#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

Halk Sağlığı, Doğanın ve Gelecek Kuşakların Devamlılığı için Mücadeleye Devam!

Türkiye’nin, çokça dillendirilmese de, her geçen gün daha da derinden hissettiği gıda krizi en temel ihtiyaçlarımızdan birini nasıl karşılayacağımıza dair endişelerin artmasına neden oluyor. Son dönemde bu alanda yazılarıyla dikkat çeken gıda mühendisi Dr. Bülent Şık ise içerisinde olduğumuz iklim krizi çağı ile gıda güvencesi sorunlarının daha da derinleşeceğini düşünecek olursak, ülke olarak gerçekten çok ağır bir noktada durduğumuzu belirtiyor: “Bizim yüz yüze olduğumuz sorunların büyük bir çoğunluğu kamusal, yani toplumcu müdahalelerle çözüm bulunabilecek sorunlar.” Şık, bir felaket tablosu çizmek istemediğini, çözümlerin var olduğunu eklemeyi de unutmuyor.

Türkiye ekonomik krizle birlikte bir gıda krizine doğru yol alıyor gibi. Bu gıda krizine üretilen yanıt ise ithal ürünler. Fakat şarbon vakaları ile gördük ki bu süreç de doğru yönetilmiyor. Türkiye’nin gıda profilini nasıl çerçevelersiniz? Bir gıda krizinden bahsedebilir miyiz? Eğer öyleyse bu krizin temel ayaklarını neler oluşturuyor?
Gıda krizi derken öncelikle iki kavrama bakmak gerekiyor: Gıda güvenliği ve gıda güvencesi. Gıda güvencesi dediğimizde dile getirilen, bir toplumun kendine yeter miktarda gıda maddesi üretebilme yeteneğidir. Kendine yeten ülke dediğimizde gıda güvencesi kavramına gönderme yapmış oluruz. Gıda güvenliği kavramı ise daha popüler ve dolaşımda olan bir kavramdır. Çok özet bir şekilde söylemek gerekirse bir gıda maddesinin sağlık zararı oluşturmama hali; fiziksel, kimyasal, mikrobiyolojik sağlığa zarar verecek bazı tehditleri içermemesidir. Üretimi sırasında uygun işlemlerle bu sağlık zararlarını oluşturabilecek çeşitli unsurların arındırılması veya hiç bulaşmaması çalışmalarının bütünü gıda güvenliğini oluşturur. Tabii gerek gıda güvencesi gerekse gıda güvenliği çalışmaları bir politik atmosfer içerisinde oluyor. Bir ülkenin mevcut tarım politikaları, makro politikaları dikkate alınmadan bu iki kavrama bakmak çok nötr bir bakış olur ve çok da işe yaramaz. Meseleleri birbirine bağlayamayız. Dolayısıyla mutlaka ülkedeki siyasal iktidar ve bu iktidarın tarım, gıda ve beslen¬me gibi politikalarındaki tutumları, siyasal olarak ne tür tercihlerde bulundukları güvence ve güvenlik konularını derinden etkiler. Siz de şarbon konusunda çok güzel bir örnek vermişsiniz. Bu anlattıklarıma iyi bir örnek olacak.
Şarbon konusu Ağustos sonu, Eylül başı gibi patladı. Yurtdışından et talebini karşılamak adına ithal edilen hayvanlarda görüldü ilk. Bu hayvanlar şarbonlu olabilir, buraya getirildikten sonra şarbon bulaşmış olabilir. Bu detayları bilmiyoruz. Bakanlık bu konuyla ilgili doğru düzgün bir açıklama yapmadı. Daha sonra yaygınlaştı. Çeşitli bölgelerde hem hayvanlarda hem de insanlarda şarbon vakaları görüldü. Sonrasında ise bu konuda bir karartma oldu ve şu anda gerçek durumun ne olduğu hakkında çok da fazla bir fikrimiz yok. Ama en azından olayın soğuduğunu söyleyebiliriz.

