve hiçbir kural tanımadığını da gösterdiğine göre uluslararası sistemle daha da fazla oynayacak. Bu durumda ben Trump’ın tarihsel rolünün Amerikan gücünü Bush’tan daha beter zayıflatmak olacağını sanıyorum. Şu andaki tavrına, seçtiği insanlara bakınca içeride en başta kendisine büyük umutlarla oy verenleri çok zorlayacak bir tercihte bulunacak.
Aslında şu anda da sosyal, ekonomik, siyasal anlamda zamana yayılmış bir yıkım yaşıyoruz gibi. Bunun ardından nasıl bir düzen gelebilir?
Dediğiniz türden büyük dönüşümler
savaş sonucu gerçekleşti. Açıkçası ben bunun olmayacağını düşünüyor değildim ama olsa Asya’da olur diye düşünüyordum. Almanya eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’in yeni yayınlanan bir yazısını okudum. Fischer konuyu bildiğini varsaydığım birisi ve bunun Avrupa’da da çıkabileceğini söylüyor. Ben Avrupa’da demografik nedenlerle savaş çıkmaz inancındaydım ama Fischer gibi birinden bunu okuyunca da biraz kanım dondu. Obama çizgisinde devam edebilseydi dünya… Çünkü Obama içeride daha sosyal demokratımsı Amerika, dışarıda da Amerika’yı her yere müdahil olmaktan alıkoyan, büyük hakaret görme pahasına alıkoyan bir tavrı temsil ediyordu… Göreceğiz.
Trump’ın küresel ısınma, sürdürülebilir büyüme gibi konuları ciddiye alacağını bize düşündürecek hiçbir şey yok. Exxon’un başı dışişleri bakanı, iklim değişikliğine inanmayan biri EPA’nın başkanı.
Trump bir taraftan, ya biz Amerika’yı her yere müdahil olmaktan çıkaracağız diye geldi ki bunda samimi olduğunu düşünüyorum. Unutmayın, Afganistan ve Irak savaşlarının maliyeti şimdilik 3 trilyon dolar. Öte yandan kendine öyle bir ulusal güvenlik ekibi kurdu ki, bu adamların geri çekilen bir ABD’nin ulusal güvenlik ekibi olmaları bana kolay gelmiyor. O zaman düşmanlar hangileri olacak diye bakıyorum. Başlangıçta Rusya’nın olmayacağı anlaşılıyor. Geriye üç alternatif kalıyor. Biri Çin’le kapışma. İkincisi IŞİD ve benzerleriyle mücadele. Bu tabii biraz hayaletlerle mücadele anlamına geliyor. Karşıda bir devlet yok ve Obama döneminde IŞİD’in devletleşme süreci durduruldu, şu anda da yok edilmeye çalışılıyor. Bence heybedeki asıl büyük turp: İran. Dünya, bölge ve Türkiye açısından Trump’ın vereceği en önemli karar İran ile yapılan anlaşmayı ne yapacağı.
Gözden geçireceğiz dedi zaten…
Dedi, fakat savunma bakanı olarak seçtiği James Mattis anlaşmaya çok karşı çıkmıştı ama şimdi bu anlaşma fena değil diyormuş. Körfez ülkeleri anlaşmaya karşı çıkmışlardı fakat bakıyorlar ki bu İran’ı nükleer programından uzaklaştıracak. İsrail’de bile güvenlik aygıtları anlaşmanın devamından yana. Netanyahu ve onun sağcı koalisyon partnerleri daha çatışmacı. İsrail pozisyonu da Trump’ın düşüncesinde etkili olabilir. Orada ne yapacağı bana en önemli tercih gibi geliyor. Belki hakikaten anlaşmayı muhafaza eder fakat İran’ın kolunu kanadını kırmak için birtakım işler çevirmeye çalışırsa o zaman da İran’da Mayıs’ta yapılacak başkanlık seçimleri büyük önem taşıyor. Ruhani devam edebilecek mi, yoksa sertlik yanlıları bu durumdan yararlanarak iktidara mı gelecek, göreceğiz.
Türkiye’yi daha da fena günler bekliyor diyebilir miyiz?
Rusya ile iyi anlaşan bir ABD durumunda Türkiye’nin Rusya’yı diğerlerine karşı bir koz olarak kullanma imkanları azalır. Buna karşın İran ile savaşılacaksa ya da İran’a yönelik sert bir tutum takınılacaksa Türkiye ABD açısından yararlıdır. Ama o zaman da Türkiye’nin sadece IŞİD ile değil, diğer bütün cihatçı gruplarla olan mücadelede çok ciddi olduğunu bu ekibe göstermesi gerekecektir. Yani Türkiye’nin çok nüanslı hareket etmesi gerekecek, bizim de Türk dış politikasında son zamanlarda en az rastladığımız şey nüanslı davranış oluyor maalesef.
Ülkeler kendi içlerindeki güvenlik meseleleri, mülteciler, ekonomik sorunlar nedeniyle sürdürülebilir kalkınma hedefleri ya da Paris Anlaşması’nın gereklilikleri yönünde vaat ettikleri taahhütleri yerine getiremeyeceklerse, diğer aktörlere mesela STK’lara nasıl bir rol düşebilir?
Geçtiğimiz 20 yıl bize şunu gösterdi ki STK’lar devletin desteğini almadığı takdirde bir şey olmuyor. Obama Kopenhag’daki fiyaskonun ardından epey uğraştı, Paris işini iyi halletti. Ama ABD’nin, Paris Anlaşması’ndan çekiliyorum dediği bir dünyada ne Hindistan’ı, ne Çin’i hiçbir şeye ikna edemezsiniz. Maalesef o bakımdan Paris Antlaşması eğer insanlık açısından gerçekten bir son şans idiyse, son şans barında barmen olarak Trump’ın bulunması hepimiz açısından kötü oldu.
Türkiye bütün bu çizdiğiniz tabloda ne yapabilir?
Türkiye kendine biraz çeki düzen vermediği takdirde bence coğrafyası dışında gücünün göreli olarak azaldığına tanık olacağız hep birlikte. Türkiye’nin artık “yumuşak güç” diyebileceğimiz bir unsuru da kalmamış olacak. Müslüman bir ülkede farklı kimlikleri birleştirerek demokratik bir rejim olabiliyor diyemiyorsunuz. Ekonomi şahlandı diyemiyorsunuz. Dünya ile ne kadar yapıcı ilişkiler kuruyor diyemiyorsunuz. Dolayısıyla geriye kalıyor coğrafyanız, ordunuz.
Hep bu söyleniyor zaten…
Ama dışarısı artık bunu ciddiye almıyor. Türkiye’nin kendisinin söylemesine gerek yoktu, 2011’e kadar doğru ya da yanlış dünyanın bakışı buydu. Bunun da Türkiye’ye sağladığı bir takım avantajlar vardı ama bunlar kaybedildi.