#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Dünyamızın Sınırlarını Belirleyen Kritik Unsurlar

Günümüzde türlerin %25’i tükenme tehdidi altında. Son 20 yılda kaydedilen yok olmaların yarısı arazi kullanımı değişimi ve iklim değişikliği nedeniyle karasal ortamda oluştu. Mercan ve yosun türlerinde görülen yok olmalar ekosistem dinamiklerinde büyük tahribatlara yol açıyor.

YAZI: Özgür Öztürk, ozgur.ozturk@akcansa.com.tr

Bu ay sizlere yakın zamanda okuduğum ve çok beğendi­ğim bir akademik çalışma­nın özetini aktaracağım (Orijinal makale: “Planetary Boundaries: Exploring the Safe Operating Spa­ce for Humanity”, Rockström ve diğerleri, 2009). Dünya sistemi üzerindeki insan kaynaklı baskıların geldiği nokta­da, küresel ölçekte çevresel etkiler artık kaçınılmaz hale geldi. Antro­posen adını verdiğimiz yeni çağda korkunç bir hızla artan insan ak­tivitelerinin sisteme yaptığı etki sonucu kritik biyofiziksel alt sis­temlerin dengesi bozuluyor ve geri dönüşü olmayan, üstelik insanlığı tehdit eder boyutta yıkıcı çevresel değişimler gerçekleşiyor.

Aslında bu durum hakiki bir iki­lem yaratmakta: Sosyoekonomik kalkınmanın baskın paradigması halen insan-kaynaklı bu çevresel felaketlerin kıtasal ölçekten küre­sel ölçeğe sıçradığının maalesef farkında değil. Bu araştırmada in­sanların Dünya Sistemi’nin normal döngüsü içinde güvenli bir yaşam sürdürebilmeleri için “dokuz kri­tik unsur”un sınırları tartışılıyor.

Holosen, yani buzularası dönem, yaşam için daha durağan bir çevre­sel ortam sunarken tarımın ve top­lumların gelişimine fırsat vermişti. Bu süre içinde insan aktiviteleri sonucu oluşan çevresel sorunlar bölgesel ölçekte etkiler yaratmış­tı. Antroposen çağının başlangıcı sayılan Sanayi Devrimi ile birlikte endüstrinin baş döndürücü hızla gelişimi çevresel etkileri küresel öl­çeğe taşıdı. Bu etkiler olmasa, Ho­losen çağı belki de daha binlerce yıl geleceğe uzanabilirdi.

Şimdi kısaca bu dokuz kritik un­surun ve bu araştırmada belirlenen eşik değerlerinin üzerinden geçe­lim.

1- İklim Değişikliği

Kopenhag’da 2009 yılında yapılan 15. Taraflar Konferansı’ndan bu yana iklim değişikliği sınırı üzerine gayet şiddetli tartışmalar yapılıyor. Sanayi Devrimi öncesine göre kü­resel ortalama sıcaklık artışının 2 derecenin üzerinde olmaması he­defleniyor. Bazı araştırmacılar bu artışın dahi insan sağlığını tehdit edecek iklim etkileri yaratacağını vurgularken, tam tersini savunan­lar da var. 65 milyar öncesinden günümüze paleo-iklim bulguları atmosferik karbondioksit yoğun­luğunun 450 ppm üzerinde iken gezegende buz varlığının olmadı­ğını, 350-450 ppm seviyesinin ise tehlikeli bölge olduğunu gösteri­yor. CO2 konsantrasyonu 350 ppm üzerinin kritik eşik olduğu, bunun üzerinde bazı kutup buzul kütlele­rinin muhtemelen yok olabileceği düşünülüyor. (Yazarın notu: Nite­kim bu durum günümüzde kanıt­lanmıştır!)

