#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

İklim Değişikliği Siyasetin Kodlarını Yenileme Fırsatını Yaratan bir Alan

Küresel Denge Derneği Başkanı, çevre ve siyaset bilimci Dr. Nuran Talu, düşük karbonlu ve verimliliğe dayalı bir sürdürülebilir ekonomi politikasından bahsedilecekse sadece yenilenebilir enerji politikaları değil, tarım, bina, ulaştırma, atık, sağlık gibi diğer sektörler için de sürdürülebilir politikalar gerektiğini belirtiyor. Talu’ya göre kaybettiklerimizi geri kazandıracak alternatif politikanın ana unsurları ise ekolojik haklar ve toplumsal adalet üzerinden olmalı.

YAZI: Bulut BAGATIR

Türkiye toplumu için yenilenebilir enerjiye dayalı bir enerji politikası ile verimliliğe dayalı bir sürdürüle­bilir ekonomi politikasının gelece­ği var mıdır sizce?

Yeni de eski de olsa sürdürülebilir­liği hep ekonomi politikaları üzerin­den tartışıyoruz. Niye? Amaç sadece ekonomiyi mi sürdürmek? Neden sürdürülebilir ekonomi politikası­nı odak alıyoruz da, sürdürülebilir ekoloji politikasını dillendirmekten kaçınıyoruz? Aslında burada değerlendirilmesi gereken kilit unsur sürdürülebi­lirlik. Esas soru şu olmalıydı: Neyi sürdüreceğiz/sürdürecektik? Sür­dürülebilirliği bir türlü doğru anla­yamadık, ya da anlamak istemiyo­ruz, bu kavramı sadece ekonomiye hizmet eden bir yaklaşım olarak an­ladığımız sürece de işimiz zor.

Yıllar öncesinden sürdürülebilir kalkınma hedefi için çevre-toplum-ekonomi üçlüsünün dengesini sağlayalım ve bugünkü ve gelecek kuşakların yaşamı garanti altında olsun diyorduk, sağladık mı, hayır. Peki denge şart mıydı? Öncelik sıralaması nasıl olmalıydı? Doğa hakkında (ekosistemlerin, biyolojik çeşitliliğin olduğu gibi korunması hakkında) mı? İnsan hakkında (vatandaşın sağlıklı bir şekilde beslen­mesi hakkında) mı? Para hakkında (şirketlerin varlıklarını ençoklama hakkında) mı?

Bugün geldiğimiz noktada birinci sırada para işlerinin/ekonominin olduğu kesin. Mevcut tablo şu: Eko­nomik büyümenin getirdiği sorunla­rı yönetemedik, dünyanın doğal de­ğerlerini ve kaynaklarını insandan kurtaramadık, birçok ekosistemin döngüsünü parçaladık, atmosferin bileşimini bozduk, küreyi ısıttık. Bu süreçte kim kazandı? Kapitalist birikim sürdürülebilir kârlar elde etti. Fosil yakıtlar şampiyon oldu, kaybedenler/küsenler ise doğa ve toplumsal adalet oldu. Şimdi bu kayıpların üstüne bir sünger çekip, haydi çevre ve ekonomiyi barıştıra­lım diyoruz? Bu yüzyılın paradigma­sı da bu.

Ancak Türkiye’nin büyüme politi­kalarıyla bu pek mümkün görün­müyor. Bu ülkede çevre küsmüş, ekonomiyle barışması zor zanaat, arabuluculara (çevre dostu kanun­lara, planlama araçlarına/ÇED, yenilenmiş sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle vb.) güvenmek de zor. Üstelik düşük karbonlu, verimliliğe dayalı bir sürdürülebilir ekonomi politikasından bahsedeceksek mese­le sadece yenilenebilir enerji politi­kaları değil ki, diğer sektörler için de (tarım, bina, ulaştırma, atık, sağ­lık, afet) doğru dürüst sürdürülebi­lir politikalar lazım. Doğal kaynakla­rı plansız programsız hızla tüketen, tabiatın değerlerini pervasızca yok eden uygulamalar yapılırken verim­lilikten bahsetmek de abes oluyor.