2010’dan bu yana et talebini karşılamak ve et fiyatlarındaki artışın önüne geçebilmek için Tarım ve Orman Bakanlığı ithal et, karkas et ya da canlı hayvan ithal ediyor. Gerek gıda güvenliği gerekse gıda güvencesi açısından problemler doğuran bir durum. Burada şarbon şöyle bir örnek teşkil ediyor: Medyadaki genel duruma baktığımızda şarbon hastalığının çok tehlikeli ve bulaşıcı olduğu, hayvanlarda ve insanlarda çok tehlikeli durumlara yol açtığından bahsediliyor ve “et alsak mı, almasak mı” üzerinden tartışmalar dönüyor. Bunlar olağan, insanların ilk anda aklına gelen sorunlar şüphesiz. Fakat orada çok kritik bir soru var. Türkiye neden et ithal eden bir ülke noktasına geldi? Türkiye’de 1980 yılında yapılmış bir hayvan nüfusu sayımı var (Bu ifadeleri söylerken mutlaka belirtme gereği duyuyorum. Hayvanlardan bir nesne gibi bahsetmek durumunda kalıyoruz. Bunları dile getirdiğim için vejetaryen ve veganlardan özür diliyorum). O yılda yapılan sayımda Türkiye’deki koyun sayısı 55 milyon, keçi sayısı 24 ya da 27 milyon, büyükbaş hayvan sayısı ise 13 milyon olarak kayda alınmış. Bunlar anormal, çok yüksek rakamlar. Nüfus 40 milyonken hayvan varlığı sayısı neredeyse iki katı. Şimdi geldiğimiz noktada TÜİK’in yayınladığı istatistikler sorunlu ve güvenilir değil. Ama söylenen, nüfus iki katına çıkmışken hayvan sayısında ise aksine muazzam bir azalma var. Eğer doğruysa koyun sayısı 30 milyon civarında görünüyor ama bunun doğru olmadığını düşünüyorum. Gerçek sayının 5-6 milyon daha az olduğunu düşünüyorum. Keçi sayısında ciddi azalma var. Büyükbaş hayvan sayısında bir artış var. Yaklaşık 16 milyon civarında. Fakat Türkiye’deki büyükbaş hayvanların profilinin yaklaşık %80’i kültür ırkı. Anadolu coğrafyasında sarıkız, karakız diye bildiğimiz inek cinsleri değil de Avrupa’dan, çeşitli ülkeler-den getirilen kültür ırkları. Bu ırklar Anadolu coğrafyasındaki otlarla beslenemiyor. Bizim çayırlarımızdaki, meralarımızdaki otlar kısadır ve koyunların, keçilerin beslenmesine uygundur. O nedenle Anadolu coğrafyası bir koyun coğrafyasıdır. Bunu işin içerisinde olan herkes bilir. Kültür ırkı getirdiğimizde haliyle bunları yemle beslemek zorunda kalıyoruz. Bu bir zorunluluk. Mısır ve soya gibi yem sanayiinin ihtiyaç duyduğu hammaddeleri ithal etmek zorundayız, çünkü üretemiyoruz. Bunun için de çok ciddi paralar harcıyoruz. Temele baktığımızda ekolojik şartlara uygun üretim yapmadığımızı görüyoruz. Şarbon bu konuda çok güzel bir örnek. İkincisi, bu sorunu çözmek için kendi ekocoğrafyamıza uygun çözümlerin üzerinde durmaktansa sorunları derinleştirecek işler yapıyoruz. Nihayetinde gıda güvenliği ile ilgili bir takım problemler ortaya çıktığında dönüp bu sorunlara bakma durumumuz oluyor.

İşin bir diğer yönü ise Türkiye’de koyun sayısında niye böyle bir dü¬şüş oldu? Hatta şöyle söyleyeyim, 1980’e kıyasla, eğer rakamlar doğruysa, özellikle koyunculuğun çok yaygın olarak yapıldığı Güneydoğu Anadolu’da, Doğu Anadolu’da ve Orta Anadolu’da çok ciddi bir düşüş gözlemliyorum. Ne oldu diye baktığımızda bir kere çok ciddi bir şiddet var Türkiye’de; Kürt meselesinin şiddet kullanılarak çözümü, mevcut demokratikleşmeyle ilgili her türlü yaklaşımın giderek siyasetin içerisinden uzaklaşması ve otoriter ve baskıcı çözümlerin daha çok gündemde olması. Bunlar o bölgelerdeki hayatı ciddi oranda altüst etmiş durumda. Geçtiğimiz haftalarda Tatvan’a gittim. Dört yıl önce gittiğimde ülke barış sürecindeydi ve daha uygun bir iklim vardı ve gittiğim köylerin birinde yaklaşık 1200 koyun olduğunu gördüm. 40 haneli bir köydü orası. Bu seferki ziyaretimde gördüm ki sadece 80 tane koyun kalmış, çünkü yaylalara ve meralara çıkış tekrar yasaklandı. Koyunu gezdirerek, yaydırarak otlatmak zorundasınız. Küçük çiftçiler bunu yapamıyor. Yem alıp beslemek zorundasınız ki bu da yoksul çiftçi için çok olanaklı değil.