2- Okyanus Asitleşmesi

Okyanuslar bugün insan kaynaklı emisyonların %25’ine yutak görevi­ni üstleniyor. Bunun iki sebebi var; birincisi CO2’nin suda çözünmesi, diğeri ise denizel organizmaların kabuk oluşumunda kalsiyum kar­bonat kullanımı. CO2’nin okyanus­larca emilimi suyun pH’ını düşürü­yor, yani asit oranını artırıyor. Bu durum ise denizel biyoçeşitliliği tehlikeye atıyor. Birçok denizel organizma CO2 dengesine hassas. Okyanus sularının yüzey pH değe­ri Sanayi Devrimi’nden bu zamana dek 0,1 birim azaldı, başka deyiş­le karbonat konsantrasyonu %16 düştü. Bu asitleşme hızı son 20 yıldır ilk kez görülüyor. Denizel or­ganizmalar kabuklarının oluşumu için ağırlıkla aragonit olmak üzere farklı karbonat formları kullanır. Suyun pH’ı düşünce oluşan karbo­nat suda çözünüyor ve organizma­lar kabuk oluşumu için gerekli kar­bonatı bulamaz duruma geliyorlar. CO2 dengesinin bozulma hızı, orga­nizmaların buna adapte olmalarına fırsat bile vermiyor. Denizel orga­nizmaların giderek yok olmaları, denizel ekosistemde belirsiz sonuç ve etkilere yol açacak. Diğer taraf­tan asitleşme su sıcaklığının artma­sı mercan resiflerini de bitiriyor. Tüm bu etkilerin sınırlı kalması için; okyanus karbonat doygunlu­ğunun Sanayi Devrimi öncesi değe­rinin (3,44) en az %80’i düzeyinde tutulması gerekiyor.

3- Ozon Seviyesi

Ozon tabakası stratosferde güneş­ten gelen ultraviyole radyasyonu­nu filtreler. Antarktika’daki ozon deliği oluşumu Dünya Sistemi’nde­ki bir eşiğin aşılmasına en güzel örnek. Bu delik özellikle denizel organizmaların varlığı ile insan sağlığını tehdit etmiştir. Ozon deliği oluşumunda insan aktivite­lerinin etkisinin yanı sıra düşük sıcaklıklar, havadaki su buharı ve nitrik asit varlığı da rol oynadı. İnsanlığın diğer etkenlere dolay­lı olarak katkısı vardır. Ozon için kritik eşiğin herhangi bir enlemde­ki 1964-1980 değerinin %5 eksiği olarak düşünülmektedir. Diğer ta­raftan Montreal Protokolü (1987) sonrasında alınan önlemler sonucu ozon tabakasını yıkan gazların sa­lımı, 1992-94 yıllarında görülen en yüksek değerlere kıyasla %9 ora­nında azalma göstermiştir. Ozon seviyesi problemi, insanlığın akılcı yaklaşımları ve çabası sayesinde, güvenli sınır içinde kalabileceğine dair iyi bir örnek ve umut olarak görülebilir.

4- Fosfor ve Azot Çevrimi

Yerel ve bölgesel ölçekteki azot ve fosfor çevrimi etkileşimi göl ve de­nizel ekosistemlerde beklenmedik değişimlere yol açmaktadır (Baltık denizinde görülen oksijen yetersiz­liği gibi). Aşırı düzeyde balıkçılık ve karasal bozulma gibi insan-kay­naklı etkilerle karasal, su ve deni­zel ekosistemler ciddi oranda zarar görmektedir. Azot çevrimindeki insan etkisi çok şiddetlidir: bu etki azotun atmosferde yoğunlaşması­na sebep olmakta; endüstriyel, ta­rımsal aktiviteler ile fosil yakıt ve biyokütle yanması ana sebeplerdir. Diğer taraftan fosfor insanlığın kullanımı için maden olarak üreti­lir ve Dünya Sistemi’ne bazı temel jeolojik prosesler ile katılır. Azot için belirlenen eşik değer bugünkü değerin %25’idir. Fosfor için ise in­san-kaynaklı aktivitenin öncesi do­ğal seviyelerin 10 katı eşik değer olarak belirlenmiştir.

5- Biyoçeşitliliğin Azalma Hızı

Yerel ve bölgesel biyoçeşitlilik değişimi Dünya Sistemi’nin her noktasına yayılabileceği gibi, diğer kritik unsurları (karasal ve denizel ekosistemler gibi) da olumsuz yönde etkileme potansiyeli taşımaktadır. Jeolojik tarihte yaşanan, örneğin Tersiyer çağındaki dinazorların yok olmaları, dünya ekosistemlerinde kalıcı değişimler yaratmış, dönüşü olmayan büyük ölçekli biyoçeşitlilik kayıplarına sebep olmuştur. Antroposen çağında biyoçeşitlilik kaybı türlere göre 100-1000 kat hızlanmış durumda. Günümüzde türlerin %25’i tükenme tahdidi altında. Son 20 yılda kaydedilen yok olmaların yarısı arazi kullanımı değişimi ve iklim değişikliği nedeniyle karasal ortamda oluştu. Mercan ve yosun türlerinde görülen yok olmalar ekosistem dinamiklerinde büyük tahribatlara yol açıyor.

