Greta’nın okul grevini başlattığı gün, iklim krizi iletişiminde son dönemeci döndük. Bu kadar etkili olmasında,ilham vermesinde, dinlenmesinde, gerçeği dile getirmesinin büyük payı var. Korku değil, umut değil, hakiki bir çağrı. Hakikat, kendiliğinden gelen, iklim krizi ile birebir yüzleşen ve sorunu kucağına bırakıverdiğimiz yeni kuşağın kendi gezegenini sahiplenmesinde. En nihayetinde, “can havliyle hayatta kalmak için mücadele eden, edecek” bir kuşağı izlediğimizi biliyoruz.
YAZI: Damla ÖZLÜER
İklim krizi iletişimi, küresel ısınma karşıtı kampanyalar ile başladığından beri dördüncü büyük dönemecine girdi. İlk adım, iklim krizinin varlığını anlatmak üzereydi ve belki de en uzun etap bu oldu. Yıllar boyunca irili ufaklı, yerel, ulusal, uluslararası pek çok sivil toplum örgütü, inisiyatif, akademik yapı, iklim krizinin “var”lığını anlatmak için türlü çeşit kampanyaya imza attı. Bugün, köşede bucakta hâlâ birkaç “inkârcı” kalmışsa da bu arkadaşlar dünya düzdür savunucuları kategorisinde sayılıyor.
İklim krizinin varlığını, birkaç politikacı ve meczup dışında anlamayan kalmayınca, bu kez sıra ne mene bir bela olduğunu anlatmaya geldi. Bizim ajans içinde taktığımız lakabıyla “parmak sallama iletişimi” dönemi. İşaret parmağını sallayarak “Sakın ha!” dediğimiz kampanyalar. Dehşetli görüntüler, felaket senaryoları, sular altında kalan şehirler, kuraklıktan çatlamış araziler, yok olan türler… Parmak iletişimi, en korkunç kâbuslarımızı açığa çıkarıyor, insanlığı ve tek tek bireyleri çizdiği dehşetengiz geleceği göstererek ikna etmeye, harekete geçirmeye çalışıyordu. Hem işe yaradı hem de yaramadı…
Çok Korktuk Ama Harekete Geçtik mi?
Bu iletişim döneminde, iklim krizinin dünyanınkiyle kıyaslandığında bir göz kırpımı olan insanlık tarihinde karşılaştığımız en büyük tehlike olduğuna ikna olduk (Yine büyük çoğunlukla). Buzuluna hapsolmuş kutup ayısı için kahrolduk, petrole bulanmış karabatağa gözyaşı döktük, alevler içinde kalmış dünya fotoğrafına dehşetle baktık. Bunlar, bu dönemin en ikonik kampanyalarının anahtar görselleri olarak belleklere kazındı. Kazındı kazınmasına da, harekete geçtik mi?
İster kampanyanın imzacısı olan sivil toplum kuruluşu isterse kampanyayı hazırlayan yaratıcı ekip olsun her iletişimci, iletişim ortamına bıraktığı, bebeği olan kampanyasının büyümesini ister. Hele ki bu kampanyalar bir ürün satışından ziyade davranış değişikliği yaratmak, tutkuyla inanılan bir “iyiliğin” hayata geçmesini sağlamak için kurgulandıysa… Bu kampanyalarda da durum farklı değildi. Ancak “güçte bir dalgalanma oldu” ve izleme kriterleri tuhaf bir koordinata ışınlandı. Kampanyalar aldıkları beğeni oranlarıyla değerlendiriliyordu. Hakkında konuşuldu mu? Dijital yerliler bayıldı mı? İnsanlar paylaştı mı? Cannes’da ödül aldı mı? İmdi kriz yırtılır! … Ve fakat iklim krizi büyümeye devam etti.
