İklim krizine karşı mücadelenin, insanlığın kendi kendisiyle olan bir yarış olduğunu vurgulayan Sürdürülebilirlik için Yerel Yönetimler, ICLEI Küresel Savunma Direktörü Yunus Arıkan, “Artık yaşanabilir dünya kurmanın bir monopolü yok” diyor ve dünyanın dört bir yanındaki iyi örnekleri bizlerle paylaşıyor.
Röportaj: Sibel BÜLAY, [email protected]
“ICLEI – Local Governments for Sustainability” kuruluşunu bize biraz anlatır mısınız? Ne yapar bu kuruluş?
ICLEI’nin (Sürdürülebilirlik için Yerel Yönetimler) geçmişi 1990’lara dayanıyor. 1992 Rio Zirvesi’ne hazırlık aşamasında yerel yönetimlerin katkılarının daha somut olarak ortaya konmasını hedefleyen bir oluşum olarak ortaya çıktı. 1990’ları düşünürsek Berlin Duvarı yeni yıkılmış; dünyada küreselleşme dalgası var ve küreselleşme iki kanatta ilerlemiş. Küreselleşmecilerin bir boyutu “Yeni Dünya Düzeni” dedikleri kapitalist düzenin bütün dünyaya hakim olmasını amaçlıyor. Diğer taraftan ICLEI ise, herkesin birbiriyle eşgüdüm içerisinde; daha koordineli ve yerel düşüncenin de dünyaya etki edebileceğini söyleyen farklı bir küreselleşme anlayışı içerisinde. 30 yıldır bu iki farklı küreselleşme anlayışı arasındaki çatışmayı izliyoruz. Rio Zirvesi’ndeki en büyük başarımız Yerel Gündem 21 tanımlamasının gündeme gelmesi oldu. Dünyada ilk defa bir uluslararası anlaşmada yerel yönetimler, kadınlar, gençler gibi değişik paydaş gruplarının küresel çabalara aktör olarak katkı verebileceği tanımlanmış oldu. ICLEI’nin dünya çapına yayılmış 1700’den fazla üyesi var. 100’den fazla ülkede temsilcileri bulunuyor. Üye profilinin yelpazesi de oldukça geniş: 10 bin nüfuslu kırsal bir kentten Sao Paulo, Tokyo veya Seul gibi metropoliten kentlere kadar uzanıyor. Uluslararası bir dernek olarak amacımız küresel sürdürülebilirliğin yerelde hayata geçmesini sağlamak. Bunun için beş temel yol haritamız var: Salım ve atıkların azaltılması; afetlere dirençlilik; doğa odaklı çözümler; döngüsel ekonomi ile eşitlik ve adalete dayalı bir kalkınma modeli. Bunların hepsinin gerçekleşmesi halinde yerel ölçekte sürdürülebilirliğin tam anlamıyla hayata geçebileceğini; bu sayede de ulusal ve küresel çabaların da başarılı olacağını düşünüyorum.
Ülkeler tarafından büyük anlaşmalar imzalanıyor. Ama Birleşmiş Milletler toplantıları olsun, iklim değişikliği toplantıları olsun, yerel yöneticilerin yan etkinlikler düzenlediklerini görüyoruz. Ve mesaj hep aynı: Anlaşmalara biz de taraf olarak katılmalıyız. Küresel sorunların çözümünde yerel yönetimlerin de oynanacak rolü var.
Yerel Gündem 21’in tanımlanmasına rağmen ne Rio Sözleşmesi’nde, ne de Kyoto Protokolü’nde yerel yönetimlere hiçbir rol verilmedi. Kopenhag’da herkesin umudu “yepyeni bir sözleşme” olması ve Kyoto Protokolü’nde yapılan hataları tekrarlamamaktı. Bu sefer herkesin rolünün ortaya konulması isteniyordu. Ama bu gerçekleşmedi. 2009’da Kopenhag’daki başarısızlık ancak altı sene sonra düzeltilebildi. 2015 Paris Anlaşması’yla bir bakıma ertelenen gündem hayata geçmiş oldu. Paris Anlaşması’nı diğer iki sözleşmeden farklı kılan tabii ki küresel sıcaklık artışının sanayi öncesi dönemdekine kıyasla 1,5 derecede tutulmasıydı. Ancak 2050’de karbon nötr olma hedeflerinin yanında en önemli farkı açılış paragraflarında “tüm kademede hükümetlerin”, daha doğrusu her türlü yönetimin, iklim değişikliğinin çözümünde sorumluluğunun olduğunun resmen kayıtlara geçmesiydi. Bu önemli bir farktı gerçekten…
Yerel yönetimlerin önemini vurgulamak amacıyla iki istatistik paylaşmak istiyorum. Nüfusun %50’si kentlerde yaşıyor ama karbon salımlarının %70’i kentlerden kaynaklanıyor. Toprak kullanımının %2’si kentlerde ama kaynakların %75’i kentlerde kullanılıyor. Dolayısıyla bir iklim anlaşmasının kentlerin dışında yapılması söz konusu olamaz.
