#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey
Koronadan Sonra Sürdürülebilirlik…

Koronadan Sonra Sürdürülebilirlik…

“Normale ne zaman döneceğiz?” Yanıt Hong Kong’daki bir duvar yazısından: “Normale dönemeyiz çünkü eski normalimiz sorunun ta kendisiydi”. Peki “Hiçbir şey aynı kalmayacak” mı? Ya da “Hiçbir şey değişmeyecek” mi? İnsanlık ve sebebi olduğu insanlık çağı (Antroposen), uzun süredir tencerede yavaş yavaş kaynayan bir kurbağa idi. İklim değişikliğini ve onla koşut giden çevresel yıkımları, büyük bir insan topluluğu tencerenin içinde, yıllardır, umarsız gözlerle izliyordu. Pandeminin aynasında kendimize bakıp, sürdürülebilir kalkınma amaçları doğrultusunda yeni bir “yeni normal” inşa etmekten başka yol var mı?

Yazı: Barış Doğru

Kahinlik taslamayalım. Olan biteni anlamak hayati öneme sahip ve şu anda, yarın olacaklar konusunda çok az öngörümüz var çünkü böylesi bir krizi daha önce ne gördük, ne duyduk: Hem dünya-tarihsel, hem biyolojik-ekonomik bir mega kriz, bir mükemmel fırtına… O nedenle akıl yürütmelerimiz hep kusurlu, zayıf ve spekülatif olacak ancak bu durum, düşünmeyi bırakmamıza değil, daha çok kafa patlatmamıza, bilgi üretmemize vesile olmalı.

Birbirinin sudaki sureti gibi tersi iki uç soru var önümüzde: “Koronadan sonra hiçbir şey aynı kalmayacak” mı? “Koronadan sonra hiçbir şey değişmeyecek” mi? Yanıt büyük ihtimalle ortalarda bir yerde olacak. Ama bu soruları soranlar, daha doğrusu yanıtlarını bildiklerini düşününler de aynı niyetlere sahip değil. “Her şey değişecek” evet ama hangi yönde? Daha baskıcı, daha otoriter, daha içekapanık, daha paranoyak, daha milliyetçi mi? Yoksa daha şeffaf, daha sürdürülebilir, daha şefkatli, daha eşitlikçi mi? Pandemiden önce, içinde bulunduğumuz durum pek parlak olmadığı için her şeyin değişmesi, biraz daha cazibeli olsa da, değişimin yönünü bilmek neredeyse imkansız olduğu için tedirginlik son derece normal. Hiç yaşamadığımız, bilmediğimiz bir kriz, insanlığın kendine ve doğaya bakışını olumlu şekilde etkileyebilir mi? Yoksa savrukluk, vurdumduymazlık, hukuksuzluk, ben yaptım oldu zihniyeti, çok daha kolay at koşturabilir mi?

Her iki görüşün de ortada, çok sayıda parlak savunucuları mevcut. Başka başka niyetlerle, karamsarlıkla veya iyimserlikle… Korona Öncesi ve Korona Sonrası. Acaba, Thomas Friedman’ın savunduğu gibi bir milat mı yaşıyoruz? Hazreti İsa’nın doğumunun da aslında doğru hesaplanmadığı biliniyor (Milattan sonra 1 veya 2. yılda doğduğu sanılıyor) ama zaten milat, ancak milattan sonra 525’te icat edilmiş. Koronayı insanlık tarihinin yeni bir miladı ilan etmek aşırı acelecilik olarak görünebilir ama zaten milat fikri, geçmişin karanlık tarihinden bir kopuş isteğinin dışavurumu değil midir biraz da…

Eldeki hem toplumsal hem çevresel hem de ekonomik vaziyet hiç de iç açıcı olmadığı için, bir milada ihtiyaç duyuyor olabiliriz ama diğer yandan da, bazı şeyler birikir birikir (niceliksel birikim) ve bambaşka bir şeye bürünüverir (nitel sıçrama).