Ne olmuştu? Başımıza gelen insan doğasıydı. Elbette kampanyaların ne kadar ilgi çektiği önemli değerlendirme kriterlerinden biri, ancak özellikle sosyal fayda iletişiminde etki analizi ve sürekli izleme olmadan bir kampanyanın doğru bam teline basıp basmadığını bilemeyiz. İklim krizinin felaket boyutunu anlatmayı gerçekten iyi başarmıştık. O kadar iyi başarmıştık ki, insanların bir kısmında “vur patlasın çal oynasın” etkisi yaratmıştık. Bu deyim bize ait değil, birkaç ay önce buluştuğumuz sürdürülebilir iletişim üzerine çalışan Avrupalı ajansların bir toplantısında, Roma’dan bir ajans temsilcisinin sözü. Hemen bağlanalım: “İtalya’da iklim değişikliği kampanyaları hiç bek lemediğimiz bir sonuç veriyor. İnsanlar zaten bu çok büyük bir felaket ve bizim bunu önleme şansımız yok. O halde bari dünyanın son günlerini neşe içinde geçirelim der gibiler. Bir anlamda savaş ortasında karnaval düzenler gibiyiz! Ve ne yapacağımızı kestiremiyoruz.” Bakmayın siz bunu açıkça söyleyenin İtalyan ekibi olmasına. Ne de olsa hepimiz Neron’un mirasçısı, Caligula’nın halefiyiz. Ve çözemeyeceğimize inandığımız sorunlar karşısında bir kısmımız büzülüp birer devekuşu oluruz. Bir kısmımız da nereden buldukları bilinmez bir güçle savaşmaya devam eder.
Peki iletişim, bu ikinci kitleyi büyütmek için neler yapabilir? Önümüzdeki soru buydu. İki yıl önceki Hemzemin Uluslararası Sosyal Fayda İletişimi Konferansı’nda sorduğumuz soru da buydu: Korku ve Umut Sarkacında Sosyal Fayda İletişimi…
Zira, iklim krizine dair iletişim ortamı da bir sarkaç gibi işliyordu. Bir yanda dünyanın sonunu anlatan felaket senaryoları vardı. Diğer yanda ise, başını şirketlerin çektiği, aydınlık ve ferah günleri odadan çıkarken ışıkları kapatarak yakalayabileceğimizi söyleyen pembiş, tatlış bir dünya. Peki bu ikisinin arasındaki hakikati nasıl bulacak, nasıl iletişimini yapacaktık?
Vaatleri, Gerçekleri Iskalayan İletişim…
Sivil toplum bu düğümü görmekte gecikmedi. İlk tepki, insanlara tek tek bireylerin de yapabileceği bir şeyler olduğunu anlatmaktı. Bu doğruydu, tek tek yapabileceğimiz şeyler vardı. Önemli bir davranış değişikliği de (en azından bazı ülkelerde) yaratıldı. Artık çöplerimizi ayrıştırıyor, fazla ışıkları kapatıyor, sifonlarımızı daha az su akıtacak şekilde yeniden düzenliyorduk. Heyhat, enerjisi verimli, aklı bol kentler bile tasarlıyorduk. İmdi, rahat bir uyku çekebilir, sabah aynaya baktığımızda sorumlu bir bireyin ışıl ışıl gülümsemesiyle karşılaşabilirdik. Gelgelelim, 1,5 dereceyi bırakın 2 derecelik bir hedefi bile tutturamayabileceğimiz anlaşıldı. Ne olmuştu?
En sonda söyleyeceğimizi şimdi söyleyelim: İletişim her sorunun ilacı olamaz. Ancak iletişim pek çok şeyi değiştirebilir. Lakin ister insanları yüz yüze ikna ederken, isterse kitle iletişim araçlarıyla kampanya yaparken, insanların iletişim kurma yöntemi, Aristo’nun retoriğinden beri, asırlardır değişmedi.
En temelde, karşımızdakini herhangi bir davranış-tutum değişikliğine ikna etmek istiyorsak, üçlü bir mekanizmayı hayata geçirmemiz gerekiyor:
1- Ethos: Konu hakkında konuşan kişinin-kurumun güvenilirliğini sağlamalıyız. Bu güvenilirlik pek çok taraftan örülen bir “nam” meselesi. Örneğin iklim krizi ile ilgili kampanyayı yapan kurumun, kitleler nezdinde konu hakkındaki uzmanlığının yanı sıra tarafsızlığının, inanılırlığının ve verdiği mesajın güvenilirliğinin olması.
2- Pathos: Kampanyamızın mesajı ve vaatleri ile kitlemiz arasında kurulan bağın duygusu. Bu duygu bağını yaratabiliyor muyuz? Kitlelerimizi meselemize adayabilir miyiz?
3- Logos: Mesajımızın mantığı. Ortaya koyduğumuz, soruna verdiğimiz çözüm önerisi ve bu çözüm için insanları çağırdığımız aksiyon arasında tutarlılık var mı?
