İklim

“Sıcaktan Ölüyoruz!”

İklim değişikliğinin önüne geçmenin tek yolu karbon emisyonlarının azaltılması. Bu da fosil yakıtlardan vazgeçmeyi gerektiriyor. Ne yazık ki hükümet bu konuda etkili bir çalışma yapmadığı gibi Paris Anlaşması onay sürecini de askıya aldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen yıl bir açılışta yaptığı konuşmada yerli kömür kullanımına devam edileceğinin sinyalini vermiş, “Benim yerli kömürüm var. Sadece güneş ve rüzgar gibi kaynaklarla Türkiye’nin ihtiyacını karşılamak mümkün değil” demişti. Bu görüş uzmanların görüşüyle taban tabana zıt.

YAZI: Sibel BÜLAY

Bütün dünyada küresel ısınmadan kaynaklanan, art arda gelen iklim felaketleri yaşanıyor. Kuzey Yarıküre en sıcak yazını yaşıyor. Temmuz ayında Antarktika’dan, Kıbrıs’ın üçte ikisi büyüklüğünde, trilyon tonluk buzdağı koptu. Amerika’da, Avrupa’da yangınlar, Asya’da süper kasırgalar can ve mal kaybına neden oluyor. Dünyanın dört bir yanından sel ve heyelan haberleri geliyor.

Türkiye de küresel ısınmadan nasibini alıyor. Buna bir de çevre tahribatı eklendiğinde ülkemizin derinleşen bir çevre felaketi içinde olduğunu görüyoruz. Siyasetçilerimiz bu felaketleri “afet” olarak nitelendirip suçu doğaya yüklemek istese de gerçek şu: Yaşadığımız seller, kuraklıklar ve diğer doğal felaketler yanlış politikalar, kötü uygulamalar ve hazırlıksız olmanın sonucu halka bu kadar zarar veriyor.

İklim değişikliğinin önüne geçmenin tek yolu karbon emisyonlarının azaltılması. Bu da fosil yakıtlardan vazgeçmeyi gerektiriyor. Ne yazık ki hükümet bu konuda etkili bir çalışma yapmadığı gibi Paris Anlaşması onay sürecini de askıya aldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen yıl bir açılışta yaptığı konuşmada yerli kömür kullanımına devam edileceğinin sinyalini vermiş, “Benim yerli kömürüm var. Sadece güneş ve rüzgar gibi kaynaklarla Türkiye’nin ihtiyacını karşılamak mümkün değil” demişti. Bu görüş uzmanların görüşüyle taban tabana zıt.

Enerji Ekonomisi ve Finansal Analiz Enstitüsü’nün (IEEFA) hazırladığı “Turkey at a Crossroads: Invest in the Old Energy Economy or the New?” (Yol Ayrımında Türkiye: Eski Enerji Ekonomisine mi Yenisine mi Yatırım?) raporuna göre Türkiye, enerji politikası konusunda tarihi bir hatanın eşiğinde. Linyit kömürlü termik santrallara yatırım yaparak büyük ekonomik risk alıyor. Bu yatırımın Türkiye’ye ilk maliyeti 1,1 milyar dolar civarında. Sübvansiyon öncesi %19 olan artışa 2 milyar dolar sübvansiyon maliyeti eklendiğinde elektrik fiyatlarında artış %29’a çıkacak. Öte yandan, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nın (TEPAV) “Enerji Politikaları ve Ekonomi Üzerindeki Etkileri” raporuna göre ise Türkiye, 2013-2015 yılları arasında %25 artış ile fosil yakıt teşviklerini en çok artıran ilk 20 ülke arasında.

IEEFA raporunda 2015’te dünya piyasalarında yenilenebilir enerjiye 266 milyar dolar yatırım yapıldığı ifade ediliyor. Bu miktar kömürlü ve doğalgazlı santrallara yapılan yatırımın iki mislinden fazla. Rapor ayrıca dünyanın her yerinde kömür şirketlerinin maddi sıkıntı içinde olduğunu, önemli şirketlerin iflas ettiğini de vurguluyor. İsveç’in kamu enerji şirketi Vattenfall’un Almanya’daki linyit yataklarını ve termik santrallarını 2,7-3,3 milyar dolar değerinin altında satışa çıkarması, kömürde riskin ne kadar büyük olduğunun önemli bir göstergesi. IEEFA raporunda “Türkiye’nin güneş enerjisi potansiyeli AB üyesi ve aday ülkeler arasında 34 ülkeden 27’sini geride bırakmaktadır. Ancak, toplam güneş enerjisi kurulu gücü ve elektrik üretimi rakamlarına bakıldığında Türkiye, AB ülkelerinin gerisinde kalmaktadır. 2016 Mart sonu itibarıyla Türkiye’nin şebeke bağlantılı güneş enerjisi kurulu gücü 388 MWe kapasiteye ulaşmıştır. İspanya’nın kurulu gücü 7 GW, Almanya’nın ise 40 GW’tır” ifadeleri yer alıyor. (Almanya gündelik elektrik tüketimi 63 GW. 8 Mayıs 2016’da güneş ve rüzgardan toplam 55 GW elektrik üretildi.)

TEPAV raporunda ise “Türkiye rüzgar enerjisinde teknik potansiyelinin ancak %4’üne denk gelen bir kurulu güce sahiptir. (Siemens ihalesiyle bu durumun değişmesi söz konusu olacaktır). Güneş ve rüzgar enerjisindeki bu durum yenilenebilir enerji konusunda Türkiye’nin atması gereken pek çok adım olduğuna işaret etmektedir. Yapılan hesaplamalara göre Türkiye’nin 2030 yılına kadar mevcut politikalarını sürdürmesi ile karşılaşacağı maliyetlerin, daha yüksek yenilenebilir enerji kullanım oranlarını hedefleyen senaryolardan daha yüksek olması, maliyetlerin Türkiye’nin yenilenebilir enerji potansiyelini gerçekleştirmesinin önündeki önemli engellerden biri olarak durmadığına işaret etmektedir” deniyor.