Düşük karbonlu siyasa için yenile­nebilir enerji politikalarının önü­nü açıyoruz diye dillendirenler “Çorlu’dan Şırnak’a ülkenin sahip olduğu tüm kömür rezervlerini eritmek için ne gerekiyorsa yapıla­cağı” beyanı veriyorlarsa (Türk De­legasyonu, COP 22, Marakeş, Kasım 2016), alternatif enerji politikaları için verilen sözler de, yazılan ka­nunlar da inandırıcı olmuyor tabii.

Büyüme politikaları konuşulurken sürdürülebilir büyümeden nicelik­sel bir değişimi; toplumun yararı için bugün ve gelecekte güvenli bir ilerleme bahse konu ise o zaman niteliksel bir değişimi anlıyorum. Nitelik dediğimizde insani ve eko­lojik bir yaklaşımdan bahsediyoruz. Ekolojik açıdan sürdürülebilirlik, ekonomik açıdan kıt/sınırlı kaynak­ların etkin kullanımı ve hatta gerek­tiğinde kullanılmaması ile olanaklı olabilir. Klasik ekonomi anlayışı üretim ve tüketim sirkülasyonun­dan ibaret bir anlayış, oysa biz eko­sistem değerli ve kısıtlıysa üretim olmamalı diyenlerdeniz.

Türkiye şunu anlamalı; sınırlı kay­naklarla sınırsız büyüyemeyiz, bü­yüyemedik de zaten. Çünkü kaynak deyince suyu, toprağı, havayı beda­va olduğu için hiçe sayıp acımasızca yok eden zihniyet hakim bu ülkeyi idare edenlerde. Ezcümle, mevcut koşullarda Türkiye toplumunun düşük karbonlu ve verimli bir hayat tarzını yakalaması ufukta görünmü­yor.

Böyle bir alternatif politikanın ana unsurları konusunda neler söyler­siniz? Krizden çıkış için nasıl bir rol oynayabilir? Oynayabilir mi?

Çocuklar küstüler haydi barıştıra­lım, olsun bitsin… Oyunda güçlü olan, küçüğü acımasızca dövsün, iyileşmeyen izleri olan yaralar bırak­sın, sonra hadi barışın densin, bir de bizim kültürümüzde barışmak için dayak yiyen küçüğe abisinin elini öptürürler. İşte bahse konu alter­natif politika da aynen böyle. 20. yüzyılda ekonomi abi, çevre karde­şine yapmadık kötülük bırakmadı, kardeş küstü, şimdi 21. yüzyılda -bu yüzyıl barış yüzyılı olsa gerek!- süre­gelen politikalar, eko-ekonomi -bu­rada “eko” ekoloji oluyor- kavramı çerçevesinde kendine yeni alterna­tifler arıyor.

Literatürdeki söylemiyle Ekolojik Modernizasyon Yaklaşımı’nın ön­gördüğü alternatif politika çevre-ekonomi barışmasını büyük ölçüde destekler nitelikte. Ekonomik kal­kınmanın, ekosistemin devamlılığı­nı güvence altına alan çevre dostu yatırım, üretim ve tüketim biçimleri temel alınarak gerçekleştirilmesi de­mek bu. Büyümeden yana olanlar bu durumdan memnun. Zaten, “eko­nomik kalkınmanın…” diye başlıyor cümleler, yani abi hâlâ ekonomi.

Krizden çıkış diyorsunuz, krizin temel nedenlerine derinlemesine indiğinizde doğal kaynak ve değer­lerin hoyratça kullanılması değil mi esas krize neden olan? Ülkede ciddi boyutlarda ekolojik açık yaratıyor­sunuz, memleketi yıllardır doyuran tarımsal biyoçeşitliliği yok ediyorsu­nuz, hububatta, havyancılıkta vb. dışa bağımlı hale geliyorsunuz, do­ğanın sunduğu enerji hizmetlerini, güneşi, rüzgarı yok sayıp işinize gel­diği için enerjide dışa bağımlı olu­yorsunuz, sonra da yaşanan krizle­rin faturasını hem vatandaştan hem de doğadan çıkarıyorsunuz.

Ben şunu bilir şunu söylerim; Türkiye’de kaybedileni geri kazan­mak için yaratılacak alternatif bir politikanın ana unsurları sadece ekolojik haklar ve toplumsal adalet üzerinden olmalıdır. Ekolojik açığın kapatılması, bir ülkenin sürdürü­lebilir geleceğinin ön koşuludur. Krizden çıkış ancak böyle olur. Top­lumun refahından ya da yaşam ka­litesinden ne anladığımızı da doğal kaynakların ve ekolojik değerlerin sınırlı olduğunu bilerek sorgulama­mız lazım.

