#ekoIQ | Sürdürülebilirlik Hakkında Her Şey

“Yerel Odaklı ve Ekolojik Vatandaşlığı Gündeme Alan Çalışmalara İhtiyacımız Var”

İstanbul Bilgi Üniversitesi Çevre, Enerji ve Sürdürülebilirlik Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü Doç. Dr. Ayşe Uyduranoğlu, Türkiye’de çalışmaların daha çok karbon fiyatlandırma politikalarından büyümenin nasıl etkileneceğini konu aldığını söylerken, “Biraz daha yerel odaklı ve ekolojik vatandaşlığı gündeme alan çalışmalara ihtiyacımız var. Bunlar; şehir, ekolojik köy,  tarımda yeniden yerelleşme veya su odaklı çalışmalar olabilir” diyor.

İklim krizi ve sürdürülebilirliğin, gezegenin ve uygarlığın geleceği açısından en kritik konular olduğunu söylemek giderek kolaylaşıyor. Bu bütünsel krize karşı bilgi üretmeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Bu bilginin üretilmesi gereken en önemli yapının akademi olduğunu göz önüne alırsak, sizce akademi bu görevi yeterince yerine getirebiliyor mu?

2019 yılı sonlarında Çin’in Vuhan Eyaleti’nde ortaya çıkan ve daha sonra bütün dünyayı etkisi altına alan COVID- 19, krizlere daha farklı ve hazırlıklı yaklaşmamız gerektiğini gösterdi.  Ekonomisi çok güçlü olan ülkeler de bu krize tam hazırlıklı değildi. Örneğin, devlet bütçelerinde bu tür krizler için nerede ise hiç kaynak ayrılmadığını ya da çok az kaynak ayrıldığını gördük. Bir yıla yakın bir süredir, krizlere karşı nasıl önlemler alınabileceği hemen her ortamda tartışılıyor. Ben, bu krizde akademinin topluma daha yakın olması, onların da anlayabileceğini bir dilden konuşması ve onlar ile uzlaşarak politika önerilerinde bulunması gerektiğini fark ettim. Bu gereklilik, daha çok sosyal bilimler alanında çalışan akademisyenler için önemli. Politika önerileri, bilimsel verilere dayandığı sürece bu tür krizler ile etkin olarak mücadele edebilme şansına sahip olacak. Akademisyenler, politika önerilerini toplumun da dahil olduğu, onların da fikirlerini ifade edebilmesine fırsat vererek geliştirirlerse, bu önerileri uygulamaya geçirmek daha kolay olacaktır. Demokratik toplumlarda politika önerilerinin ve/veya politik taahhütlerin uygulanması, politik bir süreç. Bu sürecin temelinde devlet ile toplum arasında açık bir şekilde yazılı olmasa bile, dayanağını farklı yasalardan alan sosyal sözleşme mevcut. Toplum, oy veren vatandaşlardan oluşur. Politikacılar da seçimle göreve gelir. Politik hayatlarının devamlılığı ise, seçim manifestolarında taahhüt ettikleri politikaları hayata geçirmeye bağlı. Bütün kamu harcamaları, vatandaşların emekleri ile elde ettiği kazançlardan ödenen vergiler ile yapılıyor. Politikacıların görevi,  vergiler aracılığı ile sağlanan kaynaklarla toplumun refahını yükseltmek. Bunun bir yolu da krizleri iyi algılamaktan ve ona göre yatırım yapmaktan geçiyor. Bu nedenle, toplumun bu konularda bilinçli olması ve politikacılardan bunları sağlayan politikaları uygulamaya koymalarını talep etmeleri gerekiyor.

