EKOIQ’nun yayıncı kuruluşu olan Ekologos’un yaklaşık bir yıl önce yayına aldığı İklim Haber portalının ve Türkiye’nin önemli araştırma şirketlerinden KONDA’nın birlikte gerçekleştirdiği ve 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde sonuçlarını açıkladığı “Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı ve Enerji Tercihleri Araştırması”, çevresel sürdürülebilirlik krizinin farklı siyasi eğilim ve kimliklere sahip yurttaşlar tarafından da büyük oranda kavrandığını gösteriyor.
YAZI:Barış DOĞRU
Siz bu satırları okurken, Türkiye’nin geleceğini önemli oranda etkileyecek seçim sonuçları belli olmuş olacak; dosyadaki yorumların çoğu ise sonuçlar belli olmadan önce kaleme alındı. Ancak önemli bir dönüm noktası yaşadığımızı söyleyebiliriz. Türkiye’nin bir yandan siyasal sorunlar yaşarken, bir yandan da derin bir ekonomik krizin eşiğinde olduğu birçok uzman ve araştırmacı tarafından dile getiriliyor. Türkiye’nin ciddi bir çevresel sorun yaşadığını da söyleyebiliriz sanırım. EKOIQ’nun yayıncı kuruluşu olan Ekologos’un yaklaşık bir yıl önce yayına aldığı İklim Haber portalının ve Türkiye’nin önemli araştırma şirketlerinden KONDA’nın birlikte gerçekleştirdiği ve 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nde sonuçlarını açıkladığı “Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı ve Enerji Tercihleri Araştırması”, bu çevresel sürdürülebilirlik krizinin farklı siyasi eğilim ve kimliklere sahip yurttaşlar tarafından da büyük oranda kavrandığını gösteriyor. Önümüzdeki dönemde, bu ekoloji krizi ile ekonomik krizin birleşerek daha görünür hale geleceği de tahminler dahilinde. Yaşanan bu çok katmanlı krizin ardında, uzun bir dönemdir sürdürülebilir kalkınmanın aksi istikametinde atılan kamusal yönetim kararlarının yattığı da apaçık bir gerçek bizim açımızdan. Peki yeni dönemde, kalkınma ile ekolojik yaklaşımların birbirini dışlayan anlam ve eylem kümeleri olduğuna dair yanıltıcı mitolojinin yerini sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin alması mümkün mü? Yurttaşlar bunu benimseyebilir mi? Siyasetçiler, sivil toplum önderleri ve iş dünyasının bu yeni ekonominin oluşumunda rolleri neler olabilir? Bu sayıda, bu sorular eşliğinde, yeni dönemin yol haritalarının peşine düşmeye çalıştık. Fosil yoğun, doğayı sadece bir kaynak olarak gören, ekosistem hizmetlerinin bir bedelinin olmadığını düşünen, dolayısıyla geçmiş yüzyıllara ait konvansiyonel kalkınma anlayışından “yeni ekonomiye” geçmek elbette kolay değil. Ancak açık ki, yol tükendi. Yeni bir yol açılmazsa, ancak geriye doğru uzanan, kendi kendini yiyen bir yol kalacak gibi…
“Endişeliyiz, Karamsarız ama Güneş ve Rüzgara Güveniyoruz”
Türkiye toplumunun, yaşam biçimleri, algıları ve kültürel kodları aracılığıyla çok kesin çizgilerle birbirinden ayrıştığını, derin tarihsel önyargılara dayalı toplumsal kutuplaşmanın gitgide daha belirleyici olduğunu söylemek için sosyal bilimci olmaya gerek yok. Çarşıda, pazarda kimi çevirip sorsanız benzer bir yanıtı alabilirsiniz. Peki böylesine güçlü fay hatlarının üstüne bina edilmiş bir toplumun hiç mi ortak paydası yoktur?
Türkiye’nin önde gelen araştırma şirketlerinden KONDA ile iklimhaber.org’un birlikte gerçekleştirdiği “Türkiye’de İklim Değişikliği Algısı ve Enerji Tercihleri Araştırması”, bu fay hatlarının üzerinde ikamet edenlerin iklim değişikliği algıları konusunda hiç de azımsanmayacak ortak yanlarının olduğunu ortaya koydu. Bir kere Türkiye toplumu, muhafazakâr veya modern, çok az farklarla küresel ısınmanın gerçek olduğunu düşünüyor (%86,2).