Biyolojik kapasiteye yatırım yap­mak, üretken alanların verimliliğini artırmak bir noktaya kadar doğru olabilir, ancak doğanın kapitali her zaman rant getirecek ya da insanlı­ğın hizmetinde olacak diye bir ko­şul yok. Doğanın hizmeti illaki aktif olmaz. Doğanın pasif kullanım de­ğeri de var. Ormanlar karbon tut­ma, su rejimini dengeleme ya da sel-taşkın önleme gibi pasif kullanım değerlerine sahip, tüm canlılar için doğal bir su şebekesi aynı zamanda. Hele doğal yaşlı ormanlar özellik­le elmas değerinde, karbondioksit emisyonlarında boğulmamızı onlar engelliyor, böylelikle ekonomiye de katkı sağlıyor, durduğu yerde kar­bon tutuyor ve bu yutulan karbon birikimi Türkiye’nin dahil olduğu gönüllü karbon piyasasına artı de­ğer katıyor.

Pasif kullanılma değeri bir yana, doğa “kullanım dışı” bir değer ola­rak da önemli. Doğanın kullanım dışı değerine yani “varlık” değerine, “miras” değerine dokunmamanın faydaları yaşamın sürdürülebilirliği açısından lazım. Bakın hiç dokun­madan ne değerler (iktisat dili buna sermaye der) var:

– Doğal ekosistemler ve biyolojik çeşitlilik dünyanın yaşam destek kaynakları,

– Korunan alanlar yoksullukla mü­cadelede geçim kaynağı,

– Korunan alanlar içme suyu kayna­ğı, (Dünya üzerindeki en büyük 105 şehrin 33’ü, içme suyunu korunmuş alanlardan sağlıyor)

– Dünyada nesli tehlike altındaki türlerin %80’i korunmuş alanlarda yaşıyor.

Bütün bunlar yalnız insan için değil, doğa hakları için de politika oluş­turmanın önemine işaret ediyor.

Çevre koruma ve ekonomik bü­yüme arasında “sıfır toplamlı bir oyun” olduğu yaklaşımının yeri­ne, ekonomik büyüme hedefine ulaşılırken çevreye ilişkin sosyal maliyetlerin oluşmadığı, yani eko­nomik kalkınma ile çevre koruma amaçları arasında “pozitif toplamlı bir oyun”un varlığının kabulü na­sıl mümkün olur? Türkiye’de bu yaklaşımın karar alma süreçlerin­de yerleşmesine katkıda bulunabi­lecek göstergeler nelerdir?

Baştan söyleyeyim ben İlk Kuşak Çevreci Yaklaşımı benimseyenler­denim, çevre koruma ve ekonomik büyüme çıkarları arasında sıfır top­lamlı oyun, yani negatif bir kore­lasyon ilişkisi vardır diyenlerdenim. Çevre korunacaksa ekonomik büyü­meden fedakârlık yapmak şart. Bü­yümeye değil ekolojik temele dayalı sürdürülebilir kalkınmadan bahset­mek bu işin temel kaynağı olmalı. Çözüme buradan yaklaşmalıyız.

Mevcut kapitalist düzeni sorgulama­dan olmaz bu işler. Kapitalist üre­timde doğal yaşamın tahrip edilmesi kaçınılmaz oluyor. Bu nedenle de sosyal maliyetler ve/veya çevrede oluşan olumsuzluklar azaltılmak isteniyorsa üretim sürecine kısıtla­malar getirilmesi esas olmalı. Çev­renin korunması, ekonomik büyü­menin kısıtlanmasını gerektiriyorsa, buradan bakarak politika üretmeli­yiz. “Büyümeye mecbur muyuz?” sorusuna cevaplar aramalıyız. Bü­yüme hırsına yenilmeden tüm can­lıların, insan dahil yaşam kalitesinin değiştirilmesine odaklanmalıyız.

