#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

İklim Değişikliği: Herkesin Hikayesi

1996 yılında kurulan ve 2001 yılından beri de sosyal fayda iletişimi üzerine uzmanlaşan iletişim tasarımı ajansı Myra’nın Başkanı, Kültür Üniversitesi Öğretim Üyesi Rauf Kösemen, “Tehditkâr olmayan ve insanların günlük yaşamları ile bağdaştırabilecekleri bir hikaye dili ve buna uygun bir görsel atmosfer, insanların meseleye sahip çıkmasını sağlamakta çok daha başarılı olabilir” diyor.

YAZI: Rauf KÖSEMEN, Damla ÖZLÜER

Hikayeler, bilgi aktarımında sosyal bir bağlam kurmanın aracı. Hikaye anlatıcılığı da çok eskiden beri değerleri ve kültürel normları aktarmak için kullanılıyor. Çünkü bilgiyi/mesajı bir kahraman ve etrafındaki olaylarla birlikte aktardığınızda sosyal bir çerçeve içine oturtmuş oluyorsunuz. Bu, öğrenmeyi/algılamayı çok hızlandırıyor. İnsan zihninin çalışma biçimine de uyumlu, çünkü insan bilgisi hikaye kurgusu üzerine kurulu. Zihnimiz, anlamak, hatırlamak ve hikayelendirmek için gerekli bilişsel donanıma sahip.

İnsanlar bireysel olarak da, sosyal olarak da hikaye anlatan organizmalar. Hikayeler, öyküsel düşünen insan zihnini yansıtıyor, olguları bir hikaye içinde hatırlamaya yatkınız. Tüm bunlar, bir sosyal fayda kampanyası bağlamı içinde düşünüldüğünde bulunmaz faydalar.
İkna süreci algılama ile başlıyor. Algı ve anlamanın aşamaları, iletişim kitaplarında, “Dikkat > Anlama > Kabul > Zihinde tutma > Eylem” şeklinde sıralanır. Oysa tüm bu süreçler maruz kalan insanın “seçimiyle” gerçekleşir. Bu yüzden biz Myra olarak bu akışı “Seçici maruz kalma > Seçici dikkat > Seçici algılama > Seçici akılda tutma > Seçici eylem” şeklinde okumayı tercih ediyoruz. Burada maruz kaldığımız şey aslında bir hikayedir ve o hikayenin ilgi çekiciliği bu “seçim”de özel bir rol oynar. İyi bir hikayenin öncesi, sonrası, bugüne dair referansları ve yarına dair vaat ya da umutları vardır.

Kendi Hikayemiz…
Vikipedi, “Hikaye anlatıcılığı olayları ve imgeleri ‘parlatarak’ aktarmaktır” diyor. Evrensel olarak tüm insan topluluklarında ve neredeyse tüm zamanlarda eğlence, eğitim, kültürü muhafaza ve değerler siste- mini yaygınlaştırmak için kullanıldı. Dar anlamıyla sözlü geleneği daha geniş anlamıyla ise günümüz ileti- şim mecralarında kullanılan öykülendirme tekniklerini ifade ediyor. Aslında dikkatimizi çeken, algılayıp akılda tuttuğumuz ve bizi eyleme geçiren şey ise hem proje ya da davanın hikayesi, hem de hikayeye katkı yapma, içine kendi hikayemizi katma şansı. Dinleyenler hikayelerle sadece bağ kurmazlar, onlara katılırlar da. Bir projenin ya da meselenin içinde kendimizi ne kadar çok bulursak, o kadar kolay destek veririz.

Bizce sosyal fayda iletişiminde hikaye, ona maruz kalanda şu soruları/ duyguları oluşturmalı.
Mesel: Çözümü beklenen şey/sorun ne?
Kıssa: Ben niye bu hikayeyi dinliyorum/niye bu meselle ilgiliyim?
Aktörler: Dostlar, düşmanlar, biz, siz, o ve başkaları arasındaki yerim ne?
Hedef: Ne/nasıl/ne zaman yapılmalı?
Görev: Bu hikayede üzerime düşen görev nedir?
Aslında her zaman, hikayenin ana gövdesi, yan temaları, içinde yer alan karakterler ve vermeyi istediği mesaj bir bütün olarak ele alınır. Bir hikaye oluştururken bileşenlerin içinden mesajı zedeleyebilecek olanlar temizlenir. Toplumla, hedef kitlemizle konuşmamızın önünü açabilecek olanlar ise güçlendirilir.