Siyasal ortamdaki daralma ve demokratik perspektiflerden uzaklaşma, toplumsal sorunları barış yöntemleriyle çözememe ve adaletin uygun bir şekilde tesis edilememiş olması, gıda güvenliği ve güvencesi sorunlarını birbirine bağlayan genel bir çerçevedir. “Otları, meraları ve çayırları koyunlar için uygunken neden büyükbaş hayvan ithal ediliyor” sorusu önemli. Burada son 30 yıla damgasını vuran tarımda şirketleşme ve küçük çiftçiliğin geri plana itilmesi gibi faktörleri de mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın uyguladığı politikalar ithalata dayalı gıda güvencesini sağlama politikalarıdır. Bir toplumun gıda ihtiyacı et, süt, meyve, sebze ve tahıldır. Yiyecekleri dışarıdan ithal ederek de sağlayabiliriz ama bu çok akıllıca bir hamle olmaz. Bu çerçevede baktığımızda bir gıda krizi içerisinde olduğumuzu, hatta içerisinde olduğumuz iklim krizi çağı ile gıda güvencesi sorunlarının daha da derinleşeceğini düşünmemiz gerekirse, ülke olarak gerçekten çok ağır bir noktada durduğumuzu söyleyebilirim.

Gıda alanında kendimize yetemediğimiz gibi ithal ettiğimiz ürünleri ve kontrol etme noktalarında da başarısız oluyoruz…
Türkiye’de ülke geneline yayılmış, düzenli aralıklarla yapılan gıda kontrolü gerekli. Gıda kontrolünü biz genellikle tüketici sağlığını korumak için düşünürüz. Birincil amacı da odur. Ama bir başka amaç da, bütünlüklü düşünürsek, bir yerde üretilen ürünlerdeki olası tehditlerin saptanmasıdır. Bunun içerisinde hem tarım ürünleri hem de su varlıklarını düşünmek gerekir. Kritik belirlemelerden bir tanesi, çevre kirliliğinde bir artış var mı? Gıdalara ve suya çevre kirlenmesinden dolayı geçen bir takım toksik maddeler var mı? Kontrol çalışmalarının önemli bir parçası da budur. Ne yazık ki buralarda çok ciddi eksikliklerimiz var.

Antalya’da yaşıyorum. Antalya’da çok ciddi bir tarımsal faaliyet var. Türkiye’nin diğer bölgelerine kıyasla su açısından iyi bir bölgedir. Ancak bu tarımsal faaliyetlerde yüzlerce toksik madde kullanılıyor. Bunlar acaba su varlıklarımızı, yeraltı sularımızı ne ölçüde kirletiyor? Bunların düzenli bir şekilde kontrol ve izlemesi yapılmalı, aksi takdirde su varlıklarının kirlenme nedeniyle bütünüyle elimizden çıktığını görebiliriz. Aynı zafiyet ithal ürünlerde de var. Türkiye’ye ithal edilen ürünlerde doğru düzgün bir analitik kontrol yapıldığını kesinlikle düşünmüyorum. Bu konuda özellikle pestisitler, ağır metaller ile ilgili pek çok problem var. Örneğin bebek gıdalarının analitik kontrolünün çok iyi yapılması gerekir ama bu konuda birkaç yıl önce basına da yansıyan bebek mamalarında GDO kalıntısı çıkması gibi ciddi bazı skandallar var.