Bu bilinçlenme ise, akademinin ürettiği bilim ve bilimsel verilerin topluma onların anlayacağı bir dilden aktarılması ile mümkün. Bilinçli bir vatandaş, krizlerin onu nasıl etkileyeceğini bilir ve buna göre siyasi tercihlerini yapar. Örneğin, çevre sorunları ile mücadele etmek için uygulanabilecek ve amacı çevre lehine davranışsal değişikliği sağlamak olan etkin fiyatlandırma politikaları mevcut. Ancak politikacılar, bu tür fiyatlandırma politikalarını önerdiğinde toplumun aklına ilk gelen şey, hükümetin ek kaynağa ihtiyaç duyduğu ve çevre sorunlarını bir mazeret olarak öne sürdüğüdür. Ama bilimsel verilerle toplumda bir bilinç oluşturulduğunda ve uygulanan politikanın sonuçları toplum ile paylaşıldığında bu önyargı sorunu çözülüyor. Sanırım önümüzdeki yıllarda, bu konular daha çok konuşulacak ve akademi topluma daha yakın olarak bilgi üretecek.

Bilgi üretmede sorunlar yaşandığını düşünüyor musunuz? Eğer bu fikri destekliyorsanız size göre bunun arkasındaki en önemli sorun nedir? Bunun arkasında neler yatıyor?

Krizleri daha ciddiye alan ülkelerde iyi araştırmalar yapılıyor. Bilimsel araştırmalar yapabilmenin yolu, bilime aktarılan kaynak ve verilen destek ile alakalı. Sadece beşeri sermayeye, ki bundan kastım bu alanda eğitilmiş akademisyenlerdir, sahip olmak yeterli değil. Akademisyenlerin araştırma yapabilmek için yeterli finansal kaynağa da erişebilmeleri gerekir. Bizde bu tür finansal destek sağlayan kurumların sayısı çok çok az. En çok bildiğimiz kurum TÜBİTAK. O da son yıllarda sosyal bilimlere destek sağlamaya başladı. Tabii bir de başvurduğunuz alanda hakemlik sürecinde yer alan akademisyenlerin de ne yaptığınızı tam olarak bilmesi lazım ki, başvuruları objektif olarak değerlendirebilsinler. Maalesef hem kamu hem de vakıf üniversitelerin bilimsel araştırmalara verdikleri destek yetersiz. Birçok üniversitenin tanıtım faaliyetlerine ayırdığı kaynak, bilimsel çalışmalara ayırdığı kaynaktan çok daha fazla. Bizde ki en büyük sorun kaynak yetersizliği. Bu sorun, bilimsel araştırmalarda zaman kaybına neden oluyor. Ayrıca bizde bu alanda yetişmiş insan gücü çok az. Ama umutluyum, genç araştırmacıların konuya ilgisi giderek artıyor. Genç araştırmacılara kaynak sağlayarak destek olmak lazım. Benim ilgi ile takip ettiğim İstanbul Politikalar Merkezi var. Mercator programı desteğiyle, iklim değişikliği çalışmalarında genç araştırmacıları teşvik ediyor.

Çalıştığınız alandan baktığınızda, konuya dair bilgi üretmek isteyen öğrenciler ve genç akademisyenlerin nitelik ve niceliğinde bir artış var mı? Üniversite yönetimleri bu alandaki çalışmalarınızı destekliyor mu?