Peki “küresel ısınma” kavramsallaştırması üzerinden son derece net olan farklı toplumsal kesimler, iklim değişikliğinden endişe konusunda ortaklaşıyor mu?
Araştırmaya göre evet, fazlasıyla… Kendini kabaca geleneksel muhafazakâr, dindar muhafazakâr veya modern olarak adlandıran üç temel toplumsal kesim de, iklim değişikliği konusunda endişeli (endişeli ve çok endişeli şıklarını işaretleyenlerin toplamı %75’i buluyor).
Diğer yandan iklim değişikliğinin hayatımızın her anında hissetmeye başlıyoruz. Özellikle yaşadığımız coğrafya önemli kuraklık riski ile karşı karşıya. Giderek şiddeti ve sıklığı artan afetler günlük hayatımızı, yaşam alanlarımızı ve ekonomimizi etkiliyor. Örneğin, Suriye’deki kuraklığın, ekonomik etkileri ile büyük olasılıkla bölgedeki krizi derinleştirdiğini belirten raporlar, araştırmalar var elimizde.
AK Partili Seçmenlerin %57’si Kömüre Karşı!
Araştırmanın sonuçlarına göre, küresel ısınma konusunda korkuları olan ve seçtikleri yönetimin bu konuda gerekli adımları atacağına da inanmayan toplumsal kesimlerin, muhalif kesimlerle paylaştığı bir başka alan da, enerji üretim tercihleri. Uzun bir süredir milli ve yerli enerji kavramsallaştırması altında kömürü önceliklendiren enerji politikalarımıza karşın, AK Partili seçmenler de tüm partilerin seçmenleri ve hayat tarzı kümeleriyle birlikte net olarak güneş ve rüzgar diyor.
Peki en çok karşı çıktıkları enerji üretim kaynağı hangisi? Kömür ve nükleer. Her iki kişiden biri, yaşadığı yerin yakınına kömür santralı; her 10 kişiden yedisi, nükleer enerji santralı yapılmasını istemiyor.
Tüm kültürel ve sosyal kutuplaşmalara ve bu yöndeki güçlü itkilere rağmen, bu toplumun yaşam alanları konusunda ciddi endişeleri var. Kömürlü termik ve nükleer santral değil, güneş ve rüzgar gibi temiz enerji kaynaklarını tercih ediyor. Mevcut kalkınma anlayışı ve bu saikle yapılan kömür ve nükleer yatırımı tercihlerine katılmıyorlar, bu yaklaşımla hiç ama hiç hemfikir değiller.
Bir Toplumsal Fay Hattı Olarak Çevre Duyarlılığı
Ancak bu konudaki tek araştırma İklim Haber ve KONDA’nın araştırması da değil. Kısa bir süre önce araştırma şirketi IPSOS’un gerçekleştirdiği “Türkiye Anlama Kılavuzu” başlıklı çalışma da benzer bazı sonuçlara ulaşmıştı. Türkiye toplumunun en temel ortak duygulardan birinin “Çevreye Duyarlılığı” (%82) olduğunu ortaya koyarak benzer sonuçlara ulaşmıştı (Diğer sonuçlar da oldukça ilginç aslında: İnançlılık, %79; Geçmişe Özlem: %77; Küçük Lüksler, %68; Eve Kapanmak, %68).