Sadece nüfus olarak bakmamak lazım. Evet kaynak yönetimi önemli ama bununla beraber şu yönü de çok önemli: Ekonominin çok büyük bir döngüsü artık kentlerde. Hatta tarih boyunca inovasyon, yenilikçilik kentlerden çıkmış. Bu anlamda da yerel yönetimlerin yönetim kapasitesi, özellikle de bu son 30 yılda kendi kendilerini yönetebilme kapasitesi; vatandaşlarıyla ilişki kurma becerileri ve birbirleri arasındaki iletişim de çok ilerledi. Bu artık kaçınılmaz bir gerçektir. Ulus devlet modeli son 200-300 yıllık bir kavram. Ama kentler binlerce yıldır hayatımızda. Bu anlamda kentlerin tekrar gündeme gelmesi yeni bir dönemin başlangıcı. Küresel sorunlar sadece ülke sınırlarını gözeten düşüncelerle çözüme ulaşamaz. Hem sorunların kaynağı, hem de çözümü açısından pek çok alanda ortak kullanılacak yöntemler ulusal sınırların dışında da hayata geçirilebilir. Bunu avantaja çevirmek gerekiyor çünkü özellikle bu kadar iç içe geçmiş, birbiriyle bağlantılı dünya nüfusunun farklı çözümleri kentler üzerinden uygulaması mümkün. Bunu pandemide de gördük.
Ekim’de Daring Cities 2020 konferansını düzenlediniz. Üç hafta boyunca online olarak 200 saatlik bir program gerçekleştirildi. 475 konuşmacı ve 150 ülkeden 5000’e yakın katılımcı vardı. Türkiye’den konuşmacı olarak İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer de katıldı. Toplantıda beş ana tema işlendi. İklim toplantılarında duymaya alışık olduğumuz konular temiz enerji, temiz ulaşım, finansman. Ama iklim çerçevesinde doğa odaklı çözümler konusunun işlenmesi benim açımdan yeni ve farklı bir temaydı.
Öncelikle EKOIQ’ya teşekkür ederim. Daring Cities 2020 konferansına sponsor oldunuz. Destek verdiniz. Bu Kongre bu şekilde ilk defa düzenlendi ancak bu etkinliğin arka planı 2009’lara dayanıyor. ICLEI 2009 yılında Almanya’nın Bonn kentine taşındı. Bu Kopenhag krizinin de yaşandığı dönem. Kopenhag’daki başarısızlık hepimizi çok derinden etkilemişti ve ne yapacağımızı sorguluyorduk. “Bizler ICLEI olarak buna nasıl cevap vereceğiz?Artık Birleşmiş Milletler bunu hayata geçiremeyecek” gibi bir düşünce vardı. Bu durum en çok kentleri zedeleyecekti çünkü biz, uluslararası sürecin zayıflamasının kentlerin işbirliğini de azaltacağını biliyoruz. Biz “dirençli kentleri” gündeme getirdik çünkü biliyorduk ki iklim değişikliği mücadelesinde başarısızlık devam edebilir. Dünya 2 veya 3 derece ısınmaya doğru ilerleyebilir. Dolayısıyla biz kentlerimizi afetlere hazırlamalıydık. İklim değişikliğine bağlı olarak afetleri, su kaynakları, kentlerde ısı adaları ve sağlık sorunlarını sürekli gündeme getirdik. Her yıl bunu toplantıları düzenli olarak yaptık. Bu toplantılar sırasında uluslararası süreçlere de katkı verdik.
Özellikle Paris Anlaşması’nın hazırlanmasına yardımcı olduk. 2015 yılı, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin de kabul edildiği bir dönemdi. Geçen 10 yıl aslında zor bir 10 yıldı. Biz o 10 yıl boyunca hem kendi kurgumuzu, kendi kapasitemizi geliştirmek; hem de yeni kurulacak bu dünyanın içerisinde yer almak için çaba gösterdik. Ancak büyük bir belirsizlik; nereye gideceğimiz bilememezlik hakimdi.