Bilimsel Verinin Günlük Hayata Tercümesi
İklim değişikliği ile ilgili son dönemlerin en kritik tartışmalarından biri bu “meselenin” iletişiminin bir türlü yapılamaması üzerine. Bu gerçek bir iletişim sorunu, yani bir “hüsnü kuruntu” değil. İklim değişikliği dediğimizde temel mesele, bilimsel verilerin gündelik hayata tercüme edilmesi ihtiyacı. Ancak bu veri meselesi kritik. Çünkü iklim değişikliğine karşı harekete geçilmesini engelleyen taraflar, tam da bu noktada “suyu bulandırıyor.” Kamuoyu verilerden oluşan bir yığının altında bırakıldığı için sapla samanı ayırmak iyice zorlaşıyor. Böylelikle iklim değişikliği, “sıradan insanın havsalasının almayacağı”, bir tür doğal felaket ve çok uzak gelecekte, hiç tanımadığımız, hayali bir insanlar topluluğunun başına gelecek bir senaryo gibi algılanıyor. Toplumların iklim değişikliğini nasıl algıladığına yönelik araştırmalar gösteriyor ki ortada ciddi bir sorun var. Genelde iklim değişikliğinin anlaşılmadığı düşünülüyor. Oysa mesele anlatmakta değil davranış değişikliği yaratabilecek iletişimi kurgulamakta. Dünya nüfusunun %5’ini oluşturmasına rağmen toplam karbondioksit salımının %25’ini gerçekleştiren ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, ABD vatandaşlarının %92’si küresel ısınmadan haberdar, %61’i bunun gerçek olduğu konusunda bilim insanlarının hemfikir olduğunu düşünüyor ve %76’sı meselenin çok ciddi bir sorun olduğuna katılıyor. Ancak soru değişip, şu anda ülkeyi tehdit eden en önemli çevre sorunlarını listelemeleri istendiğinde, küresel ısınma 16. sırada yer alıyor. Kaliforniya Üniversitesi’nden Susanne Moser bu konuda iletişimcilerin karşılaştıkları güçlükleri şöyle sıralamış:

– İklim değişikliğinin sebeplerinin açıkça anlatılamaması, insan faktörünün net olarak görülememesi.

– Uzun vadeli etki yüzünden aciliyet hissinin oluşmaması ve insanların şu anda deneyimledikleri etkilerin hissedilebilirliği.

– Harekete geçme sonunda vaat edilen “hazzın” soyut olması.

– Karmaşa ve kararsızlık.

– Harekete geçme konusunda yeterli uyaran olmaması, idrak eksikliği ve ilgi yoksunluğu.

“Mesajınızı Şimdi Önemli Kılın”
İklim değişikliğinin iletişimi öylesine yakıcı bir başlık ki, birçok üniversite bu alana özel çalışmalar yapan bölümler kuruyor. Örneğin Yale Üniversitesi’nin İklim Değişikliği İletişimi adlı projesinin temel misyonu, daha etkin kampanyalar yapabilmeleri için eğitimcileri ve iletişimcileri bilgi ve araştırmalarla desteklemek. George Mason Üniversitesi’nin İklim Değişikliği İletişimi Merkezi 2010 yılından beri onlarca araştırma yayımladı. Columbia Üniversitesi bilimciler, gazeteciler, eğitimciler, siyasetçiler ve ilgili tüm diğer kesimler için “İklim Değişikliği İletişimi’nin Psikolojisi” adında bir rehber hazırladı (Rehberin tamamına internet üzerinden de ulaşılabiliyor). Rehbere baktığımız- da aslında dünyanın bu alandaki ilk “küresel kampanyası”ndan bahsettiğini görüyoruz. Hedef kitlemiz “herkes”!