IPSOS’un araştırmasına göre, her 10 bireyden sekizi yaşadıkları çevrenin ve havanın giderek kirlenmesinden rahatsızdı ve bu trend son iki dönemdir en yüksek seviyeli trend konumunda yer alıyordu. Her iki araştırmanın da benzer sonuçlara ulaşmasının yanı sıra, son derece kritik bir seçim dönemi yaşayan Türkiye’de siyasi partilerin seçim beyannameleri ve politikacıların meydanlarda dillendirdikleri konular da, toplumun çevre konularına yükselen ilgi-alakasının göstergeleri olarak okunabilir. Toplumda yükselen bu güçlü duyguyu, KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır, dosya kapsamında yayımladığımız yazısında, “bir toplumsal fay hattı olarak çevre duyarlılığı” olarak yorumluyor (Diğer iki fay hattı, toplumsal cinsiyet sorunu ve tüketici hakları Ağırdır’a göre). Şimdilik oy tercihine veya güçlü-etkili protestolara dönüşmeyen, aynı jeolojik hareketler gibi, sonunda bir yer sarsıntısına dönüşene kadar gizil bir güç olarak saklı kalan ancak durmadan enerji biriktiren bir alan olarak çevre duyarlılığının, önümüzdeki dönemde kendisini öncü sarsıntılarla hissettirmeye başlaması şaşırtıcı olmaz.
İşte bu öncü sarsıntıları belki de, hem iktidar hem de muhalefetin meydanlarda, seçim beyannamelerinde, afiş ve reklamlarında okumak da mümkündü. Zaten siyasetçilerin, dip dalgaları hissedecek çok daha fazla araca (anketler, bölgelerden gelen raporlar vb. gibi) ve hislere sahip olması çok da şaşırtıcı değil. İktidar cephesinde bu erken uyarıyı, evlere gönderilen ağaç tohumları, ailecek yuvarlanılacak millet bahçeleri vaatleri ile görürken, muhalefetin en güçlü adayı haline gelen ve yeni söylemleriyle dikkat çeken Muharrem İnce’nin güneş enerjisi savunuları (Denizli’nin Bozkurt ilçesi belediyesinin güneş enerjisi santralının açılışını yapması dikkat çekiciydi), ülke yatırımlarının betona gömüldüğü yönündeki eleştirileri ve evet, bir miting sahnesinde bisiklet kullanması gibi sembolik işaretlerle gördüğümüzü söyleyebiliriz. Yine Saadet Partisi Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Temel Karamollaoğlu’nun daha erken seçim kararı alınmadan, Şubat ayında, Kızılderili Reis’in ünlü söylevine atıfta bulunarak “Beyaz AK Partili adam beton ve asfaltın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak” sözleri de belki bu söylemsel değişime bir önsöz olarak okunabilir.
“563 Milyar Doları Nasıl Yaktık?”
Tabii bir de tartışılmayacak bir veri var önümüzde: Türkiye çok boyutlu bir ekonomik krizin eşiğinde. Ve bu kriz, uzun yıllardır, yoğun karbonlu bir büyümeye odaklanmış (temelde inşaat ve fosil yakıt kaynaklı enerji kaynakları), verimliliği esas almayan; orman, tarım arazileri, akarsular gibi ekosistem hizmetlerinin sınırsızca tüketilmesine dayalı bir ekonomi politikasının sonuçları olarak da okunuyor birçok uzman tarafından.
Sözgelimi enerji ve iklim uzmanı Önder Algedik’in Gazete Duvar’da Mayıs ayında yayımlanan son derece önemli köşe yazısı, “563 Milyar Doları Nasıl Yaktık?” başlığını taşıyordu.
“Ekonomistlerin açıklamaları bir yana, iklim bilimi ve toplumsal siyasetle uğraşan bizler için ortada çok keskin bir resim var: Karşımızdaki bal gibi de yüksek karbon krizi. Fosil yakıt bağımlılığının atması, artan bağımlılık ile artan ithalat resmi bu cari açık tartışmalarının önemli bir tarafını oluşturuyor” diyor Algedik ve ekliyor: “1984’ten 2001’e kadar bu ülkede cari açık toplamı 21,8 milyar dolar idi. 2002’den 2017’ye kadar cari açık toplamı ise tam 549 milyar dolar. (…) Bu ülkede 2000 yılında 13 milyon ton kömür, 31 milyon petrol ve 14,8 milyar metreküp doğalgaz ithal ediliyordu. 36 milyon ton çimento üretiyordu, karayolları da 7,2 milyon araca sahipti. Şimdi 36 milyon ton kömür, 50 milyon ton petrol ve 46 milyar metreküp doğalgaz ithal ediyoruz. Yerli ve yabancı çimento lobilerinin eline geçen çimento pazarı yıllık 83 milyon ton çimento üretimine ulaştı. Sokaklarda petrol yakan 22 milyon araç var artık. Sonuç, Türkiye 2002-2017 arası enerji ithalatı ile 563 milyar doları dışarı verdi! Dünyanın fosil yakıt üreticilerinin cebine bu halk 563 milyar dolar koydu. Yani 563 milyar dolar birilerinin cebine gitsin diye 549 milyar dolar cari açık verdik”.