Sürünün Sessizliği

İnsanlık ve sebebi olduğu insanlık çağı (Antroposen), uzun süredir tencerede yavaş yavaş kaynayan bir kurbağa idi. İklim değişikliğini ve onla koşut giden çevresel yıkımları, büyük bir insan topluluğu tencerenin içinde, yıllardır, umarsız gözlerle izlemiyor muydu? Her yıl kırılan sıcaklık rekorlarını, aşırı iklim olaylarını, toplumsal eşitsizlikleri, hoşgörüsüzlüğü, ırkçılığı, baskıcı rejimleri, vurdumduymazlığı, aşırı zenginlik ve aşırı yoksulluğu, açlığı, toplumsal cinsiyet eşitsizliğini, plastik yığınına dönüşen deniz ve okyanusları, türlerin yok oluşlarını, yalanların baş olmasını, post-truth çağının düzenbazlığını, aklın ve bilimin yerlerde sürünmesini, yolsuzlukların kurumsallaşmasını kanıksamış küresel toplumun, pandeminin aynasında, bu büyük rezaletin bir parça da olsa farkına varmaması mümkün mü? Kasandra sendorumundan mustarip iklim mücadelerinin sesi daha çok duyulabilir mi? Yoksa onları dinleyenler bile, artık kendi gündelik varoluş kaygılarının peşinde başka mahallelere doğru göç mü edecek?

En gelişmişinden en azgelişmişine kadar tüm ulus devletlerin, sağlık, halk sağlığı, enerji, gıda güvenliği, kentsel dirençlilik konusunda aslında ne kadar kırılgan; onları yönetenlerin aslında ne kadar cahil, bilim dışı (sürü bağışıklığı yaklaşımını savunan İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın koronavirüsten yoğun bakıma kaldırılmasından tutun, ABD başkanı Trump’ın temizlik maddelerini insanlara zerk etmeyi öneren deli saçmalarına ve krizden fırsat devşirmeyi uman değişik versiyonlarına kadar uzanıyor bu liste), ulusal ve uluslararası kurumların ne kadar güçsüz ve etkisiz olduğunu görenler, yeni hayatlara uzanır, yeni seslere kulaklarını daha güçlü açar mı? Şimdilik sadece sorular var ortada. Ama yanıtlara giden yol, sorulardan geçiyor, hele böyle mükemmel bir fırtınanın ortasında…

Deneyimsiz Deneyimler

Ardı ardına sıraladığımız sorular, aslında insanlığın tüm yaşamsal aktivitelerini enine boyuna kesiyor. Örneğin, koronadan sonra bu kadar çok seyahat edecek miyiz? Yoksa gayet başarılı bir şekilde evden çalışmaya, online olanaklarla toplantı yapmaya, kararları daha demokratik bir şekilde almaya alıştık mı? Korona sonrası böyle devam etmesinde bir sakınca var mı? İyi ama sadece işe veya iş toplantılarına gitmiyoruz ki. Her yıl milyonlarca insan yurtiçi ve yurtdışına tatile gidiyor. Büyük bir kısmı, çok yıldızlı otellerde, balık istifi, açık büfelerin şehveti ve inanılmaz israfı içinde kaybolarak; ne gittiği bölgenin dokusuna, ne de gerçek doğal güzelliklerine şöyle bir değemeden, elinde sadece sosyal medyaya atılmış selfie’leriyle (bunları yaşadığını ona hissettiren ve kanıtlayan neredeyse tek şey) eski yaşamına geri dönüyor. Bu etkinliğe gerçekten, insanı rutininin dışına çıkaran, onu başka deneyimlerle zenginleştiren bir süreç olarak bakmak mümkün mü? Ve bu etkinlik aynı şekilde devam edecek mi?

Bir paragrafta, biraz da acımasızca ele almaya çalıştığımız bu turizm faaliyetinin, kaç yüz milyar doların döndüğü, kaç yüz bin binanın ve milyonlarca metrekarenin işgal edildiği ve milyonlarca insanın ekmek kapısı olduğu bir ekonomik sektör olduğunu unutmamalı. Ve elbette ne kadar büyük bir karbon emisyonuna, çevresel tahribata neden olan ve aslında hiçbir gerçek deneyime de dayanmayan, neredeyse hiçbir ufuk açmayan (ve sonuç olarak da ne ruhumuzu, ne de bedenimizi dinlendirmeyen) bir aktivite olduğunu söylemek biraz abartı olur mu? Ama belki koronanın aynasında doğruları ve yalnızca doğruları ifşa etmenin zamanı gelmiş olamaz mı?