Ama 2020’de yeni bir dönem başladı. Özellikle 2030’a kadar alınacak veya yapılacak uygulamalar önümüzdeki yüzyılı belirleyecek. Yepyeni bir dünya düzeni ortaya çıkacak ve bu sadece iklim değişikliğine bir karşı çıkış veya tepkisellikten ziyade yepyeni bir uygarlığın kurulması; yepyeni bir hayat tarzının yansıtılması dönemine girdiğimizi biliyoruz. Reaktif düşünceden ziyade daha aktif, daha yapıcı, daha umut dolu, daha dönüşümcü bir tartışmayı gündeme getirmek istedik. Bu anlamda hem adını değiştirdik; etkinliğin adını “Daring Cities” (Cesur Kentler) olarak koyduk; hem de içerik olarak bu felsefeyi yansıttık. Senin bahsettiğin doğa odaklı çözümler olsun, döngüsel çözümler olsun, iklim değişikliğinin bu alanlara girmesi tesadüf değil. Çünkü 1,5 derece hedefi veya salımların yüzyıl ortası itibariyle dengelenmesi hedefi sadece teknolojik çözümler ve prototip modellerle değil, ancak ciddi bir toplumsal dönüşümle gerçekleşebilecek. Ve bu toplumsal dönüşüm, kentleri nasıl kuracağımız; kentlerde nasıl yaşayacağımız; kentler arası ilişkilerinin; kent-kır ilişkilerinin; yani bugüne kadar yapamadığımız dönüşümü hayata geçirmenin bir mücadelesi. Bu anlamda bu yeni kavramları iklim mücadelesiyle birleştirmenin tam da zamanı diye düşünüyoruz. Bu nedenle bu konuları seçtik ve senin de belirttiğin gibi, doğru adımlar olduğunu fark ediyoruz.
Konferans esnasında iklim değişikliğinden çok iklim krizi kavramı kullanıldı. Ve bazı çarpıcı veriler paylaşıldı. Örneğin son 20 yılda doğal felaketlerin %90’ı iklim krizine bağlanıyor: Isı dalgaları, seller, kuraklık. Ve bu felaketlerin maliyeti 3,5 trilyon doları bulmuş. 2050’ye kadar 1 milyar insan iklim krizinden dolayı evinden olabilir ve iklim göçmeni olarak karşımıza çıkabilir. 6 milyon Suriyeli göçmen, Avrupa ve Ortadoğu’da büyük krizlere neden oldu. 1 milyar göçmenin neden olacağı sosyal ve ekonomik sorunları hayal bile edemiyorum. Bilim insanları iklim kriziyle karşılaştırıldığında pandemi krizinin çok küçük kaldığını söylüyor.
Pandemi tartışmalarında en çok konuştuğumuz şeylerden bir tanesi de bu oldu. Yüzyıl önce İspanyol gribi ile bir karşılaştırma yapıldı. Yüzyıl öncesi ve sonrasında iki temel farklılık var: Yüzyıl önce Dünya Sağlık Örgütü gibi bir sağlık örgütü yoktu ve onun uyarılarını dikkate alan hükümetler yoktu. Herkes kendi başınaydı. İkinci farklılık da yüzyıl önce yerel yönetimler, hükümetler, bölgesel yönetimler bu kadar güçlü değildi. Bu kadar birbiriyle iletişim içinde değildi. Bu iki faktör yüzyıl sonra yaşanan pandemiye insanlığın daha hızlı, daha bilinçli yanıt vermesinin de arkasında en büyük etkendi belki de. Bizim çıkış noktamız, çevre veya sürdürülebilirlik camiasının 50 yıldır verdiği mücadelenin geldiği nokta. Bacaya filtre takma gibi, arıtma tesisi gibi zincirin son halkasına dayalı çözümler, yaşanılan çevre krizini hafifletir ama çözüm değildir. Üretim-tüketim modelinin, yaşam modelinin değişmesi gerekir.
Bir yıl önce sokaklardaki gençlerin talebi belediye meclislerine yansımaya başladı. Bir belediye meclisinde siyasi partilerin, muhalefetin iktidardan bağımsız olarak “Evet biz acil bir durum halindeyiz. Buna göre önlem almalıyız. Ve bu anlamda da çalışmalarımızı bu şekilde planlamalıyız” söylemi, ancak gençler bu söylemi sokaklarda dile getirdikleri zaman; belediye meclis toplantılarına bunu gündem maddesi olarak koydukları zaman hayata geçiyor.