6- Temiz Su Kullanımı

Bugün insanoğlu küresel ölçek­te akarsu rejimini kesin biçimde değiştirmekte. Dünyadaki akarsu­ların %25’i denizlere ulaşamadan kuruyor. Su çevriminin karşı kar­şıya kaldığı manipülasyon, biyoçe­şitlilik, gıda ve sağlık güvenliğini ve ekolojik fonksiyonların sağlıklı işlemesi gibi unsurları olumsuz etkilerken; karasal ve denizel eko­sistemleri tehlikeye sürüklüyor. Yerel ve bölgesel yağış rejimini değiştirerek insan yaşamını olum­suz etkiliyor. Temiz su kaynağı için önerilen eşik, atmosferik su çevri­minin tekrar yağışa dönüşebilecek oranda olmasıdır. Diğer taraftan yağışla gelen yüzey sularının da bu çevrimdeki rolü çok önemli. Temiz su eşiğindeki en önemli belirleyici parametre insanlığın gelecekteki ihtiyacı ile şekillenecek gibi görü­nüyor.

7- Arazi Sistemi Değişimi

Arazi kullanım değişimi özellikle tarımsal faaliyetlerin gelişimi ve yo­ğunlaşması sonucu oluşmakta ve küresel çevresel etkileri ile insanlı­ğın uzun dönem sürdürülebilirliği­ni olumsuz etkilemekte. Orman ve diğer karasal ekosistemlerin tarım arazisine dönüşümü son 40-50 yıl­da büyük bir hız kazanarak, ekosis­tem fonksiyon ve sistemlerindeki muazzam kaybın en büyük sebebi oldu. Küresel bir unsur olarak ara­zi değişiminde kritik eşiğin, buz kütleleri dışında kalan arazinin en fazla %15’inin tarım arazisine dö­nüştürülmesidir. Bu sınırlar içinde güvenli bir yaşam için insanlığın, verimli arazileri en üretken şekil­de kullanmaları, sulama verimliliği sağlamaları, şehirleşme gelişimi ve biyodizel üretimini kontrol altında tutmaları gerekli. Nüfus artışı, gıda tüketimi, gıda üretimi ve dağıtımın­daki kayıplar gibi parametreler de en az bunlar kadar önemli. Dünya genelinde verimli arazilerin biyoya­kıt üretimi veya şehirleşme amacıy­la kullanılması durumunda, gıda üretimi için daha verimsiz araziler kullanılması kaçınılmaz. Bu da ara­zi değişimini daha süratli etkileye­cektir. Küresel ölçekte arazilerin %12’si tarım amaçlı kullanılmakta­dır ve sadece %3’lük bir artış, arazi sistemi unsurunu eşik değere ulaş­tıracaktır.

8- Havada Asılı Madde Yükü

Sanayi Devrimi’nden bu yana ha­vadaki asılı madde konsantrasyonu (özellikle toz partikülleri ile sülfür ve azot oksitler) yine insan aktivi­teleri sonucunda iki katına çıktı. Havada asılı yük dünyamızın rad­yasyon dengesini ya gelen radyas­yonu uzaya geri dağıtmak yoluyla veya bulutların yansımasını etkile­yerek bozmaktadır. Aynı zamanda bulutlardaki yağış mekanizmasını düzensizleştirerek su çevrimini olumsuz etkilemektedir. İnsan sağlığı açısından ele alırsak hava­da asılı partikül madde (PM2,5) konsantrasyonu; yetişkinlerde görülen dolaşım ve solunum yet­mezliği kaynaklı ölümlerin %3’ü, soluk borusu, bronşit ve akciğer kanseri kaynaklı ölümlerin %5’i ve kentlerde yaşayan çocuklarda görülen akut solunum enfeksiyo­nu kaynaklı ölümlerin %1’inden direkt sorumludur. Bu etki geliş­mekte olan Asya ülkelerinde yılda 800 bin erken doğan ölümüne de sebep olmakta. Yine şehirlerde katı yakıtlardan kaynaklanan hava kirliliği yılda 1,6 milyon ölüme ne­den oluyor. Küresel yağış düzeni, enerji dengesi, ormanların bozu­lumu, asit yağmurları nedeniyle tatlı su balıklarının azalması gibi sonuçlar da cabası. Tüm bu ve di­ğer bilinemeyen etkiler nedeniyle, havada asılı madde yükü için gü­venli bir eşik belirlemek mümkün olmamıştır.