Rehberin ilk önerilerden biri “Mesajınızı eve taşıyın, yerel bir çerçeve kurun”. İkinci önemli öneri ise “Mesajınızı şimdi önemli kılın. Gelecek yerine bugüne yönelik bir çerçeve çizin”. Diğer pek çok öneri arasından önemli olanlarından biri de “Duygu sömürüsü yapmamaya dikkat edin!”.
Aslında içinde bulunduğumuz durum, insan zihninin çalışma biçimi ve uzun yıllardır içinde yaşadığımız tüketim odaklı sistemin kazandırdığı alışkanlıklar ile de ilgili. Riskin analitik algısı ile ilgili çoğu yerleşik teori, insanların risk algısının ve karar alma süreçlerinin bilinçli, rasyonel bir süreç olduğunu, önlerindeki riskli durumu analiz ettiğini, kendi için en iyi sonucu verecek biçimde hareket ettiğini varsayıyor. Ancak araştırmalar (ve elbette hayat) gösteriyor ki bu analitik süreç irrasyonel de olsa duygulardan etkileniyor. Örneğin, kişinin o anda gördüğü kampanya posterindeki görselle ilgili duygusu, belli başlı bazı nesne veya fikirlere olan önyargısı gibi… Belli ki iklim değişikliğini bir veri iletişimi ile anlatamıyoruz. Bu da insanlarla mutlaka duygusal bir bağ kurmamız gerektiğini gösteriyor. Mevcut durumda, bu duygusal bağın kurulduğu pek çok örnekte “korku iletişimi” temel alınıyor. Saffron O’Neill ve Sophie Nicholson-Cole’un yaptıkları bir araştırma, iklim değişikliğini korku verici bir dil ve ikonografi ile anlatan kampanyaların dikkat çektiğini, ama gerçek bir kişisel sorumluluk duygusu uyandırma motivasyonunu oluşturmakta zayıf kaldığını gösteriyor. Tehditkâr olmayan ve insanların günlük yaşamları ile bağdaştırabilecekleri bir hikaye dili ve buna uygun bir görsel atmosfer, insanların meseleye sahip çıkmasını sağlamakta çok daha başarılı olabilir. İşte “hikaye etme” ve “anlatıcılık” tam da burada devreye giriyor. Bu devasa soruna günlük hayattaki pek çok temas noktamızı görülebilir hale getirmek için en önemli iletişim aracımız “hikaye etmek”.

Sözü Yukarıdan Değil Aşağıdan Söylemek
2015 yılında bizim de üyesi olduğumuz Avrupa çapında sosyal fayda iletişimi ajanslarını bir araya getiren DNS Network, Türkiye dahil yedi ülkede bir iklim değişikliği kampanyası başlattı. “İklim Kuşaklarıyız” diyen bu kampanya için yedi ülkede yedi fotoğrafçı yedi ailenin üç kuşağını fotoğrafladı. Aynı anda bu ailelerle röportajlar da yapıldı ve öyküleri dinlendi. İklim değişikliğinin etkilerini yaşayan bu üç kuşağın bir arada olduğu ve “Bizler son kuşaklarız. Bizler iklim değişikliğini durdurmak zorunda olan kuşağız” dedikleri kampanya çerçevesinde, dileyen herkes aile resimlerini çekerek kendi mesajlarını ilettikleri posterler tasarlayabildiler. Kampanya Paris’teki COP21 Konferansı sırasında eşzamanlı olarak yedi ülkede açılan sergilerle başlatıldı. Buradaki kritik nokta, iklim değişikliği üzerine “yukarıdan söz söyleyen” kampanya alışkanlığını bırakıp doğrudan bu değişikliğin yükünü yaşayan insanlara söz verilmesiydi. Yayılabilmesi için kurgulanan sistem de herkesi kendi hikayesini anlatmaya çağırıyordu. Böylelikle sadece kurgulanan bir hikaye değil, insanların kendi hikayeleriyle hep büyüyen bir öykü anlatılabildi. İnsanlar bağ kurabilecekleri, kahramanı olabilecekleri bir öykü gördüler. Ve bu öyküye gönüllü olarak katıldılar. Belki de en iyi hikayelerin sırrı burada. İnsanların özdeşleşebileceği, bitmeyen, yeniden üretilebilen, dişi bir kurgu yaratabilmekte.

 

EkoIQ Editör