Bu üç silahşörler üzerinden iklim iletişimi kampanyalarının tarihine şöyle bir baktığımızda, ister korku iletişimi ister bireysel çağrı kampanyaları olsun, işin ethos ve pathos kısımlarını çözmekte pek mahir davrandığımızı görebiliyoruz. İklim krizi üzerine konuşan sivil toplum kendi paydaş hari tasında yanında yer almasını istedikleri üzerinde sağlam bir güven elde etti. Bu güveni inşa etmek için yıllar boyunca inkârcıların ağır saldırılarıyla yüz yüze geldiğini unutmamak ve bu süreçteki dirayetlerini takdir etmemek en hafifinden ayıp olur.
İkinci başarı öyküsü, pathos’u, yani kitlelerle kurduğumuz duygu bağını oluştururken yaşandı. Korku iletişimi halihazırda pek başarılı bir biçimde (hatta kitlelerin araba farına maruz kalmış tavşan gibi donakalmasına bakarsak fazla başarılı) olmuştu zaten. Bireyleri ikna edip evlerinde yapabilecekleri bir şeyler olduğunu anlatırken de insanlığın ortak sorumluluğuna olan bağ güçlendirildi. Ne kadar tabana yayılabildiği ayrı bir soru olmakla birlikte “Bir şey yapmalı” fikrine kapılanların sayısının azımsanamayacağı ortada. Ancak bu başarı öyküsünün kısmi bir başarı olduğunu söyleyip detaya inelim.
Neden Topyekûn bir Seferberlik Yaratılamıyor?
Sorunlardan biri, duygu bağı ile yazılan başarı öyküsünün “kısmi” olması. Evet, iklim krizinin insanlığın sorunu olduğu biliniyor ve bu sorun ile ilgili herkesin bir şey yapması gerektiğine dair ortak bir kanı oluşturuluyor. Ancak, iklim krizinin, temelde insanlığın kurduğu ekonomik sistemin ürettiği bir kriz olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Bu sistemi makyajlayıp yeni kasa olarak piyasaya sürmek artık mümkün değil. İklim krizi, her yerde eşit olarak yaşanmadığı gibi, çözüm için sorumluluk alması gerekenlerin atması gereken adımlar da eşit değil. Eşitsizlikleri hedeflemeyen bir politikanın çözüm olmayacağını, oltasıy la balıkçılık yapan da, küçük tarlasında ekin büyüten de biliyor. 1988’den beri gerçekleşen küresel seragazı salımlarının %71’inden yalnızca 100 şirketin sorumlu olduğunu söylemiyor olabilirler. Ama trol tekneleriyle denizi kurutanları, çiftçilerin tohumlarına, kaynak sularına el koyanları bir çırpıda anlatıyorlar. Gazete Duvar’da yayınlanan çeviri makalesinde Philipp Chmel “Gezege- ni tek başınıza kurtaramazsınız” diyor sürdürülebilir kampanyalarına cevaben. “Sürdürülebilir tüketicilik, başka larını ve doğayı önemserken bir yandan da tüketmeye devam etme olanağı sağlaması itibarıyla, hem üreticilere hem de tüketicilere oldukça cazip geliyor. İnsanlara açık bir biçimde, radikal bir değişikliğe ihtiyaç duymadan, soyut ve kahredici iklim krizi tehlikesi karşısında ‘bir şeyler yapma’ fırsatı sunulmakta” diye ekliyor.
Leonard Cohen’den alıntılayarak devam edelim: “Herkes biliyor!” (Everybody knows.)
“Herkes biliyor geminin su aldığını / herkes biliyor kaptanın yalan söylediğini / herkes biliyor zarların hileli olduğunu.”
İşte bu yüzden, kampanyaların hedef kitlelerle kurduğu duygu bağı da kısmi bir başarı yakalayabiliyor. Felaketin büyüklüğüne dair korkuyu yayabiliyor, kitleleri buna inandırabiliyor, insanların sorumluluk duygularına seslenebiliyor ve kendi hayatlarında küçük de olsa davranış değişikliği yaratmayı başarabiliyoruz.
Ancak mesele bir “topyekûn seferberlik” kurabilmeye gelince iletişim duvara tosluyor. Çünkü bu seferberlik çağrısının hedefi bireysel tüketicinin tüketim alışkanlıkları ile sınırlı kaldığında çözümün buradan çıkmayacağını sen, ben, anam, babam, dedem biliyor.