Ben, 1999 yılında doktoramı bitirip, Türkiye’ye döndüğümde bu konuları çalışan ancak birkaç akademisyen vardı. Bu akademisyenlerden aklıma gelen ilk isimler, Boğaziçi Üniversitesi’nden Fikret Adaman ve ODTÜ’den Erol Taymaz. Zaman içinde bu konular popüler hale geldikçe, bu konularda araştırma yapan akademisyenlerin sayısı arttı. Doktorası bu konularda olmasa bile, bu konular ilgisini çeken akademisyen sayısında da artış var. İlk zamanlar bütün tartışma seragazı emisyonları, emisyon artışlarını sınırlayabilecek mali politikalar ve Kyoto Protokolü etrafında idi. Zamanla bu tartışma konuları çeşitlendi ve konuya çok farklı açılardan bakan çalışmalar var. Mesela ben, ilk olarak dışsal maliyetlerin içselleştirilmesi, bütçe araçlarından vergilerin nasıl kullanılabileceği ve emisyon ticareti çalışan bir akademisyendim.  Doktora tez konum, ulaşımdan kaynaklanan  “dışsal maliyetler” ve bu maliyetlerin mali araçlar ile içselleştirilmesi.  Doktora tezimi, Exeter’de Prof. Gareth D. Myles’in danışmanlığında yazdım. Prof. Myles, teorik modellemede oldukça başarılı bir akademisyen. 1998 yılında Kraliçe II. Elizabeth tarafında şövalye ilan edilen Nobel ödüllü Prof. James Mirrlees’in doktora öğrencisi imiş. Prof. Mirrlees de akademik hayatının son zamanlarında iklim değişikliği çalışmaya başlamıştı. Prof. Myles, 1996 yılında ne çalışmak istediğimi sorunca, “dışsal maliyetler” dedim ve iklim değişikliği sorunu böylece hayatıma girdi. Teorik çalışmaların çok kıymetli olduğunu düşünüyorum ama toplumu konuya dahil edemeyen çok üst düzey çalışmalar. Doktora yıllarımdan sonra okudukça, özellikle vergiler konusunda ilgim teknik konulardan, teorik modellemeden psikolojik konulara kaymaya başladı. Toplumun vergi algısı, çevre sorunları ile mücadelede uygulanabilecek fiyatlandırma politikalarına karşı direnç göstermesi ve ekolojik vatandaşlık konuları daha çok ilgimi çekmeye başladı. Fiyatlandırma politikalarını (sadece vergi ya da emisyon ticareti değil, trafik sıkışıklığı ücretlendirmesi de dahil her türlü fiyatlandırma politikaları) topluma kabul ettirebilmek için nelerin yapılması gerektiği, asimetrik enformasyon ve önyargı alt başlıkları demokratik toplumlarda çalışılması gereken alanlar. Türkiye’de daha çok karbon fiyatlandırma politikalarının ekonomiye ne kadar zarar verebileceği araştırıldı. Karbon fiyatlandırması uygulandığında ekonominin ne kadar küçüleceği ile ilgili yapılan hesaplardan bahsediyorum. Sanayinin akademiden beklentisi de daha çok bu yönde. Artık bu tartışmaların ötesine geçme zamanımız geldi.

Yeşil dönüşüm konuşuluyor, bunun içinde en önemli konulardan biri, “just transition” diye bilinen adil geçiştir. Gelişmiş ülkelerde artık bu tartışmalar yapılıyor. Aslında “adil geçiş” de çok yeni bir kavram değil. Üzerinde çalışacağım bir konu olacağı için fazla konuşmak istemem, ama ekonomimiz ne kadar zarar görür konusunu artık bir tarafa bırakmalıyız. Çünkü zaten öyle ya da böyle fiyatlandırma politikalarını uygulamak zorundayız. Avrupa Birliği (AB), Yeşil Mutabakat ile sınırda karbon vergisi uygulamayı planlıyor. Türkiye, eğer düşük karbonlu ekonomiye geçişte hâlâ ayak diretecek olursa bu vergiyi ödeyeceği için AB ülkelerine yaptığı ihracattaki payını önemli ölçüde kaybetmek durumunda kalabilir. Kaldı ki,  kısa vadeli planlardan daha çok, orta ve uzun vadeli planlar yapma zamanı geldi. Kısa vadede karbon fiyatlandırması firmaların rekabet gücünü azaltabilir, özellikle karbon emisyonu çok olan firmaların. Ama fiyatlandırma politikalarının düşük karbonlu ekonomiye geçişteki tetikleyici rolünü düşünürsek, emisyonlarını azaltabilen firmaların ve ülkelerin rekabet gücü orta vadede artacak. Bu nedenle artık bunları konuşmayı bırakıp tarım, akıllı kentler, akıllı ulaşım, şehirde tarım gibi konularda çalışmamız lazım. Hiç çalışılmıyor diyemem. Ama çok yetersiz olduğunu söyleyebilirim. Özellikle beslenmenin insanlığın en temel ihtiyaçlarından biri olduğunu dikkate aldığımızda, bu konudaki akademik çalışmalara çok fazla gereksinim olacak. İklim göçlerinin temel nedeni, gıda güvenliğinde yaşanan sorunlar ve aşırı hava olaylarıdır. İklim krizi ile etkin bir şekilde mücadele edilmezse, iklim göçleri kötüleşerek devam edecek. Türkiye’de son yıllarda doktorasından itibaren bu konuda çalışan genç akademisyenlerin sayısında artış var. Ama yeterli mi diye sorsanız, hayır derim. Bir grup akademisyen, çok güzel çalışmalar yapıyor. Diğer taraftan, konu çok popüler hale geldiği için maalesef yeterli teorik bilgiye sahip olmadan bu konuda çalışmalar yapanlar da var. Bu, üzücü bir durum. Bilimsel araştırmalar, bu kadar kolay ortaya çıkamaz, çıkmamalı. Üniversite yönetimlerinde de bu konuya ilgi arttı ve araştırma merkezleri kuruldu. Ama yine gönül istiyor ki, bu araştırma merkezlerinin yaptıkları çalışmalar bir tekrardan ibaret olmayıp, uluslararası literatürde kendine yer bulabilsin.