2100’e kadar küresel sıcaklıklarda 1,5 derecelik artışın mısır üretiminde %6’lık, buğday üretiminde ise %5’lik bir düşüşe neden olacağı belirtiliyor. Endüstriyel hayvancılığın da aynı şekilde iklim değişikliğinin tetikleyicilerinden biri olduğu biliniyor. Gıda alanı, iklim değişikliğine neden olurken aynı zamanda sonuçlarından da en çok etkilenecek alanlardan biri olarak karşımızda. Bu durumu tersine çevirecek adımlar nasıl atılabilir?
IPCC raporu yayımlandı geçtiğimiz günlerde. Küresel sıcaklıkları 1,5 derece eşiğinde sınırlamayı keşke başarabilsek noktasındayım artık, çünkü uluslararası anlamda kolektif bir çaba gerekiyor bunun için. Ancak ülkeler de gittikçe kendi içine kapanıyor ve kolektif işbirliğinden epeyce uzak noktadalar. En azından 15-20 yıl önceki durumda bile değiliz. Sorunuzda siz de örnek veriyorsunuz. Bu konuda yapılmış çok çalışma var. Kontrollü deneme çalışmaları bunlar ve belli başlı soruların peşine düşüyor: “2050 yılında, bu şekilde devam ederse ve atmosferdeki karbondioksit miktarı şu konsantrasyonda olduğunda acaba birtakım bitkiler bundan nasıl etkilenecek?” sorusu gibi örneğin. Verim düşmesi olacağı kesin. Mısırda %6, buğdayda %5’lik azalma gibi öngörüler var ki farklı coğrafyalarda bu rakamlar %9-10’a kadar çıkabiliyor. Rekoltede bir kayıp anlamına geliyor bu. Fakat daha kritik bir sorun var. Son yıllarda daha fazla anlaşılmaya başlanan bir tehdit. Sadece rekolte kaybı değil, gıda maddeleri içerisindeki besleyici öğelerde de ciddi bir kayıp olacak. Örneğin gıdalar daha az demir, çinko, B vitamini veya protein içerecek. Bunlarla ilgili çok çalışma var. Mesela, coğrafi bölgelere bağlı olarak mercimek ve soya gibi bir takım ürünlerin proteinlerinde %30’lara varan kayıplar olabileceği söyleniyor. Niye büyük bir tehdit bu? Biz aslında aynı miktarda gıda üretimi yapsak dahi, gıdanın içerisindeki besleyici öğelerde azalma olduğu için daha az gıda üretiyor gibi olacağız. Daha çok yiyelim derseniz onun da içereceği başka problemler olacaktır. Aynı miktarda gıda tüketmemize rağmen içerdiği besin öğeleri daha az olduğu için sağlık açısından daha zararlı çıkacağız. Dolayısıyla bunu bir tür gizli açlık gibi görmek mümkün. İşin aslına bakılırsa özellikle karbondioksit artışı ile bitkilerin temel fotosentez mekanizması bozuluyor. Yüksek karbondioksit, aksamalara neden oluyor. Biz bunu nasıl çözeceğiz derseniz, açıkçası bir çözümü yok. Çok ağır bir sorun bu. Dünya genelinde yetiştirilen ürünlerin çeşitleri düşünüldüğünde -meyve, sebze, tahıl, baklagiller vs.- besin öğesi içeriğindeki azalma bence rekolte kayıplarına nazaran çok daha ciddi bir sorun. Çünkü biliyorsunuz belli bölgeler ısınacak, her bölge aynı şekilde etkilenmeyecek. Belli bölgelerde de verimlilik artacak örneğin. Yüksek enlemlerde daha iyi tahıl yetiştirilebilecek mesela. Fakat orada da şöyle bir problem var. Bu sıcaklık artışı böcek popülasyonunda metabolizma hızını artırıyor. Onların metabolik hızı (günlük harcadıkları enerji) sıcaklığa çok bağlı. Sıcaklığın artması hız artışına neden olacak ki bu da böceklerin daha fazla yemek yeme ihtiyacı duyması anlamına gelir. Aynı zamanda metabolik hızın artmasıyla daha fazla çoğalıyorlar. Bu da böcekler nedeniyle gıdalarda oluşacak kaybın artmasına işaret ediyor.

Peki biz bu durumda ne yapacağız? Böceklerle savaşmak için elimizde ekolojik tarım yöntemleri var. Bunların uygulanması da şiddetle savunuluyor. Öte yandan böyle bir ciddi problem ile karşı karşıya geldiğimizde şu an dünya genelinde yaygın bir şekilde kullanılan yöntem pestisit kullanmak, böcek öldüren ilaçları kullanmak yani. Oysa ilaç dediğimiz şeyler toksik maddelerdir. Gıdalarda kalıntı bırakırlar ve suları da kirletirler. Biyoçeşitliliğe büyük zarar veriyorlar. Benim tahminim yakın gelecekte böceklerden kaynaklanan sorun büyürse insanlar bir refleks olarak toksik madde kullanacaklar. Ama bu durumda gıdalarda ve sularda toksik madde kalıntısı ve biyoçeşitlilik kaybı sorunları daha da derinleşecek. Bir yandan tarımda kimyasal madde kullanımını azaltalım savunusu yaparken karşı karşıya kalacağımız sorunlar tam aksi yöne doğru bir gidişata neden olabilir. Bir çıkmaza girmemiz çok olası.

Verimi artırmak için kimyasal gübre gibi maddelerin kullanımının çok fazla olduğunu da biliyoruz…
Sadece gübre kullanımı da değil, tarımsal üretimde kullanılan yaklaşık 1000’e yakın pestisit var. Böceklere, tarlada ya da serada açığa çıkan yabani otlara sürüngenlere, farelere karşı kullanılan zehirli maddeler bunlar. Bütünüyle bundan kaçınabilir miyiz emin değilim. Pestisit kullanmanın zorunlu olduğu durumlar olabilir. Mesela sulak alanlarda sıtma ile mücadele için eldeki en etkin yöntemlerden biri. Fakat kimyasal kullanımının uzun vadede yol açtığı tahribat her durumda daha fazla oluyor. Örneğin biyoçeşitlilik kaybının en önemli nedenlerinden biridir ve bu yeryüzündeki hayatın geleceğinin tehlikeye girmesi demektir. Mutlak suretle kimyasal kullanımını azaltmak, hatta zaman içerisinde mümkünse ortadan kaldıracak çabalar içerisinde olmak gerekiyor. Burada çaba derken bireysel çabalar çok etkili olmayacaktır elbette. Bizim yüz yüze olduğumuz sorunların büyük bir çoğunluğu kamusal, yani toplumcu müdahalelerle çözüm bulunabilecek sorunlar.