Algedik, “Peki Türkiye bunlara prim vermek yerine iklim dostu çözümlere dönseydi?” diyor ve cevaplıyor: “Verimli binalar, ucuz ve konforlu toplu taşıma, verimli enerji sistemleri tercih etseydi daha az enerji tüketimimiz olacak, bunları çok daha ucuz rüzgar ve güneşten karşılayabilecektik. İşte o zaman cari açığımız olmayacaktı. Çünkü 549 milyar dolarlık cari açığa karşılık 568 milyar dolarlık fosil yakıt faturasını karşılayabilecektik, cebimize 14 milyar dolar bile kalacaktı.” Sonuç olarak önümüzde, kendini en çok cari açıkla belli eden ekonomik krizin gerisinde, sürdürülebilir olmayan kalkınma ve enerji politikaları yatıyor.
Ekonomi ve Ekolojinin Gordion Düğümü
Peki seçim sürecinde bazı adayların buna benzer bir yeni ekonomi politikası ve yenilenebilir enerjiye dayalı bir enerji politikasını dillendirdiklerini de düşününce, Türkiye toplumunun düşük karbonlu, verimliliğe dayalı bir sürdürülebilir ekonomi politikasını satın alabilirliği mümkün mü sizce? Bu sorunun yanıtı, ekonomi ile ekolojiyi, refah düzeyi ile çevresel özeni birbirine karşıt değil, tam tersine birbirini besleyecek yeni bir kalkınma politikasında ve yurttaşlar nezdinde benimsenmesinde yatıyor.
Birçok araştırmanın gösterdiği üzere Türkiye toplumunun halihazırdaki en önemli sorunu ekonomi haline gelmiş durumda. Ancak bu araştırmadaki tercihler de, tüm siyasi grup ve hareketlerin ve sivil toplum kuruluşlarının dikkate alması gereken bir başka sonucu ortaya koyuyor: İhtiyacımız olan sürdürülebilir kalkınma. Düşük karbonlu, temiz teknolojilere dayanan sürdürülebilir bir kalkınma yaklaşımını hep konuşuyor, ama bu konuda yapısal adımları bir türlü atamıyoruz.
Aslında hem siyasi hareket ve gruplar, hem de bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşları için, bu anlamda sahne ve ortam hazır. Hele, modernlik ve muhafazakârlık fay hatlarında sıkışmış, karşı taraflara bir türlü ulaşamayan siyasi hareket ve oluşumları düşündüğünüzde bu, önemli bir fırsat bile olabilir. Her grubu kesen ortak bir endişe ve anlam dünyası. Bulunduğunuz yerden diğerine geçme, gruplar arası geçirgenliği artırma olasılığı. Çevresel duyarlılık, sosyal adalet formlarında fay hatlarında biriken enerjinin yeni bir siyasetin kurucu öğeleri haline gelmesi. Giderek artan ekonomik sıkıntıları, işsizliği, toplumsal huzursuzlukları pozitif bir çözüm önerisiyle giderebilecek, gezegenle barışık yeni bir sürdürülebilir kalkınma yaklaşımının alıcısının arttığını söylemek mümkün; ama daha önemlisi bunları kuvveden fiile çıkarmak. Bu da çok daha yoğun bir teorik ve pratik emek gerektiriyor. Bakalım böyle bir akıl ve güç kısa vadede ortaya çıkabilecek mi?