2009’dan bu yana Kyoto Protokolü’nün gecikmesi; gelişmiş ülkelerin attığı adımların düşük düzeyde kalması; gelişmekte olan ülkelerin kalkınma paradigmasını sorgulamak yerine eski hataları tekrarlaması; Çin’den Hindistan’a kadar devam eden bu etkiler hepimizin yaşadığı krizin derinleşmesine neden oldu. Yapısal dönüşüm ortaya koymadan iklim değişikliğine karşı başarı elde etmemiz mümkün değil. Tabandan, belediye meclislerinden “Paris Anlaşması’ndaki 1,5 derecelik hedefe ulaşacağız” gibi bir kararlılıkla çözülebilir. “Yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçilebilir; fosil yakıtları tamamen hayatımızdan çıkartabiliriz” söylemleri için 5-10 sene önce “mümkün değil” denilirdi. Pandemide gördük ki üç hafta boyunca 5 milyar insan evlere tıkılı kaldı ve “işte olabiliyormuş” dendi. II. Dünya Savaşında bir traktör fabrikasının altı ayda tank fabrikasına dönüştürüldüğünü biliyoruz. Mevcut teknolojilerle salımların %90’ını, özellikle kentsel salımları azaltabiliyoruz. Yepyeni bir dünya kurgulanması teknolojik olarak imkansız değil. Yönetimsel, zihinsel değişim istiyor. Bu da sadece tepeden inme “Ben yaptım, oldu. Bu kararı ben aldım, sen uygulayacaksın” şeklinde değil, toplumun bütün katmanlarını tartışmaya katarak, onların katılımını artırarak olabilir. Son birkaç ayda İngiltere’de de yaşandı, Fransa’da da yaşandı: Citizen Assemblies, yani halk meclisleri devreye girdi. Bu tip çözümler daha fazla gündeme gelmek zorunda.
Burada en etkili olacak nokta ekonomik ilişkiler. Geçimini fosil yakıt sektöründen sağlayan binlerce şirketin on binlerce çalışanı yepyeni sektörlere geçmek zorunda. Bu kaçınılmaz bir son ve bunun hazırlanmasını örgütlemek zorundayız. Kentlerimizi, kırlarımızı bu dönüşüme bilinçli olarak hazırlarsak bunun etkilerini en aza indirebiliriz ve buna hayır diyenleri de ikna edebiliriz. Japonya bile, ki bu uzun süredir direnen bir ülke, o bile fosil yakıt kullanmayacağını, 2050’ye kadar karbon nötr olacağını açıkladı. Bunun da sebebi Japon kentleri ve bölgesel yönetimleri. Nüfusun %70’ine yakınını temsil eden yönetimlerin tamamı “Biz 2050 itibariyle Sıfır Karbon kent olacağız” dedikleri için Japon hükümeti bu kararı alabildi. Bu hem yukardan inen uluslararası bir farkındalık ama aşağıdan da gelen “Evet biz bu dönüşümü yapabiliriz. Toplumun her aşamasını buna hazırlayabiliriz ve bu bizim de talebimiz” söylemi önemli bir rol oynuyor. Dolayısıyla “daha hızlı hayata geçirmemiz gerekir” söyleminin tam da zamanı.
2019’da hatırlarsan Londra halkı sokağa indi ve Parlamento sonunda 2050 yılına kadar karbon nötr olmayı kabul etti. Bu tamamıyla halkın baskısı sonucu gerçekleşti.
Kore’de de benzer bir örnek var: 5 Haziran’da Kore’deki 200’den fazla belediyenin tamamı “iklim acil durumu” ilan etti. Bu kararı belediye meclisleri aldı. İki ay sonra Kore Parlamentosu iklim acil durum ilan etti ve karbon nötr olma hedefini koydu. İngiltere’de de benzeri oldu. İlk acil durum kararları ve 2045’e kadar karbon nötr olma kararları Londra, Glasgow ve Edinburgh’dan çıktı. Daha sonra İskoçya 2040 dedi. Ardından bütün ülkeyi kapsayacak şekilde Birleşik Krallık bu kararı almak zorunda kaldı.
Esas kalıcı dönüşümler tabandan tavana yükselen, ulusal veya federal yönetimlerin diğer katmanları duymasıyla mümkün. Ve onlardan gelecek bilinçli ve kararlı adımları, hükümetlerin yok sayması artık mümkün değil.