Turizmden başladık ama modern dünyanın işleyişindeki hemen tüm alanlar için geçerli bir sorgulama bu. Dünya topraklarıyla herkesi rahatça besleyebilecekken, milyarlarcasını kötü besleyerek, yarısını obez, diğer yarısını az-beslenmiş kılan bir gıda sisteminin sağlığından ve anlamından bahsedilebilir mi?

Her yıl milyonlarca metrekare toprağın, trilyonlarca metreküp suyun, hesaplanması zor miktarda atığın ve emisyonun sonucunda oluşan tekstilin çok kısa bir süre içinde, katı atık sahalarına çöp olarak döküldüğünü bilerek moda endüstrisini çok sağlam temellere dayalı ve vazgeçilmez görmek gerçekçilik kategorisinde mi değerlendirilmeli?

Virüsün -kimseyi ayırmadan herkese bulaşmasıyla- demokratik olduğunu ama etkilerinin hiç de eşit olmadığını; kamusal sağlık hizmetlerinin birçok ülkede yerlerde süründüğünü gözlerimizle görmedik mi?

Peki yaşadığımız şehirler herhangi bir gerçek anlam ve işleve sahip mi? Geleneksel yapısından tümüyle kopmuş, kimliksiz, umutsuz küçük boyutlu taşra yapılaşmalarından, artık yaşamaya imkan vermeyen dev boyutlularına kadar tüm kentler, gerçekten insanlığın ihtiyaçlarına mı hizmet ediyor? Her gün saatler süren yolculuklarla işyerlerine ulaşan ve akşamları aynı saatleri eve dönmek için tüketen; tatillerinde ondan uzaklaşmak için varını yoğunu döken; hava, ses ve gürültü kirliliği altında sağlığını her an yitirme tehdidiyle yaşayan büyükkentliler, gerçekten mutlu mu? Çok az yararlanabildiği nimetleri için hayatını tüketen, kendi hayatını tüketirken bir yandan da çevresini saran doğayı alabildiğine hırpalayan (evet karantina günlerinde kuşları duyduk, yol kenarlarında otların serpildiğini gördük, yunuslar sahillere kadar yanaştı, İstanbullular Uludağ’ı, Hintliler Himalayaları yıllar sonra tekrar çıplak gözle gördü…) hepimizin, korona sonrasında hayatına aynı şekilde devam etme isteğini açıklamak zor değil mi?

Bu anlamda belirli bir anlam ve büyüklüğe sahip, kendi kendine (sağlıktan gıda ve enerji üretimine kadar) yeterli, kapımızı çalacak bir sonraki kriz olacağını zaten bildiğimiz iklim değişikliğine karşı dirençli kentlerde yaşama isteği bir ütopya mı? Şiddetsiz, hoşgörülü, sağlık ve eğitim gibi kamu hizmetlerini herkese eşit şekilde sunan kentler yerine, şiddetin kol gezdiği devasa gettolarda yaşamak mı insanlığın kaderi?

Yeni Uygarlığa Giden Yol

Bu zor soruların kolay yanıtları da var, biliyorum. İçinizden söylüyorsunuz: “Bu insanların hiçbiri teker teker bunu istemiyor. Ama kurdukları kurumlar, yapılar, sistemler dönüşmeye açık değil”. Evet artık tortulaşmış, değişime kapalı kurumlar ve sistemler içinde yaşıyoruz. Ama işte bu sistemler, kurumlar ve yapılar, korona öncesinde de, hem de hemen her coğrafyada dökülmeye yüz tutmuş durumdaydı. Yıllardır anlatmaya çalıştığımız iklim krizinden bölgesel çatışma ve savaşlara, açlık ve kötü beslenmeden eşitsizliğe, hoşgörüsüzlükten yolsuzluğa uzanan bir dizi bataklığın içinde, hareket ettikçe batıyorlardı. Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları, işte bu yüzden bize göre, 17 maddede yeni bir uygarlık çağrısıydı. Ve korona aynasında, 17 maddenin her birinin nasıl elzem konular olduğunu bir kez daha açık bir şekilde görmüş bulunduk.

Bunu, fırsat olarak kullanmaya hazır olanların birçoğu da aynı bataklığın içinde debelenenler ve işte bu nedenle bazen, “Korona sonrasında hiçbir şey aynı kalmayacak” ve bazen de “Koronadan sonra hiçbir şey değişmeyecek” diyorlar (gönül rahatlığıyla değil, bence büyük bir tedirginlikle).