Gelelim, şu ana kadar hiç bahsetmediğimiz logos kısmına. Bireysel tüketiciyi gündelik yaşam değişiklikleri ile sınırlayan çağrıların toplu bir etki yaratmamasında iletişimdeki kurgu hatalarımız ayağımıza dolanıyor. Kampanya beni çöpümü ayrıştırmaya çağırıyor. Vaadi ise benim bunu yapmamın gezegeni kurtarması üzerine kurulu. Amma ve lakin Oxfam araştırmasından söylersek “en zengin %10, küresel karbondioksit salımlarının %50’sinden sorumlu”. Bu temel tutarlılık sorunu, birkaç paragraf önce zihnimize taktığımız “korku ile umut sarkacı arasında hakikatin iletişimi” sorununa da işaret ediyordu. Ta ki…
Hakikat Gündeme Düşünce…
Çok kullanılıyor ama yine de kullanmaktan imtina etmeyelim: Hakikatin ortaya çıkmak gibi bir huyu var! Ve bu hakikat, iklim krizi iletişiminde 16 yaşında bir genç öğrencinin ağzından döküldü: “Ne cüretle!”
Greta’nın dünya liderlerine yaptığı konuşmayı bir iletişimci cinliğiyle yerelleştirirsek: “Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. Paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde. Yakışır mı sana iklimle oynamak!”
Greta’nın okul grevini başlattığı gün, iklim krizi iletişiminde son dönemeci döndük. Bu kadar etkili olmasında, ilham vermesinde, dinlenmesinde, gerçeği dile getirmesinin büyük payı var. Korku değil, umut değil, hakiki bir çağrı. Hakikat, kendiliğinden gelen, iklim krizi ile birebir yüzleşen ve sorunu kucağına bırakıverdiğimiz yeni kuşağın kendi gezegenini sahiplenmesinde. En nihayetinde, “can havliyle hayatta kalmak için mücadele eden, edecek” bir kuşağı izlediğimizi biliyoruz.
Greta’nın simgesi haline geldiği gençlik hareketinin iletişimi bu nedenle beklenmedik bir dalga etkisiyle yayıldı ve yayılmaya devam ediyor. Kendiliğinden gelen, kendi meselesini sahiplenen ve bunun için harekete geçen gençlerin ethos’u sağlam. Kitlelerle kurdukları duygu bağı, pathos, bulaşıcı. Ve argümanlarındaki tutarlılık son derece berrak.
Karşıt kampanyalar da -ister üç beş kalmış iklim inkârcısı olsun, ister var olan sistemi yeniden paketleyip değişmeden değişmiş görünmek isteyenler- önlerine çıkan bu dalgayı durdurmak için çeşitli taktiklere yöneliyor. Belli ki, işin mantığında ve tutarlılığında hata bulmak pek mümkün olmayacak. O halde, öncelikle ethos’a, konuşan kaynağın güvenilirliğine gölge düşürmeli. Greta ile ilgili yapılan pek çok yorumu, kişisel özelliklerinden bir çocuk olmasına, kimi odakların maşalığına varana dek bu gözle incelemekte fayda var. İkinci olarak da kitlelerle kurduğu duygu bağını zedelemeli. Küçük görmek, atıl bırakmak, etkisizleştirmeye çalışmak da bu alandaki iletişim araçları.
Bu iki kampanyanın hangisinin galip geleceğini an itibarıyla söylemek güç. Üstelik, özellikle iklim krizi iletişimi dendiğinde dileklerimizi, umutlarımızı gerçeklik zannetmeye (wishfull thinking) meyilliyiz. Son alıntımızı Çetin Altan’dan yapalım: “Enseyi karartmayın!” Zira bir kez daha görüyoruz ki, hakikatin iletişimi beklenmedik etkiler yaratır.
* Turgut Özal, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçerken, Semra Özal’a demişti: “Haydi bir kaset koy da şöyle bir neşelenelim Semra Hanım.” Semra Hanım, o sırada İstanbul’a bakıyor, “Her taraf güzel, imar edilmiş, yollar, yapılar…” diyordu. Üzerinden 30 yıl, üçüncü köprü, bir Marmaray, üçüncü havalimanı geçtikten sonra, Kanal İstanbul’a doğru yürürken, imara boğduğumuz İstanbul’da neşemizi bulmakta zorlandığımız aşikâr.