Halkın yapabilecekleri konusu üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Finlandiya bu konuda çok ilgimi çekti. Çok etkin çalışmaları var. Orada halkın tüketimine odaklanmışlar. Kişinin kullandığı her hizmetin, her eşyanın üretim, nakil, kullanım ve atık sürecindeki salımları göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Şöyle bir veri paylaşıyorlar: İnsanların seragazı salımlarının %55’i enerji kullanımından kaynaklanıyor. %45’i yaşam tarzımızdan kaynaklanıyor. “Lifestylestest” websitesi geliştirmişler. Kişi kendi karbon ayakizini hesaplayabildiği gibi, bunu azaltmak için öneriler de sunuyorlar.
Kesinlikle. ICLEI olarak biz de bu örnekleri paylaşmak istiyoruz. Ve bunların hayata geçirildiğini görüp “Evet bizim kentimizde de olabilir. Neden olmasın”ı insanların sorgulamasını; yöneticilerinden bu tip adımlar atmalarını ve halkın da bu çabaların aslında hayal olmadığını ve kendileri için hem ekonomik hem yaşam kalitesi olarak fayda getirdiğini görmelerini istiyoruz. Turku kenti 90’lardan bu yana ICLEI bünyesinde aktif bir kent ve geldikleri nokta da onların bir evrimi. Onlar da küçük çabalardan bu noktaya geldiler. İskandinav ülkelerinin iklim değişikliği olsun, yaşam kalitesi olsun pek çok ülkeye model olduğunu biliyoruz. Turku bunların en uç noktası belki de. Çok bilinçli bir yönetici profili, personelin farkındalığı ve halkla iç içe olmasının getirdiği avantajları çok güzel kullanarak, o söylediğin yöntemlerle 2029 itibariyle dünyanın ilk karbon nötr olacak kentleri arasında geliyor. Turku Finlandiya’nın en eski kenti. Aynı zamanda iklim, sürdürülebilirlik konularında en ilerici, en cesur kenti. Yakında 800. yılını kutluyor olacaklar. Bunun en güzel tarafı bence bir kentlilik kimliğinin etken olduğunu göstermesi. Bir topluluk olarak dayanışmanın, yön vermenin göstergesi bu. Bizde de eskiden söylenirdi: “Mahallesini temiz tutmayan kentini temiz tutamaz”. Bu söylemler yıllardır var ve biz bunları unuttuk. Unuttuğumuz değerleri yeniden keşfediyoruz. Şu anda bir tüketim devriminden bahsediyoruz. Eğer Shell, EXXON veya Peabody’ler kömür yataklarını tekrar kazıp çıkartmaktan vazgeçmiyorlarsa, uluslararası anlaşmaları dinlemiyorlarsa, onlara fosil yakıt sübvansiyonları verilmeye devam ediliyorsa, 5 milyar insanın internete bağlandığı bir dünyada belki de, artık üretimden değil de tüketimden gelen gücümüzü kullanacağız: “Hayır biz bunu satın almıyoruz. Hayır bunu talep etmiyoruz. Biz bunu reddediyoruz”. Tüm dünyada aynı anda insanlar bunu hayata geçirebilirlerse, bu üretici firmalar da bir şekilde yöntem değiştirmeye, farklı hammadde kaynaklarına yönelmek zorunda kalacaklar. Bu 21. yüzyılın getirdiği bir fırsat. Bu anlamda da döngüsel ekonomiler, hayat tarzı son derece önemli. Yediğimiz gıdalardan, kurduğumuz evlerde kullandığımız çimentoya, betona kadar… Hatta çok hoşuma giden örneklerden bir tanesini anlatayım. Tokyo Belediyesi olimpiyat madalyalarını şöyle hazırladı: Altın, gümüş bronz madalyalar için madenleri
satın almadılar. Kendi vatandaşlarına çağrıda bulundular. “Atık pillerinizi,atık elektronik eşyalarınızı getirin. Biz onları dönüştüreceğiz”. Ve onlardan elde ettikleri malzemeden madalyaları ürettiler. Biz de tam bunu söylüyoruz. Bir atık bundan sonra hammaddenin artısı veya bir üretimin girdisi olabilirse sıfır atığa böyle ulaşabiliriz. Böylece ne Avustralya ne Türkiye’de ne Brezilya’da dağlar, ormanlar yok edilmedi. Elektronik eşyaların da çöp dağları oluşturmasını engellediler. Bu çok küçük bir örnek gibi gelebilir ama bunun yapılabilirliği artık bence bizlerin de “yok yapamayız” söylemini terk etmemizin de önünü açacak. Turku’da başlayan çalışma ICLEI’nin bünyesinde Japonya’da, Çin’de, Avrupa’da pek çok kente yayılacak.Turku’nun yaptığı çalışma Birleşmiş Milletler’in iklim hareketleri yol haritası dokümanlarına da girdi. Amacımız Glasgow’a (COP26 iklim toplantısının yapılacağı kent) gelirken bu tip örnekleri yaygınlaştırarak “Evet bu dönüşüm başladı. Çabamız artık bunun sorgulanması değil, bunu hızlandırmak” demek. Nazım’ın çok güzel bir dizesi vardır: “Kendimizle yarışmaktayız gülüm” dediği bu işte. Bizim artık şu anda yapmamız gereken hedefimizi sorgulamak değil, çok daha hızlı gitmek. İklim krizini görüyorsunuz. Antarktika’dan kopan 50-150 km boyundaki buzullar karalara doğru geliyor. Sibirya’daki, Alaska’daki permafrostun erimesi, hepimizin korktuğu senaryoları aklımıza getiriyor. Biz başkasıyla değil, kendi kendimizle yarışmaktayız ve bu çabamızı dünyaya yaygınlaştırmak zorundayız. Başka çözüm yolu yok.