Artan nüfusu beslemek ve yiyeceklerin besin içeriklerini iyileştirmek için Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) gibi teknolojik yenilikler öne sürülüyor. Ancak görüyoruz ki bu ve benzer yaklaşımlar bu zamana kadar başarılı olamadı, aksine halk sağlığını tehdit eder duruma geldi. Bu aşamada özellikle biraz önce bahsettiğimiz maddelerin yanında yoksullukla da mücadele etmek için karşımıza sürdürülebilir gıda ve getirisi olan farklı teknikler çıkıyor. Bu konuda Türkiye olarak hangi konumdayız?
Çok klişe cümleler vardır. Gıda, beslenme ve tarımla ilgili akademik yayınlara baktığımızda şöyle bir giriş cümlesi ile karşılaşılır: “Dünya nüfusunun hızlı artışı ve kaynakların yetersizliği düşünüldüğünde ürün verimliliğini artırmak için yeni teknolojilerin geliştirilmesi bir gerekliliktir.” Bu klişenin çeşitli versiyonları olabiliyor; örneğin verimliliğin, teknolojik kapasitenin artırılması gerektiği, “teknolojik ilerlemenin” karşılaşacağımız sorunlara çare olacağı gibi. Çok özetle söylemek gerekirse teknolojinin karmaşıklaşması düşündüğümüzün aksine iyi sonuçlar doğurmuyor. Meseleye teknoloji karşıtı bir noktadan bakmıyorum. Ancak yeni teknikler veya teknolojiler geliştirilirken bunun hemen piyasa diline tercüme edilmesi; hatta bütünüyle o amaçla dizayn edilmesi kısmında sorun görüyorum. Pek çok alan için de bu geçerli. Piyasaya bir ürün ya da bir hizmeti adapte etmek için geliştirilen teknikler gerçek bir ihtiyaca karşılık veriyor mu sorusu havada kalıyor.
GDO’yu sormuşsunuz. İyi bir örnek. GDO’lu tarımın yapıldığı Arjantin ve Brezilya gibi ülkelerde ciddi halk sağlığı sorunları ortaya çıktı. Arjantin’deki su varlıklarında GDO’lu tarımda kullanılan glifosat gibi bazı toksik etkili kimyasal maddeler nedeniyle çok ciddi bir kirlenme var. Çeşitli su varlıkları içilemez, kullanılamaz durumda. GDO’lu tarımın teşvik edildiği yıllara baktığımızda “kimyasal madde kullanımını azaltacak, bunlara ihtiyaç duyulmayacak bir tarımsal ürün yetiştirme tekniği geliştirdik, GDO’lu ürün kullandığınız zaman pestisit kullanmaya ihtiyaç duymayacaksınız” denildiğini görürsünüz. Halbuki durum tam aksi. 15 yıllık tarımsal deneyim bunun doğru olmadığını gösterdi. Arjantin ve Brezilya bu konuda bakılacak iyi örnekler. Yeni teknik ve teknolojilerin piyasa koşullarına göre tasarlanması, kâr sağlamayı amaçlaması, ihtiyaca karşılık vermemesi, toplumsal hayatta bunların kamusal çözümler değil, şirket çıkarları üzerinden bir karşılık bulması bu konudaki başlıca sorunlar ve bunlar ciddi halk sağlığı sorunlarına yol açıyor.

Bu konuda GDO’lar tek örnek değil. Mesela tarımda kullanılan pestisitlerin tarihçesine baktığımızda çeşitli gruplandırmalar yapılır. Zaman içinde piyasaya sunulan her yeni kuşak pestisit doğaya daha az zarar veriyor, insan sağlığına zararsız diye niteleniyor ve piyasaya sunuluyor. Çok kısa sürede bunun böyle olmadığı anlaşılıyor ama ne oluyor? Gidişatta pozitif etkiye yol açmıyor. Zaman zaman bazı pestisitlerin kullanılması yasaklansa da yerini hemen bir başkası alıyor. Gerek bu konuda çalışan akademi gerekse çiftçi ve tüketici örgütlerinin siyaset oluşturma güçlerindeki yetersizlikler dikkate alınmalı. Çünkü siyasal bir baskı oluşturulmadığı sürece toksik kimyasal maddelerin kullanımında bir değişiklik yaratma imkanı ne yazık ki olmuyor.