Kendi alanınızda dünyada ve Türkiye’de hangi çarpıcı araştırmalar var? Genç araştırmacıların ve konuyla ilgilenenlerin, hangi araştırmacıları, akademisyenleri takip etmesini önerirsiniz?

Benim için bütün bu çalışmalar içinde en önemlisi, Prof. Nicholas Stern ve ekibi tarafından hazırlanan “Stern Raporu”dur. Göreli olarak eski bir çalışma. 2006 yılında İngiliz Hükümeti’nin isteği ve desteği ile hazırlanan rapor baz patika, farklı azaltım ve uyum senaryoları ile iklim değişikliğinin dünya ekonomisi üzerindeki etkisini bu kadar kapsamlı inceleyen ilk bilimsel araştırma. Tabii ki eksik tarafları var. Londra Ekonomi Okulu’ndan Grantham Araştırma Enstitüsü tarafından yapılan araştırmaları ilgiyle takip ediyorum. Bu kurumun başkanı da Nicholas Stern’dir. Genç akademisyenlerin bu konu içinde kendi ilgi duyduğum alt başlıklarda çalışan akademisyenleri tavsiye edebilirim. Yine ilk sırada Nicholas Stern var. Grantham Araştırma Enstitüsü’nün diğer araştırmacıları da gayet iyi çalışmalar yapıyor. Stefano Carattini, Sverker C. Jagers,  Stefen Kallbekken, Andre Baranzini ve Frank Jotzo benim ilgi ile takip ettiğim diğer araştırmacılardan bazıları. Ama hepsi bu akademisyenler ile sınırlı değil. Çok daha fazla akademisyenin çalışmalarını ilgiyle takip ediyorum.  Yukarıda da bahsettiğim gibi Türkiye’de çalışmalar maalesef kısıtlı ve daha çok karbon fiyatlandırma politikalarından büyümenin nasıl etkileneceğini konu alıyor. Biraz daha yerel odaklı çalışmalara ve ekolojik vatandaşlığı gündeme alan çalışmalara ihtiyacımız var. Bunlar şehir odaklı olabilir, ekolojik köy odaklı olabilir, tarımda yeniden yerelleşme odaklı olabilir,  su odaklı olabilir, ekolojik vatandaşlık odaklı olabilir. Benim beğendiğim genç araştırmacılardan biri, Dr. Pınar Ertör’dür. Deneysel ekonomi ile çevre sorunlarını inceliyor. Biraz daha mikro düzeyde çalışmalara yönelmemizin zamanı geldi. Mesela suyla ilgili yapılan akademik çalışmalar da çok yetersiz. Su hakkı, suyun satılmaması ve benzeri konular çok tartışılıyor, ama veriler ile politika önerisinde bulunan çalışmalar pek yok. Su sorununun başka bir boyutu daha var; su olmadığı zaman tarım ürünleri de olmayacak. Bu, tarım ürünlerinin yetersiz arzı ve buna bağlı fiyat artışı ile adil olmayan gelir dağılımının daha da bozulması demek. Türkiye’ye göçen Suriyeli göçmenlerin bu kararı almalarında iç savaş kadar öncesinde yaşanan kuraklığında önemi olduğu söyleniyor. İklim mültecileri sorunu önümüzdeki yıllarda ciddi başka sorunlara da yol açabilir. Kendi adıma konuşacak olursam, bu salgın ile birlikte yeni araştırmalar için fikir üretebildim ve onları proje önerisi olarak sunacağım. COVID-19’un neden olduğu salgın, bir krizi tecrübe etmemizi ve salgından çok daha ciddi bir kriz olan iklim krizini daha fazla tartışmamıza neden oldu. Çalışmaların hızını artıran aslında sadece salgın değil. Avrupa Yeşil Mutabakatı ve bu mutabakata ilişkin tartışmalar da bu hıza ivme kazandırdı. Mesela TÜBİTAK,  bu yılın ilk döneminde açtığı 1001 çağrıları için Yeşil Mutabakat’a ilişkin ARGE proje önerilerine ek puan vereceğini açıkladı.