Büyük bir tedirginlikle çünkü ayaklarının altındaki, hep birlikte yarattıkları bataklık, en azından bu süreçte bir an için de olsa “görünür” oldu. Unutulmaz sinemacı Michelangelo Antonioni’nin unutulmaz filmi “Blow Up” filminde (Julia Cortazar’ın kısa öyküsünden uyarlanmıştır) kaza ile çekilen bir fotoğrafta görülen bir cinayetin resmi gibi. Koronanın aynasında bu cinayeti görenlerin işi artık bu görüntüyü büyütmek (blow up), daha da büyütmek ve cinayetin delilini görünür kılmak olmalı.

Tersini yapmaya çalışanların olacağını bilmek için çok zeki olmaya gerek yok. 17 Amacın tam tersini, hadi yine fotoğraf üzerinden gidelim negatifini, hayatın kendisi halini getirmeye çalışanlar, bahsettiğimiz yapıların, sistemlerin, kurumların dönüşmesi önündeki en büyük engeller olacaklar.

Ancak hiç iç açıcı olmasa da, insanlık feodalizmin batağında inim inim inlerken, iktisadi sisteme son darbeyi indiren vebayı hatırlamakta fayda olabilir. “Kapitalizm Sonrası” kitabında Paul Mason, vebanın, feodalizmin tasfiyesinde ve kapitalist üretim ilişkilerinin doğuşunda nasıl bir hızlandırıcı rol oynadığını ayrıntısıyla anlatır. Mason, iklim krizinin, bugünün aslında çökmüş ama bir türlü çökmeyi başaramayan, yeni iktisadi ilişkilerin serpilmesi önünde bir şekilde tıkaç vazifesi gören sistemden çıkış için aynı işlevi görebileceğini öne sürer.

Ucuzlar ve Pahalılar

Pandeminin, iklim krizinin sonuç ve etkilerinin hızlandırılmış bir versiyonunu vizyona soktuğunu öne süren birçok yorumcu da mevcut. Her hâlükârda, karşımızda iklim krizinin zamana yayılmış etkilerini, son anlarında hayatının tümü gözünün önünden geçen biri gibi hep beraber yaşadık. Raj Patel ve Jason Moore’un “Yedi Ucuz Şey Üzerinden Dünya Tarihi” kitabında anlattıkları bir bir kanıtlandı: Doğa, para, emek, bakım, gıda, enerji ve yaşam, korona günlerinde her zamankinden de ucuzdu. Sistemi ayakta tutan dayanakların, dışsallıkları hesaplanmamış, insanlığın ortak çıkarlarına hizmet etmeyen bu yedi madde olduğunu, bazılarımız kişisel olarak yaşadık, yaşıyoruz. Bu gereğinden ucuz tutulan yedi şeyin, gerçek bir uygarlık kurmanın önünde nasıl bir barikat oluşturduğunu görmek, her birinden başlayarak, tek tek, gerçek bir yeniden “değerlendirme” yapmamızı gerektiriyor aslında.

Pandeminin, kendini ve sevdiklerini korumanın yolunun, başkalarını -tatta sevmediklerini bile- korumaktan da geçtiğini açık bir şekilde gösterdiğini rahatça söyleyebiliriz. Virüs tüm insanlığın ve doğanın birbirinden kopmaz bağlarla bağlı olduğunu herkese gösterdi. Herkesin herkesi korumasının, kendini korumanının tek ve en etkili yolu olduğunu sosyal hayata tercüme etmek de mümkün: Başkalarını, senin gibi olmayanları, yoksulları korumak, dayanışmak, kendi çocuklarını korumak anlamına geliyor…

Koronadan sonra, büyük ihtimalle, birçok şey değişmiş ama bazı şeyler hiç değişmemiş olacak. Ama her halükârda yeni bir süreç başlıyor önümüzde. Ve bize düşen, her şey üzerine yeniden yeniden düşünmek. Kimsenin şimdiye kadar çok da fazla dinlemediklerinin artık çok daha fazla kulak kabartılacak şeyler olacağını unutmadan, bugüne kadar biriktirdiklerimizi tekrar düşünmenin ve söylemenin zamanı geldi de geçiyor.

 

Bizi sosyal medyada takip etmek için tıklayın: LinkedIn | Instagram | Twitter | Facebook

Dr. Barış Doğru

#ekoIQ ve iklimhaber.org Yayın Yönetmeni, Sürdürülebilirlik Uzmanı