Verdiğimiz örnekler hep Batı’dan. Ama Ruanda da aktif olarak toplantıya katılmıştı. Hatta Ruanda sadece iklim konusunda değil, Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları konusunda da çok emin adımlarla ilerliyor. Bu konuda çaba göstermek gelişmiş bir ülke olmayı gerektirmiyor. Kigali Belediye Başkanı Pudence Rubingisa, “Biz çok şeyler yapmaya hazırız ama en büyük sıkıntımız finansman” şeklinde konuştu.
Ruanda gerçekten örnek olabilecek bir deneyimi ortaya koyuyor. Yakın geçmişte çok büyük acılar yaşamış bir ülke. Afrika’daki en büyük soykırımlarından biri yaşandı orada. Ancak yaşadıkları bu korkunç acıların üzerine yeni bir toplum kurmak üzere yola çıkıyorlar ve kalkınma amaçlarını, kadınların toplumsal hayata katılmasında inanılmaz derecede örnek olarak ortaya çıkıyorlar. Bunun bir sonucu olarak iklim konusunda da ilerdeler. Afrika’nın önündeki en büyük fırsat Batı’nın yaptığı hataları tekrarlamadan ve Batı’nın da yaygınlaştırmaya çalıştığı yeni uygulamaları ve teknolojileri o acıları tekrar yaşamadan hayata geçirmek. Afrika’yı kalkınma veya yaşam kalitesi yönünden Batı’yla eşleştirmek çabası içerisindeler. Bu da şaşırtıcı değil. Bilinçli idareciler, bilinçli toplumun bunu yapabileceğini görüyoruz. Afrika’nın köylerine hâlâ elektrik gitmediğini biliyoruz ama güneş enerji panelleri ve uydu bağlantısıyla Afrikalıların e-ticaret yaptığını biliyoruz.
Geldiğimiz noktada sorun ekonomik anlamda gelişmişlik değil, bilinç düzeyi; siyasetçilerin, siyasetçileri seçen halkın bilinç düzeyleri. Amerika’da gördük. Kanada’da da gördük. Yanlış yöneticilerin elinde ülkeler son derece yanlış noktalara da gidebiliyorlar. Bilinçli kitlelerle ülkeler yeni bir başlangıç yapabiliyorlar. Asya ve Afrika’nın iklim değişikliği konusunda bu kadar kararlı tutum alması bizim için şans. Çin, Kore, Japonya, Ruanda, Güney Afrika buradaki pek çok ülkede şu anda gündeme gelmeyen ama ciddi bir dönüşüm var. İnsanlar yeni uygulamaları bilinçli olarak talep ediyorlar ve artık yaşanabilir dünya kurmanın bir monopolü yok. Bunu sadece bilinçli insanlarla yapabileceğimizi biliyoruz ve geldiğimiz teknoloji, bilgi altyapısı ve iletişim sayesinde bunu her yere yayabiliriz. Yeni Zelanda’dan İzlanda’ya,
Ruanda’dan Çin’e kadar artık dönüşüm her yerde.
Not: Okuyucularımız daringcities.org sitesine girip kayıt yaptırdıktan sonra Daring Cities konferansında gerçekleşen tüm oturumları izleyebilirler.