Sonuç olarak Türkiye’nin kömür yerine yenilenebilir enerjiye yatırım yapmasının çok daha doğru olacağı artık tartışma götürmüyor.

Türkiye’de Çevre Tahribatı Ormanlar
Türkiye, Paris Anlaşması çerçevesinde, iklim değişikliğini önleyici politikalarını sunduğu “Niyet Edilen Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkı” kapsamında “Orman Rehabilitasyon Eylem Planı ve Ağaçlandırma Seferberliği” yapılacağını vadediyor. Gelin görün ki ülkenin dört  bir yanında ormanlar yok ediliyor. Karadeniz’de Ocak ayında Sürmene Çamburnu’nda yangın çıktı. Mayıs ayında oraya “Orman Köşkleri” inşa ediliyor. Kaz Dağları maden, yol ve şimdi de termik santral uğruna feda ediliyor. İstanbul’da Kuzey Ormanları rant uğruna imara açılıyor; 3. köprü, 3. havalimanı projeleriyle yok ediliyor. Son olarak da maden uğruna Cerattepe katliamı başladı. Ağaçlar karbon yakalama ve yeraltı su kaynaklarını besleyen su döngüsü işlevi görüyor. TEMA’ya göre dünyadaki temiz suyun %75’i ormanların beslediği havzalardan geliyor. Ama ağaç kesimi tüm hızıyla sürdüğünden ülkede erozyon, toprak kayması, kuraklık ve seller yaşanıyor ve artarak yaşanacak.

Kentleşme
Tek kelimeyle berbat kentleşme sonucu şehirlerimizde yeşil alan kalmadı. (Türkiye, “Beton makinesi sesinden çok keyif alırım…” diyen Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce’yi de gördü). Güneş altında asfalt 65 dereceye kadar ısınıyor. Binalar da ısınıyor ve ikisi ısındıkça radyatör işlevi görüyorlar. Bu nedenle şehirlerde ısı farkı +12 dereceyi buluyor. Şehirlerimizde ağaç kalmadığından insanlar serinleyecek gölge, esinti bulamıyor; “sıcaktan ölüyoruz” diye feryat ediyor. Aşırı sıcaklar yoğun buharlaşmaya, bu da su kaynaklarının kurumasına ve yoğun yağışlara neden oluyor. Altyapının yetersizliği, yağmur yağdığında suyu emecek toprağın olmaması, dere yataklarındaki yapılaşma, bütün bunlar sellere neden oluyor. Ankara’da alt geçitler kanala dönüşüyor. Bu yaz Artvin, Çanakkale, İzmir, Kastamonu, Aksaray’da sel felaketi yaşandı. Bursa, bir saatte metrekareye 14 kg yağış aldı. İstanbul metrosunun rayları sular altında kaldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Avrasya Tüneli açılışında “Artık fırtına çıktı, vapur seferleri iptal oldu, sis çöktü, köprüde trafik durdu gibi haberleri geride bırakıyoruz. Kesintisiz araç ulaşımı mümkün hale geldi” dese de tünel girişi bile sular altında kaldı. Sel suları yeraltı su kaynaklarını beslemediği gibi insanların yaşamını altüst ediyor. Hem aile hem ülke ekonomisi büyük darbeler alıyor.

Aşırı sıcaklardan dolayı kuruyan kaynakların yanı sıra yapılanmadan dolayı su kaynaklarını kurutuyoruz. Örneğin İstanbul’da Küçükçekmece Gölü civarındaki su, yapılanmadan dolayı içme suyu özelliğini kaybetti. Bugünlerde ise Çevre Mühendisleri Odası, Kanal İstanbul güzergahın- daki Sazlıdere Barajı ve 3. havalimanı projesi civarındaki Terkos Gölü ve Büyükçekmece Gölü’nün ciddi tehlike altında olduğunu belirtti.

Çevreyi Koruma

Hükümet, Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) sürecini çevreyi koruma amaçlı olarak değil, yatırımları engelleyen bir formalite olarak görüyor. Ve/veya çevreyi korumaya gerek görmüyor. Nitekim hükümet ÇED yönetmeliğini değiştirerek nükleer santral, 3. köprü, Gebze- İzmir otobanı, Ilısu Barajı ve 3. havalimanı projelerini ÇED kapsamı dışında bıraktı. ÇED raporu olumsuz olunca da dikkate alınmıyor. Ormanların yok edilmesinin, denizlerin ısıtılmasının ne gibi etkileri olabilir? Bunu araştırmaya gerek görmediler/görmüyorlar.
Son
Seller, sıcaktan kavrulanlar… Bu yaz çevreye verilen zararın etkilerini sıkıntılı bir şekilde görmeye başladık. Sadece biz değil, bütün dünya olarak görmeye başladık. Ve hükümetimiz ya işin ciddiyetini henüz kavramamış veya “yatırım” uğruna bize bu sıkıntıları yaşatmakta sakınca görmüyor. Nasıl olsa bizim halktan da hesap soracak kimse çıkmaz. Ama gerçek şu: Yaşamakta olduğumuz çevre felaketlerinin bir kısmı önlenebilir. Önlenemeyenlerin de etkilerini iyi planlama, doğaya saygı ve dayanıklılığı artırarak azaltmak mümkün.

About Post Author