SİYASİ PARTİLERİN SEÇİM BİLDİRGELERİNDE ÇEVRE
1- Seçime giren siyasi partilerin tümünün doğal varlıkların korunması, ekosistem bütünlüğü ve çevre alanında bir dizi politika ortaya koymaya çalıştıkları söylenebilir. AK Parti, MHP ve İyi Parti konuyu daha çok sürdürülebilirlik, doğal kaynakların koruma-kullanma dengesi içerisinde yönetilmesi ve insan odaklı ele alırken; CHP, HDP ve Saadet Partisi meseleyi insanın da parçası olduğu bir doğa anlayışı, ekolojik ilkeler ve eşitlik kavramlarıyla birlikte dile getirdiler.
2- Anayasal düzeyde ekolojik ilke ve haklara yönelik taahhüt veren iki parti olarak CHP ve HDP öne çıktı. CHP bir Ekolojik Anayasa vaadi dile getirirken, HDP Anayasa’ya “doğa hakları insanların çıkarlarından üstündür” anlayışının yerleştirilmesi gerektiğini savundu.
3- HDP ve MHP seçim bildirgelerinde iklim değişikliği ile mücadele veya uyum yer almıyor. HDP’nin seçim bildirgesinde “iklim değişikliği” ifadesi dahi yer almazken, MHP ise iklim değişikliği ifadesini yalnızca Dış Politika başlığı altında “…yasadışı göç, terörizm, kaçakçılık, iklim değişikliği gibi küresel sorunlara kalıcı ve kapsamlı çözümler üretebilmek için Birleşmiş Milletler sisteminde reforma gidilmesi…” şeklinde kullandı.
4- Saadet Partisi, “İklim adaleti, karbon nötr kentler, iklim dostu belediyecilik” gibi kavramlara yer veren tek parti olmasıyla dikkat çekti.
5- Ne yazık ki, hiçbir siyasi parti iklim değişikliği ile mücadele konusunda uluslararası iklim müzakerelerine ve Paris İklim Anlaşması’na yönelik bir taahhütte bulunmadı. Seçmenlerin büyük bir çoğunluğunun konuyu hiç bilmemesi bunda bir neden olabilir ancak, seçim beyannamelerinin önemli belgeler olduğu düşünüldüğünde ciddi bir eksiklik olarak dikkat çekti.
6- Emisyon azaltımı konusunda AK Parti, Ulusal Katkı Niyet Beyanları’yla paralel şekilde “2030 yılında %21’e kadar artıştan azaltılması” hedefini seçim beyannamesinde tekrarladı. Diğer siyasi partiler ise emisyonlar konusunda herhangi bir hedef beyan etmediler.
7- Hiçbir siyasi parti halen TBMM gündeminde bulunan Tabiatı ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun Tasarısı’na ilişkin bir taahhüt veya politika ortaya koymadı.
8- AK Parti, korunan alanların sayısının 2023 yılı sonunda 653’e çıkarılması hedefini koymakla birlikte, korunan alanların ülke yüzölçümüne oranı konusunda somut bir taahhütte bulunmadı. Ayrıca, yeni ilan edilecek alanların statüsü (Milli Park, Tabiatı Koruma Alanı, Ramsar Alanı vb.) ve niteliği konularında bir çerçeve de paylaşmadı.
9- Denizel biyolojik çeşitliliğin ve kıyıların korunması, su ürünleri ve sürdürülebilir balıkçılık konuları ülkemiz için son derece önemli olmasına rağmen tüm siyasi partiler tarafından büyük oranda göz ardı edildi.
10- CHP hariç hiçbir siyasi parti Ulusal Su Kanunu hazırlanmasına yönelik bir taahhüt ortaya koymadı.
11- AK Parti’nin AB Çevre Faslı Su Kalitesi Sektörü kapsamındaki müktesebata uyum sağlanması; havza koruma eylem planlarının tamamını Avrupa Birliği normlarına uygun olarak nehir havza yönetim planlarına dönüştürülmesi şeklindeki taahhütleri su varlıklarımız açısından önemli. AK Parti su alanında ayrıca, modern sulama sistemi oranının, %25’ten, %50’ye çıkarılması; stratejik öneme sahip yeraltı suyunun tarımda kullanımının yıllık %5 mertebesine düşürülmesi olmak üzere iki önemli taahhüt ortaya koydu.
