İzmir Ekonomi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Bengü Aydın Dikmen, “Durumun aciliyeti korku duygusunu getiriyor. Ama korkutmaya çok yaslanmamak gerekiyor, yoksa insanlar ve dolayısıyla kurumsal aktörler ‘eh nasılsa yapacak bir şey yok artık’ noktasına gelirler, bu da eylemsizlik anlamına gelir ve krizin derinleşmesine sebep olur” diyerek, ekliyor: “İnsanlara umudun diliyle konuşmak gerekiyor. Yapılan iyi şeylerden, kolektif çabanın sonucu olan kazanımlardan bahsetmek lazım.”
Yazı: Nevra YARAÇ
Son aylarda yaşanan gelişmeler göz önüne alındığında önümüzdeki dönemde nasıl bir iklim iletişimi bizi bekliyor?
İklim hareketinin diğer toplumsal hareketlerden farklı olarak yaşadığı en büyük zorluk zamanla yarışması. Toplumsal değişim on yıllara ihtiyaç duyar ama bizim on yılımız bile yok. Bu yüzden iklim iletişiminin hayati bir rolü var. Zamanın azlığı, durumun aciliyeti korku duygusunu getiriyor. Ama korkutmaya çok yaslanmamak gerekiyor, yoksa insanlar ve dolayısıyla kurumsal aktörler “eh nasılsa yapacak bir şey yok artık” noktasına gelirler, bu da eylemsizlik anlamına gelir ve krizin derinleşmesine sebep olur.
Bir de Türkiye’de zaten kötü haberlerden bezmiş bir toplum var; insanlara umudun diliyle konuşmak gerekiyor. Yapılan iyi şeylerden, kolektif çabanın sonucu olan kazanımlardan bahsetmek lazım. Böylece harekete geçtiklerinde bir şeylerin değişebileceğine inanmalılar. Vatandaşları bu yönde bilgilendirerek yönlendirecek bir iletişim de faydalı olabilir. Bir yerdeki kazanımın nasıl gerçekleştiği araştırılıp sunulabilir. Belirli konuların takipçisi olunabilir. Geçtiğimiz haftalarda, termik santralların filtresiz çalışmasına üç sene izin veren meclis kararını cumhurbaşkanının veto etmesi örneği, çevrecilerin bir kazanımıdır.
Ayrıca iklim değişikliğinin toplumu vuracak etkilerinin, yani gıda, susuzluk, altyapı kaynaklı maddi hasarlar gibi etkilerin daha iyi anlatılması ve bu haberciliğin ana akıma girmesi gerekiyor. İklim değişikliği uzak bir ihtimal değil, şu anda yaşanıyor. Etkilerini birebir yaşayan insanlarla görüşmek, onların hikayelerini aktarmak doğru olabilir.
Son dönemlerde Türkiye’de de gerek seminerler, konferanslarla gerekse sahada gerçekleştirilen eylemlerle iklim eylemi konusunda bir hareketlilik yaşanıyor. Bu çerçevede Türkiye’deki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii ki bunlar olumlu gelişmeler fakat hâlâ belirli bir azınlığın katıldığı toplantılar bunlar; toplumun tabanına ulaştığını söyleyemeyiz. İklim hareketinin bütün toplumsal katmanları içine alması gerekiyor.
Her türlü iletişimde olduğu gibi iklim iletişiminde de yerel dinamiklerin göz önünde bulundurulması gerektiğinden, dili yerelleştirme anlamında Türkiye’deki durumu nasıl görüyorsunuz? Birçok kavramın birebir çevirisi yapıldığından bazen anlaşılması güç olabiliyor ya da çeviride asıl anlamını kaybedebiliyor.
Evet örneğin “strike” kelimesinin Türkçesi “grev” olarak kullanıldı ama aslında “boykot” daha uygundu. Yanı sıra, iklim değişikliğinin yoğun olarak Türkçe olmayan bilim terminolojisiyle yoğun bir şekilde verilmesi de konunun yabancılaşmasına yol açıyor.
Uluslararası alanda kentlerin ve yerel yönetimlerin önemi artarken ve Türkiye’de yerel yönetimler iklim iletişimi konusunda neler yapmalı?
Dünyada iklim krizini durdurmak için somut adımlar atan aktörlere baktığımızda merkezi hükümetlere kıyasla yerel yönetimlerin çok daha etkin olduklarını görüyoruz. Türkiye’de de iklim hareketinin yükselişiyle beraber belediyelerde bir kımıldanma başladı. En son 24 belediyenin imzaladığı deklarasyon çok umut verici. İklim iletişiminde belediyeler çok önemli bir rol oynayabilirler. Öncelikle, her belediye hemen İklim Acil Durumu ilan etmeli. Daha sonra, iklim krizi hakkında düzenli paneller, konferanslar düzenleyerek halkı bilinçlendirebilirler; konser, yarışma gibi büyük organizasyonlarla iklim meselesine dikkat çekebilirler. Billboard, pano gibi kamusal alanlarını iklim krizine dair bilgilendirici afişler asarak kullanabilirler. Okullar ve üniversitelerle beraber eğitim programları düzenleyebilirler.
İklim iletişimi, durumun aciliyeti göz önüne alındığında, “iklim inkârcılarını” iknaya yönelik mi, yoksa bu konuda farkındalık taşıyan pasifleri harekete geçirmeye yönelik mi kurgulanmalı sizce?
Türkiye’de iklim inkârcıları çok sayıda değil. İklim değişikliği kabul görüyor. Ama Türkiye’ye özgü başka türlü bir inkârcılık oldukça yaygın. İklim krizine yol açan seragazlarının %65’inin fosil yakıttan kaynaklanması dolayısıyla sorunun çözümü için kömür, petrol ve gazın hayatımızdan çıkmasının bir zorunluluk olduğu inkâr ediliyor. Bunlar olmadan da bir ülke ekonomisinin pekâlâ yürüyebileceği tartışmasına girilmesi gerekli. Zaten iklim krizinin yıkıcı etkileri karşısında her ekonominin sarsılacağı garanti. Kaldı ki yaşamın yok olacağı bir felaketten bahsediyoruz, bunlar karşılaştırılabilir şeyler değil.
İklim hareketine bu konuda farkındalık taşıyan herkes katılmış değil. O yüzden sadece onları harekete geçirmek bile büyük bir nicelik artışı anlamına gelir.
İklim tartışmalarında iklim adaleti vurgusu yeterince yer alıyor mu sizce? İklim krizinden en çok etkilenen alanlarda yaşanacak bir hareketlenmenin yayılması mümkün olabilir mi?
Yer almıyor. O yüzden meselenin insani, toplumsal yanı daha çok verilmeli. Bu kırılgan gruplar kendi gündelik hayatlarında zaten eşitsizlik ve adaletsizliğin pek çok boyutunu bir arada yaşıyorlar ve iklim değişikliği bunları katlandıracak. Ama bu otomatik olarak onların birer etkin aktöre dönüşmelerini sağlamaz. Burada sivil toplum örgütlerine ortak bir siyaset kurulması için önemli bir rol düşüyor.
Diğer yandan, küresel iklim adaleti mevzusunun fazlaca söylemselleştirilmesi de iklim krizinin çözümüne yönelik olarak oluşturulacak politikaların sanki çok radikal veya ütopik olması gerekiyormuş gibi algılanmasına yol açıyor. Yani sanki zaten küresel adaletsizliği ortadan kaldıramayız, o zaman iklim krizine yönelik de bir şey yapamayız algısı pekişebilir.