Pozitif toplamlı oyuna gelince, bura­da çevrenin korunması ve ekonomik kalkınmanın birlikteliğinin gerçek­leştirilmesinin sağlanabilirliği müm­kün mü, bunu konuşuyoruz, bu yeni yaklaşıma ekolojik modernizasyon yaklaşımı diyoruz, yeni değil esasen başka biçimlerde bunları epeydir konuşuyoruz. Bu vahşi sistemde bu­nun mümkün olmadığına yaklaşık 200 kere şahit oluyoruz, ama yine üç maymunu oynamaktan vazgeçmi­yoruz. Yani doğanın dengesine zarar vermeden, doğanın haklarını koru­yarak insanların kendilerine nasıl yeteceklerini samimi olarak masaya yatırmıyoruz, “mış” gibi yapıp, çevre­cilik budur diye yeşil mottosunu sor­gusuz sualsiz hemen benimsiyoruz. Yeşil ekonomi söylemleriyle klasik ekonomi teorilerini yeşille yıkayıp, bildiğimizi okumaya devam ediyo­ruz. Yeni paradigma doğayı ticari bir değer olarak kabul ediyor, yani doğayı ekonomik oyuncu gibi görü­yor. Böylece hem tehlikeli hem de el değmemiş değerlerin bakirliğini boz­maya kapı açılıyor.

Pozitif toplamlı oyunda, çevreye ilişkin sosyal maliyetlerin oluşmadı­ğına pek emin olamayız. Türkiye’de karar alma süreçlerinde yeni yak­laşımın benimsenmesiyle üretim süreçleri ile birlikte, girdi aşamasın­da doğal kaynakların kullanımında tasarrufa gidilmesi olumlu sonuçlar doğurabilir, ancak bu süreçlerde çıktı aşamasında atıkların bertarafı vb. için yapılacak ek yatırımlar şir­ketlerin özel maliyetlere ek olarak sosyal maliyetlere katlanmasını do­layısıyla toplam maliyetlerinin art­masını getirir. Neticede vatandaşa yük binmesi kaçınılmaz olur.

İklim ve kalkınma politikalarını uzlaştırmak nasıl mümkün ola­bilir? Hem azaltım hem de uyum süreçleri, siyasi karar almada nasıl bir yapılandırmaya ve sürece gerek duymaktadır?

Tabii mümkün. Yeter ki iklim politi­kalarının meşruiyetini (legitimacy) sağlayalım. Mesela Paris İklim Anlaşması’nı imzalayıp, ısrarla kö­mürlü termik santralları kurmaya­lım.

Ekonomik, ekolojik ve toplum bo­yutunun birbirine sıkı sıkıya arabağ oluşturduğu ve kalkınma paradig­malarında esaslı değişimlerin gerek­li olduğu politik bir alandan bah­sediyoruz. İklim değişikliği birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de siyasetin kodlarını yenileme fırsatını yaratan bir alan aslında.

Bu mücadelede tek odaklı sektörel bakış açısı yetmiyor. Burada ilk akla gelen enerji sektöründeki politika­lar oluyor. Doğrudur enerji, iklim değişikliği ile mücadelede özellikle kritik bir alan. Karbon bütçesinin dengelenmesi açısından bakıldığın­da yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmak seragazlarını azaltmak için çok önemli olmakla beraber, iklim değişikliğinin mevcut ve ge­lecekteki etkilerine uyum sağlamak bir o kadar önemli.

Türkiye’de iklim değişikliğinin eko­lojik sistemlerle ilgisi sorgulandığın­da genelde enerji sektörü faaliyetle­ri öne çıkıyor. Yanlış enerji siyasası iklim değişikliğinin sebebi olduğu kadar, ekolojik tahribatın da kilit noktalarından biri. Oysa ekolojinin dengesi ne ölçüde korunursa o öl­çüde iklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamak mümkün oluyor. Bunun için bir yandan yüksek kar­bonlu enerji politikaları ile doğanın tükenmesine karşı koyarken, öte yandan hassas ekosistemlerin deği­şen iklime dayanıklı olması için bu değerlerin yaşamsal önemine vakıf olunmalı.

Siyasi karar alma süreçlerine ve yapılandırmalara dair çözümlere gelince; Türkiye’de siyasiler iklim değişikliği meselesini devletin kamu yönetimi aktörleri çözecek zannedi­yorlar, böyle devasa ve çok katman­lı olan bu alanda çözümlerin tekelci yaklaşımlarla olmayacağını kabul etmek istemiyorlar. Oysa iklim de­ğişikliği, sosyo-ekonomik ve sosyo-ekolojik açılardan ciddi sonuçlara yol açan ve sektörler arasındaki etkileşimleri nedeniyle bugün ve gelecek nesillerin yaşam kalitesini tehdit eden son derece karmaşık bir sorun. Bir kesimin herhangi bir iklim eylemi bir başka kesimin o ko­nuda izlediği stratejileri olumlu ya da olumsuz olarak etkileyebiliyor.