12- Atık yönetimi, hava kalitesi, erozyonla mücadele, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği tüm siyasi partilerin ortaklaştığı politika alanları olarak karşımıza çıktı.
13- Ormancılık sektörü ile ilgili en kapsamlı politika çerçevesinin İyi Parti tarafından hazırlandığı söylenebilir. Beyannamede ormanlar ve ekosistemi üzerindeki her türlü faaliyete yönelik izinler, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, meslek odaları ve baroların da yer alacağı bağımsız “Üstün Kamu Yararı Tespit Komisyonları” tarafından karara bağlanacağı ve bu komisyonların kararları bağlayıcı olacağı ifade edilmiş. Ayrıca, korunan alanların statüleri tekrar belirlenerek ekolojik değerleri yüksek olan mutlak koruma alanlarının hiçbir izin ve üretim faaliyetine konu edilemeyeceğinin yasal olarak düzenleneceği ifade edilmiş.
14- Tarım ve hayvancılık konularında verimliliğin artırılması, arazi toplulaştırması, genetik kaynakların korunması, bitkisel ve hayvansal üretimin geliştirilmesi ile kendi kendine yeterlilik vurgusu ön plana çıkıyor.
15- Tarım arazilerinin amaç dışı kullanımının engellenmesi ve meraların korunması, farklı şekillerde de olsa, tüm siyasi partilerce ifade edilmiş.
16- AK Parti 2018 yılı sonu itibarıyla koruma altına alınan büyük ova sayısının 265’e, 2023 yılında ise 300’e çıkarılmasını taahhüt etmiş.
17- AK Parti, MHP, İyi Parti ve Saadet Partisi yerli kömür kaynaklarının kullanılması ve termik santralların devreye sokulmasını bir politika olarak ortaya koyarken, CHP termik santralları önceliklendirmekten veya yeni termik santral açılması konusunda hedef koymaktan kaçınmış görünüyor. Bununla beraber, termik santralların, çevre dostu ve yüksek verimlilik sağlayan teknolojilerle kurulmasının yasal zorunluluk haline getirileceği dile getirilmiş. HDP ise sermayenin çıkarı için yapılan HES, termik vb. projeleri durduracaklarını duyurmuş. HDP’nin termik santrallar konusundaki bu söyleminin net olmadığı söylenebilir zira sermayenin değil kamunun önayak olacağı veya inşa edeceği termik santrallara karşı olup olmadıkları bu söylemden tam anlamıyla anlaşılmıyor.
18- Nükleer santrallar konusundaki karşıtlığını açıkça ortaya koyan tek parti HDP olarak gözüküyor. CHP ise halihazırda gündemde olan Sinop ve Akkuyu Nükleer santrallarının uluslararası yükümlülükler çerçevesinde değerlendirildikten sonra mümkünse iptal edileceğini dile getiriyor. AK Parti MHP, İyi Parti ve Saadet Partisi ise nükleer santralların mutlaka ülkeye kazandırılması yönünde bir politik tercih ortaya koymuş durumda.
19- ÇED süreçlerinin demokratikleştirilmesi konusuna en kapsamlı şekilde yer veren parti ise CHP. CHP, ÇED süreçlerine ilave olarak SED (Sosyal Etki Değerlendirmesi) süreçlerini yürüteceğini taahhüt eden de tek parti konumunda. CHP ayrıca, Denetim başlığı altında ÇED denetimleri ve raporlarında kamusal çıkarların gözetilmesi, ÇED raporlarının uzmanlar tarafından şeffaf biçimde, çevre koruma bilinci ve kaygısıyla hazırlanmasının sağlanması yönünde politikaları sıralamış. CHP, denetleme ve raporlama süreçlerine sivil toplum örgütlerinin katılımının AB müktesebatının öngördüğü biçimde düzenlenmesi; çevre davalarında mahkeme masrafı alınmamasını ve bilirkişi masraflarının Hazine üzerinden karşılanmasını taahhüt etmiş. Benzer şekilde HDP de ÇED süreçlerinin demokratikleştirileceğini ifade dile getirmiş.