9- Kimyasal Kirlilik

Konu kimyasal kirlilik olduğunda radyoaktif bileşikler, ağır metaller ve insan kaynaklı organik bileşikler akla ilk gelen parametreler oluyor. Bunların insan ve ekosistem sağlı­ğını ne kadar olumsuz etkilediğini ve üstelik artık yerel veya bölgesel değil, tamamen küresel ölçekte bir sorun oluşturduğunu da vurgula­mak yerinde olur. Kimyasal kirlilik bir yandan ekosistem fonksiyon ve servislerini etkisiz kılarken, diğer taraftan da diğer küresel unsurları tetikliyor. Örneğin kömür yakılma­sı ile çıkan cıva kimyasal bir kirlilik kaynağı olarak kalmıyor, aynı anda iklim değişikliği unsuruna da etki ediyor. Benzer şekilde biyoçeşitli­lik üzerinde de son derece zararlı sonuçlar oluşturuyor. Kabaca bir tahminle dünya üzerinde satışı ya­pılan 80-100 bin kimyasal madde var. Bunların çevredeki konsant­rasyonlarını ölçmek neredeyse imkansız. Birkaç bin tanesine ait toksidite verisi olsa dahi, bunların etkileşimlerini saptamak mümkün değil. 2001 yılındaki BM Stock­holm Kalıcı Organik Kirleticiler Konvansiyonu’nda PCb, diyoksin­ler, DDt ve diğer zirai ilaç kon­santrasyonlarının küresel ölçekte belirli bir eşiği aştığı ortaya kondu. Bunların yırtıcı türler ve insanlar üzerindeki öldürücü etkisi de vur­gulanarak, kullanımları yasaklan­dı. Nörodavranışsal bozukluklar (otizm, dikkat eksikliği), bağışıklık sistemi zayıflıkları gibi ciddi rahat­sızlıklar da bu tip kirliliğe maruz kalma sonucunda oluşabiliyor. “Kimyasal kirlilik unsuru” aynı za­manda “havada asılı yük unsuru” ile de yakından ilişkili, zira bu kirle­ticiler çok uzun süreli ve uzak me­safelere taşınabiliyor. Bu düzeyde karmaşık, büyük ve yıkıcı etkileri olan bu unsur için bir eşik değer maalesef belirlenememiştir.

Unsurlar Arası Etkileşim

Tanımlanan unsurlar arasındaki et­kileşimin, yine belirlenebilen eşik değerlerin sapmasına yol açabi­leceği düşünülmektedir. Örneğin iklim değişikliğini tetiklemesi so­nucu su kıtlığı nedeniyle kuraklık geçiren bir arazi parçası, tarımsal özelliğini kaybedecek ve böylece arazi bozulumu unsurunu da aşa­ğıya çekecektir. Bir başka örnek Amazon Ormanları’nın giderek sa­van-iklimine özgü bitki örtüsüne dönüşümüdür. Bunu başlıca sebebi de ormansızlaştırma ve yoğun biyo­kütle yakmanın Amazon üzerindeki yağış rejimini değiştirmesidir. Bir diğer örnek, yerel etkilerin bölgesel ölçekte sonuçlarına dairdir: Tibet’in Himalaya-Hindu bölgesindeki 15 bin buzul, bölgedeki 500 milyon in­san kadar Çin’deki 250 milyon kişi için de içme suyu kaynağıdır. Ancak iklim değişikliği sonucu ortaya çı­kan buzul erimesi tüm geniş bölge­de sel oluşumlarına, su temininde mevsimsel farklılaşmaya ve yağış rejiminde büyük değişimlere neden oluyor. Durumun ciddiyetini gözler önüne seren örnekler çok daha ar­tırılabilir.

Son Söz

Evet, insanoğlu bu kritik unsurla­rın üç tanesinde maalesef eşik sınır değerleri çoktan aştı: Birincisi; “kü­resel nitrojen döngüsü” özellikle modern tarımla birlikte keşfedilen gübre sayesinde. İkincisi “iklim de­ğişikliği” atmosferik karbondioksit yoğunluğunun artışı ile. Ve üçüncü­sü “biyoçeşitlilik kaybı hızı” birçok türün hızla yok olması, birçoğunun tehdit altında olması ve dolayısıyla ekosistem fonksiyon ve sistemleri­nin hızla geriye gitmesi ile. Neticede vurgulanmak istenen ise şudur: Yukarıda bahsedilen tüm kritik küresel unsurlar muazzam şe­kilde birbirleri ile ilişki içerisindedir. Ve her birisini kritik bir eşiğin altın­da tutmak, insanlığın geleceği için en güvenli seçenek olacaktır.

EkoIQ Editör