Türkiye’nin iklim krizine halihazırdaki politik yaklaşımının ve son zamanlardaki üniversitelerin özerkliğine dair tartışmaların, sizin çalışmalarınız üzerinde nasıl etkisi bulunuyor? 

Türkiye, maalesef yeterli ve gerekli olan bir iklim politikası geliştiremedi ve hâlâ ayak diretiyor. Türkiye’nin, Birleşmiş Milletler İklim Sekretaryası’na sunduğu “Ulusal Katkı Beyanı”nda öngördüğü emisyon azaltımının ciddiye alınacak bir tarafı yok. Barış Karapınar’ın 2019 yılında yaptığı ortak bir araştırma, Türkiye’nin bu beyanını gerçekleştirmede zaten zorlanmayacağını, ekonomik büyüme oranı düşeceği için bu beyanı rahatlıkla yerine getirebileceğini gösteriyor. 2023 yılında dünyanın en büyük 10 ekonomisi içinde yer almayı hedefleyen bir ülke, iklim krizi ile mücadele etmek için ayrıcalıklı bir yere sahip olmayı ve üçüncü dünya ülkelerinin ihtiyacı olan fonlara ortak olmayı istememeli. Artık üzerine düşen sorumluluğu almalı. Olaya oyun teorisi açısından yaklaşırsak, düşük karbonlu ekonomiye hangi ülkeler daha önce geçerse, o ülkeler önümüzdeki yıllarda ekonomik güce olacak. Ayrıca, bütün mesele emisyon azaltımından ibaret değil. Kısıtlı kaynakları nasıl kullanacağımız, hangi üretim kanallarına tahsis edeceğimiz ile de alakalı. Çevre sorunlarına baktığımızda çevre ile ilişkimizin iki yönünü görebiliriz. İlki, çevrenin bizim için bir kaynak tedarikçisi olması. İkincisi, bizim çevreyi atıklarımızı depoladığımız bir yer olarak görmemiz. Çevrenin bize kaynak sağlayabilme kapasitesinin üstüne çıktığımız için elektriğimizi yenilenebilir enerji kaynaklarından üretsek bile, paneller vesaire için yeterli kaynağı bulamayabiliriz.

Kısaca, çok boyutlu bir sorun ile karşı karşıyayız. Üniversitelerin özerk olması gerekliliğine gelince, bu tartışma götürmez bir gerçek. Bizim, bu çağda bunu tartışmıyor olmamamız, bunun gereğini yerine getiriyor olmamız gerekir. Ben, olup biteni esefle izliyorum, kaybettiğimiz vakte çok üzülüyorum. Bilim, özgür ortamlarda üretilir. Bilim evrenseldir, her türlü baskıdan ve yönlendirmeden uzak olmak zorundadır. Üniversitelerin tek amacı, öğrenci mezun etmek değil. Asıl amaçları, öğrencilere iyi bir mesleki eğitim vermek ve araştırma yaparak bilime katkıda bulunmak. Üniversite mezunu işsiz oranları açıklandıkça içim acıyor. Bu gençlere iş olanakları nasıl sağlanır, üniversitelerimiz nasıl daha iyi bir eğitim verebilir gibi konulara kafa yormamız gerekiyor.

EkoIQ Editör