Özellikle pestisitlerle ilgili hemen bütün yasaklamaların büyük bir çoğunluğu kamuoyu baskısı ile oldu. Geçmişte bunun çeşitli örnekleri de var. Şu an glifosat çok tartışılıyor. Bu madde ot öldürücü bir ilaç ve muhtemel kanserojen olarak nitelendiriliyor. Avrupa Birliği (AB) izlemeye aldı. İki ay önce ABD’de bir bahçıvanın kansere yakalanmasındaki payı ile ilgili çok ciddi bir davaya konu oldu. Çok uzağa gitmeyin, glifosattan önce kullanılan ilaç, atrazin isimli bir ot öldürücüydü. Glisofatın gördüğü işlevi görüyordu. 1970’lerde kullanılmaya başlandı, 2000’lerin ortasında çeşitli ülkelerde yasaklandı. Ancak 1980’lerde atrazinle ilgili tehlikelere işaret eden birçok çalışma yapıldığını görürüz. Tartışmalar 1990’larda daha da artmış. Son 20 yılda ne olduğuna bakınca da atrazinin kullanılmasının giderek azaldığını, yerine glifosatın geçtiğini fark ediyorsunuz. Bir kimyasal ya da toksik madde, baskılar ve akademik çalışmaların dikkate almamızı önerdiği sorunlar bağlamında piyasadan çekilebiliyor ama bir bakıyoruz onun yerine çoktan bir başka kimyasal madde konmuş. İnsanı ve çözümlerini çaresiz bırakmaya çalışan bir yapı var. Ama yine de yapılacak tek şey halk sağlığı, doğanın ve gelecek kuşakların devamlılığı adına mücadeleden vazgeçmemek.

Bunların kullanımı durdurulursa toprak kendini yenileyebilir mi? Bu ne kadarlık bir süre zarfında gerçekleşir?
Sadece tarımda değil, endüstriyel üretimde kullanılan on binlerce kimyasal madde var. Bunların birkaç bininin sağlık açısından tehlikeli olduğu biliniyor. “Gıda maddeleri bağlamında sorun ne?” derseniz, endüstriyel kirliliğin ölçüsüz ve kontrolsüz bir noktaya gelmesini gösterebilirim. Sistematik bir yaklaşım oluşturulmamış. Bertaraf edemediğimiz her şey de gelip gıdalara bulaşıyor. Bir kısmından kaçınmak artık çok zor. Kalıcı kirletici bunlar. Yüzyıllar boyunca, hatta bazıları bin yıllar boyunca kalacak. Biz bu yüz yıllık endüstrileşmenin faturasını gelecek kuşakların sırtına yıkmış durumdayız.
Doğanın kendini yenileme kapasitesinin de gerçekten olağanüstü olduğunu söylemeliyim. Toprak dediğimiz yapı imkan verilirse kendini yenileyebiliyor. Sadece bir felaket tablosu çizmek istemiyorum; çözümler var. Ancak bireysel olarak yapabileceklerimiz sınırlıdır. Genel, kalıcı çözümler kamusal bir iştir. Çeşitli kamu kurumları, bakanlıklar ve yerel yönetimler kolektif bir uğraş içerisine girmeli. Bu uğraş da çok planlı ve toplumcu bir siyasal bakışı gerektiriyor.
Toprak kirliliği, gıdalara bulaşan toksik kimyasallar, kötü beslenme gibi sorunların tamamını çözeriz gibi çok iddialı bir şey söylemek istemiyorum. Bunu sağlamak çok zor. Ama bizi kaygılandıran sorunların az ya da çok birer çözümü var. Suları kirletmeden üretim yapmak ve ihtiyaçları baz alarak bir üretim kapasitesi oluşturmak mümkün ve bu da başka bir sosyal düzenleme, toplumsal hayat gerektiriyor. Ama her şeyin piyasanın kontrolüne terk edildiği bir düzende çözüm sağlamanın imkansız olduğu da iyice belirginlik kazanmış durumda. Bizim çaresizliğimiz piyasanın, şirketleşme mantığının hemen her toplumsal alana nüfuz ettiğini fark etmekten geliyor. Ama bu fark ediş bir başlangıç olmalı belki de; kamusal hayatı, toplumsal sorunlara çare olacak kurumları mutlaka yeniden oluşturmamız gerekecek, aksi takdirde insanlık çökecek zaten.