Bu nedenle iklim mücadelesinin mutlaka kooperatif bir çalışma di­namiğine ve ortak çabalara ihtiyaç duyduğunu kabullenmek gerekir. Paris Anlaşması ile gelen yeni iklim rejimi de bu ihtiyaçlara çözüm ola­rak iklim değişikliği ile mücadelenin yükünü devletlerin hükümetlerin omzundan alıp (bütünüyle olmasa da) diğer paydaşlara dağıtmaya baş­ladı. Çünkü sorun çok boyutlu ise çözümde yer alacak aktörler de çok çeşitli olmalı.

Bu mücadelede yerel yönetimlerin, iş camiasının, sivil toplumun, top­lum kitlelerinin (kadınlar, gençler), sendikaların, uluslararası kuruluşla­rın, finansman örgütlerinin vb. hep­sinin ciddi rolü var. İklim değişikliği ile mücadelede yeri olan tüm pay­daşların politika üretme, geliştirme ve uygulama kapasitelerinin arttırıl­ması şart. Türkiye’de devlet şunu iyi anlamalı; devlet-dışı eylemler, ulusal eylemlerin bir ikamesi değil, tamam­layıcısıdır. Örtüşen alanlarla ortak çabalar geliştirmek ve sürekli bir diyalog ortamı yaratmak lazım.

Kalkınma politikaları çerçevesin­de ele alınacak çevre korunması konusunda, piyasa ve ekonomik aktörler sosyal maliyetlerini ne de­rece ölçebiliyorlar?

Ölçselerdi, bu ülkede ne insan haklarını ne de doğa haklarını sa­vunmaya gerek kalmazdı herhalde. Bu bir bütün, çünkü ekoloji belir­gin olarak insan ve doğa arasında­ki kaçınılmaz ilişkiyi ortaya koyar. Kalkınmanın dinamiklerini konu­şurken hak temelli politikaları sor­gulamazsak çevresel ve sosyal ma­liyetleri de sağlıklı hesaplayamayız. Demokratik, sosyal adaletçi, doğa hakkını koruyan bir toplum modeli isteniyorsa tabii.

Diyelim ki, Ekolojik Modernleşme Yaklaşımı literatürle sınırlı kalma­dı, uygulamaya geçmeye başlandı ve sürdürülebilirliği, ekolojiyi genel ekonomik çerçeve içinde bir bileşen olarak görmek yerine, tam tersi eko­nomiyi ekolojik çerçeveler içine yer­leştirerek kazanmaya başladık. Bu durumda piyasada çevre ve iklim dostu ürünler, organik materyaller vb. çoğaldı, ama pahalı. IPSOS’un yaptığı “Türkiye’yi Anlama Kılavu­zu” araştırmasında Türkiye toplu­munun %82’si çevreye duyarlı. Bir başka araştırmaya göre toplumun %71’i çevreci ürün almak istiyor, fakat pahalı olduğundan alamıyor. A sınıfı çevreci beyaz eşyalar, B sı­nıfına (çevreci olmayan) göre epey pahalı.

O zaman ekonomik aktörler hâlâ niye B sınıfı üretmeye devam edi­yor? Bu ülkede B sınıfını tercih edenlerin nüfus oranları ya da sı­nıfsal konumu ile ilgili araştırmalar yapılmıyor mu? Mevcut kapitalist ik­tisat anlayışına ait yaklaşımlarla “A bana yetiyor” diyen üretici şirketle­rin, sosyal maliyetleri dikkate alma­yan haklı ekonomik gerekçelerine göz yummaya devam mı edilecek?