Bahsettiğiniz kurumlar tarafında böyle bir kolektif çalışma görebiliyor musunuz?
Kesinlikle görmüyorum. Zaman zaman yazıyorum ve “Sorunlar var, biz ne yapacağız?”, “Onu yeme, bunu yeme, biz ne yiyeceğiz?” gibi sorular alıyorum. Ben hep meselenin bireysel çabaları aşan bir yanı olduğunu söylüyorum. Elbette ki birtakım şartlara göre besin maddeleri seçebiliriz. Kendimiz üretici olabiliriz. Ekolojik tarım yapan çiftçilere destek olabiliriz. Gıda toplulukları ve kooperatifler kurarız, girişimler oluştururuz. Bunlar aslında çözümlere de işaret ediyor. Ancak kamusal olarak baktığımızda, örneğin Türkiye genelindeki su varlıklarının kontrolünü ve izlemesini bireysel veya imkanları sınırlı bir STK olarak nasıl yapacağız? Sağlık ve Tarım ve Orman Bakanlığı gibi iki tane büyük kurumun kurduğu bir sürü laboratuvar var. Binlerce personeli ve her ilde örgütlenmesi bulunuyor. Basitçe “sulardaki kimyasal kirlenme ne durumda” sorusuna yanıt aramak için bile Türkiye genelinde yapılacak işin yükü inanılmazdır. Bizi aşar dediğim nokta orası. Ama bunu yapacak bir kamu var mı? Elbette var. Donanım da var. Yalnız bunu yapacak bir siyasal irade yok. Türkiye’deki mevcut siyasal sistem, iktidar böyle bir yaklaşım içinde değil. Mevcut yıkıcı gidişe karşı çıkanlar olarak siyasal sistemin içerisinde etkin bir rol üstlendiğimizde ancak bazı çözümleri devreye sokabiliriz ve bunu sağlamanın yolu da politika yapmaktan geçiyor.
Yaşamın en temel yapıtaşlarından biri olan gıda ve halk sağlığı ilişkisi oldukça kritik.

Geçtiğimiz Ağustos ayında Sağlık Bakanlığı’nın “Türkiye’yi kanser eden ürünleri devlet gizledi, biz açıklıyoruz! İşte zehir listesi” başlığıyla hazırlamış olduğunuz bir yazı dizisi üzerinden size dava açtığını biliyoruz. Devletin bu tutumunu bir kenara koyarsak gıda üzerinden halk sağlığını koruması için yapılması gerekenler neler?
Gıda ve beslenmeden yola çıkarak pek çok soruna temas etmek mümkün. Meseleyi son zamanlarda daha da daraltmaya başladım. Gıda ve beslenme konusunun odak noktasına çocuk sağlığı ve beslenmeyi koyarak bile pek çok soruna temas etmek mümkün. Çevre kirliliği var, gıdalara, sulara toksik madde bulaşıyor, iyi tarım yapamıyoruz vs. Gıda güvencesini altüst eden uygulamalar var ve bu uygulamaları mevcut siyasal hükümet yapıyor. Bunun da bize şarbon hastalığındaki gibi yansımaları oluyor. Dahası bu politikalarla birlikte kendi kendimizi besleme yeterliliği de ortadan kalkmış oluyor. Bunların hepsi kristalize olan meseleler.

Sağlık Bakanlığı çalışmasının sonuçlarını açıkladığım için açılan dava devam ediyor hâlâ. Henüz bir duruşma yapılmadı. Bakanlığın çalışması gerek Trakya Ergene Havzası gerekse de Kocaeli’nin genelini ele alıyor. Bunlar endüstriyel üretimin yoğun olduğu, atıkların kontrolsüz çevreye salındığı, toprağın, havanın, suyun ve haliyle gıdanın kirlendiği bölgeler. Türkiye’de kanserden ölüm sıklığının yoğun olduğu iller. Bakanlık bu çalışmayı beş yıl boyunca yürüttü. KHK ile üniversiteden çıkarılana kadar ben de bu çalışmanın içerisindeydim. Çalışmanın bulguları, kimyasal madde kirliliği ile en azından bir nedensellik bağı kurulabileceğini gösteriyordu. Bu kadar büyük bir çalışmanın gizlenebileceğini başlangıçta düşünmemiştim aslında.

Bu tip geniş ölçekli kontrol ve izleme çalışmaları mevcut sorunları tespit ve bu sorunları nasıl çözeceğimizi anlamak için yapılır. Mesela atık sorununun başa bela olduğu Gediz Deltası’nda ve Çukurova’da su varlıklarının kirlenme düzeyi ne, toprak ne durumda araştırılmalı. Bu coğrafyada yaşayacaksak hangi bölge yaşama ne kadar elverişli ve elverişli kalması için neler yapmalıyız, bilmek zorundayız. Bu çalışmaların arka planındaki soru budur. Halk sağlığı bağlamında düzeltici, onarıcı, rehabilite edici faaliyetler yapabilmek için de kamusal çalışmalar yapmak gerekiyor. Tarım ve Orman Bakanlığı oturacak ve kimyasal madde kullanımını ve toprağın kirlenmesini azaltacak, toksik kimyasalların gıdalarla insanlara bulaşmasını engelleyecek tedbirler alacak. Sağlık Bakanlığı suların kirlenmesine engel olacak. Bu kurumlar bunun için var zaten. Toplumun böyle bakanlıklara niye ihtiyaç duyduğunu; kurumların nitelikleri, asli görevleri ve sorumluluklarını unutmuş durumdayız.