Mesela, rüzgar enerji şirketleri ku­rumsal sürdürülebilirlik raporlarına iklim değişikliği ile mücadele için rüzgar türbinlerini çoğalttıklarını yazarken, kamu yararı boyutunu da dillendiriyorlar mı acaba? Doğayı, ormanı, biyolojik çeşitliliği, su hav­zalarını, endemik türleri, göçmen kuşları, insanların yaşam alanla­rını, canlıların, insan dahil sağlı­ğını görmezden gelmemek lazım. Türkiye’de bu şartlara uymayan sabıkalı rüzgar enerji santralları (RES) yatırımları var ne yazık ki. Oysa RES’lerin masum olmadığı, yaşam alanlarını olumsuz etkileye­ceği, dolayısıyla çok dikkatle plan­lanması gerektiği tüm dünyada bili­niyor. Bu olumsuzluklara bir örnek verelim. “Rüzgar enerji sendromu” diye bir hastalık eklenmiş durumda tıp literatürüne. Rüzgar türbinleri­nin havada oluşturduğu sallanmala­rın sağlık sorunlarına yol açtığı bi­limsel olarak kanıtlanmış durumda. Rüzgar güllerine yakın mesafede yaşayan insanlarda uyku bozukluk­ları, baş ağrıları, konsantre olma güçlükleri, kulak çınlaması, bulantı, kalp ritminin bozulması sinirlilik ve anksiyete ortaya çıkıyor. Ne lazım? Rüzgar enerjisi yatırımları ile kamu yararı arasında denge lazım. Rüz­gar enerjisinin kullanılmasını rant aracı haline getirmemek lazım. Bu bir dilemma/yeşil paradoks. Neden RES’lere karşı hukuk mücadelesi verilsin ki? “Yeşil göz boyama” bu mu demek acaba?

Bu meseleler çevrenin korunma­sında ve iklim değişikliği ile müca­delede sosyal maliyetlerin önemini giderek öne çıkarıyor. Yeni yakla­şım çerçevesinde çevreyi koruyarak gerçekleşen üretim süreçleri ile ekonomik büyümeyi sağlamak yani kazan-kazan durumu, topluma kay­betmek olarak geri dönüyorsa, eko­lojik modernleşme teorisini -henüz bu teorinin doğru ya da yanlış oldu­ğu ispatlanmadı- bir politika strate­jisi olarak uygulamaya kalkmak pek de mantıklı görünmüyor.

Düşük karbon ekonomisine geç­meye çalışan ülkelere dair neler söylemek istersiniz? Bu ülkeler nasıl çalışmalar yapıyor?

Düşük karbonlu ve iklime dirençli bir gelecek yaratmak isteyen ülke­ler iklim değişikliği ile mücadelede ilk önce enerji ve tarım yasalarını değiştirerek kolları sıvıyorlar. Yani hem azaltım hem de uyum politika­larını bir arada ele alıyorlar. Mev­zuatın yenilenmesi ve geliştirilmesi önemli olduğu kadar aynı zamanda meşakkatli de. Bazı ülkeler iklim değişikliği ile ilgili doğrudan bir kanun çıkarıyorlar, bir nevi çerçeve kanun uygulaması bu.

Bu ülkelerin politika belirleme sü­reçlerine baktığınızda, hedeflerine ulaşmak için kırsal ya da kentsel dü­zeyde enerji tedarik sistemleri için gereken finansman kaynağını/akış­larını ulusal olarak yaratma çareleri aradıklarını görüyoruz. Mesela, İs­veç karbon salımına karşı uçak yol­cularından vergi almayı planlıyor.

Toplumların düşük karbonlu hayat tarzına yönelmeleri için çeşitli teş­vik araçları, özendirmeler gibi uy­gulamalar var. Bazı ülkelerde iklim değişikliği ile mücadelede samimi olmayan merkezi yönetimleri, ço­kuluslu fosil yakıt şirketlerini insan ve doğa hakları açısından hukuki sorgulamaya tabii tutuluyorlar, da­valar açılıyor. Hatırlayalım, 2016’da Filipinler İnsan Hakları Komisyonu petrol, kömür, madencilik ve çimen­to şirketlerinden, insan hakları ih­lali konusundaki iddiaları hukuken yanıtlamalarını istemişti.

Yine örneklerden olarak, Yeni Ze­landa Parlamentosunun Kuzey Ada­sı’ndaki Whanganui Nehri’ni “canlı varlık” olarak tanıması ve bu nehre hukuki statü vermiş olması da doğa hakkının korunmasına dair çarpıcı uygulamalardan biri.

Dr. Barış Doğru

#ekoIQ ve iklimhaber.org Yayın Yönetmeni, Sürdürülebilirlik Uzmanı