Sağlık Bakanlığı eğer insanların sağlığını korumayacaksa ne yapacak? Türkiye’deki bütün su varlıklarının içilebilir durumda olup olmadığını belirlemekle mükellef kurum Sağlık Bakanlığı’dır. Sularda bulaşma var mı yok mu bağlamında bakılması gereken yüzlerce toksik madde var. Varsa nasıl çözebiliriz? Yerel yönetimlere hangi görevler düşüyor? Bu konuları regüle ve modere etmesi gereken kurum Sağlık Bakanlığı’dır.

Şunu da söyleyeyim: Türkiye’deki yeraltı ve yerüstü sularında bulaşması muhtemel 249 toksik madde var. Sağlık Bakanlığı’nın elindeki imkanları en bol laboratuvarda dahi bu 249 maddenin kalıntısı var mı yok mu çalışması yapılamıyor. Donanım ve personel eksik olabilir. Bunlar gerekçedir. Ancak bunlar çok hızlı karşılanabilir. Bunlar asli gerekçe olamaz. Ortada bir siyasal irade yok. Sorun tespiti yapılsa bu sefer çözüm için ne yapacaksınız? Halk ve çevre sağlığını korumak için atıkların bulaşması, endüstriyel üretimin kontrolü gibi bir sürü konuda hamle yapmak gerekecek.

Sizin sorduğunuz soru bağlamında düşünürsek zaten o çalışmanın sonuçlarına göre Sağlık Bakanlığı’nın önlem alması gerekiyordu. Ergene Havzası ve Kocaeli’ndeki suların bir kısmı içilemez durumdaydı ama önlem almak yerine bakanlık çalışma sonuçlarını gizledi.

Türkiye’nin bazı bölgelerinde tarımsal üretim yapmak belki bir süre askıya alınmalı. Toprak kendisini onarmalı, biz de su varlıklarını kirletmemeliyiz. İklim krizinin Türkiye’ye en büyük etkisi kuraklık olacak. Bu yıllardır dile getiriliyor. Bir örnek vereyim. Bizim elimizde yeraltı ve yerüstü su kaynakları var. Tarımsal veya endüstriyel üretim nedeniyle mevcut su varlıklarını kirlettik. Bunun sonucu, o suyun içilemez olmasıdır. Su kıtlığını kuraklık üzerinden düşünüyoruz ama ciddi tehdit kimyasal kirlenmedir. Arsenikle, kurşunla veya çeşitli organik bileşiklerle kirlendiğinde bu suyu içemeyeceğiz. İçersek hasta olacağız. Dolayısıyla orada bir su var ama kullanılamıyor. Bu yine bir kıtlık halidir. Mevcut siyasal iktidarın hiç dikkate almadığı meselelerin başında bu geliyor.

Halk sağlığı çalışmalarında gıdaya, havaya, suya bulaşan ve insan sağlığını tehdit eden toksik maddeler işin bir yönü. İklim krizi ve böceklerle ilgili bağlantıdan, önceki sorularda bahsetmiştim. Dünya genelindeki iklim sistemlerinde değişiklikler oluyor. Türkiye’nin de dahil olduğu Akdeniz ikliminin kurak bir iklime dönüşeceğinden söz ediliyor örneğin. Dönüşüm olduğunda o bölgede yaşayan canlılar da bundan etkileniyor. Canlılar da bu nedenle göç ediyorlar. Şu an dünya genelindeki böcek popülasyonu da hayatını idame ettirmek için ağır ağır yer değiştiriyor. Bu da bulunduğumuz coğrafi bölgelerde daha önce hiç karşı karşıya kalmadığımız sorunlarla karşılaşacağımız anlamına geliyor ki hem biz hem de bitkiler için bu sorunlar yeni hastalıkları içerebilir. Karşı karşıya olduğumuz ve olacağımız bütün bu sorunlarla baş edebilmek için bir arada durmaktan, bir araya gelerek politika yapmaktan başka bir çaremiz de yok.

Dr. Barış Doğru

#ekoIQ ve iklimhaber.org Yayın Yönetmeni, Sürdürülebilirlik Uzmanı