Akdeniz bölgesindeki hiçbir ülke iklim değişikliğinden Türkiye kadar kötü etkilenmedi. Ancak sıcaklık ve kuraklık artarken Türkiye, su yoğun tarım modeli ve kalkınma planı ile çok daha kötüleşmesi beklenen bir su arzı krizini teşvik ediyor.
Yazı: Paul HOCKENOS
Çeviri: Gülce Demirer
Türkiye’nin genişleyen tarım alanı Konya Havzası’nda buğday kurudu ve tarlalar bu yıl, son on yılın en düşük yağış oranıyla çölleşti. Temmuz ayında binlerce yavru flamingo içilebilir su yokluğundan telef oldu; cesetleri kurumuş, çatlamış bir şekilde çamura gömüldü.
Bu yaz Türkiye, son 60 yılın en şiddetli sıcaklıklarıyla kabaran bir sıcak hava dalgasıyla karşı karşıyaydı. Turistlerin, turkuaz suları ve bozulmamış kumsalları ile Türk Rivierası olarak bildiği güneybatı sahilinde yaklaşık iki ay boyunca orman yangınları devam etti. 2000’den fazla yangın normalden beş kat daha fazla araziyi -200.000 hektara yakın- yaktığından kasabalar ve köyler boşaldı. En az sekiz can kaybedildi, narin çam ormanları ve eşsiz çam bal arılarının ekosistemi de dahil olmak üzere doğal yaşam trajik bir şekilde zarar gördü.
Türkiye’nin sıkıntılarının merkezinde, su kaynaklarına daha önce hiç olmadığı kadar vergi getiren su yönetimi politikaları ve iklim değişikliğinin bir araya gelmesiyle oluşan şiddetli kuraklık koşulları ve azalan yeraltı suyu seviyeleri yer alıyor. Santral rezervuarları, tatlı su kaynakları ve içme suyu kaynakları bu yaz tüm zamanların en düşük seviyelerine geriledi ve büyük şehirlerin içme suyu kaynaklarını tehdit etti. Bu esnada, ülkenin kuzey sınırlarında, Karadeniz yakınlarında yaşanan ani sel, yaklaşık 100 can aldı.
Birleşmiş Milletler (BM) Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’ne (IPCC) göre, Türkiye’nin yüzölçümünün %60’ı çölleşmeye eğilimli. Londra merkezli politika enstitüsü Chatham House’da Akdeniz’e odaklanan bir sürdürülebilirlik uzmanı olan Karim Elgendy, devam eden iklim ve arazi kullanımı değişikliklerinin toprakları yok edip “Güney Dakota’daki Badlands Ulusal Parkı’ndan farklı olmayan bir araziye” dönüştürebileceğini söylüyor.
İklim bilimcileri, bunun Türkiye ve çevresindeki Doğu Akdeniz bölgesinde yeni normal olduğunu söylüyor.
Uzmanlar, devam eden krize rağmen, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın çevre pahasına kalkınmaya odaklanmaya devam ettiğini söylüyor. Elgendy, “Türkiye’nin ana odak noktası ekonomik büyüme ve yabancı yatırımı çekme olmaya devam ediyor. Nüfus artışını ve büyük ölçekli bina inşaatını teşvik ediyor. Adaptasyon önlemleri, karşı karşıya olduğu iklim risklerini ele almak için gerekenlerin çok altında kalıyor” diyor.
Türkiye, imzacıların küresel ısınmayı 1.5 ile 2 santigrat derece arasında sınırlamak için adımlar atmasını taahhüt eden 2015 Paris Anlaşması’nı henüz onaylamayan altı ülkeden biri. Bu ayın başlarında Erdoğan, Kasım ayında Glasgow’da yapılacak BM iklim konferansı için onay sürecini zamanında tamamlama niyetinin mesajını verdi. Ancak Türkiye’nin 2000’den bu yana Avrupa ekonomilerinin üst kademelerine yakın bir yere fırlatan ekonomi politikalarını yeniden düşünme belirtisi göstermiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, istihdam sağlamak için yoğun tarım, imalat ve turizm yatırımlarını ve enerji sağlamak için büyük kömür ve hidroelektrik projelerini teşvik etti. Nüfus artışı ve şehirlere yönelik hareket, otlakların ve sulak alanların betonla kapatıldığı geniş, kontrolsüz kentsel bir genişleme yarattı.
Türkiye’deki bazı şehirler ve bakanlıklar çevreyi korumak ve su kıtlığını gidermek için kendi programlarıyla devletin politikalarıyla mücadele ederken, uzmanlar artık çok geç olduğunu söylüyor.
En son BM iklim raporu, Akdeniz Havzası’nı, küresel ısınmanın orantısız yükünü taşıyacak, dünyanın en sıcak iklim noktalarından biri olarak gösteriyor. Raporda, Akdeniz’in büyük olasılıkla “daha yüksek küresel ısınma seviyelerinde giderek daha kuru ve büyük ölçüde daha sıcak” hale geleceği belirtiliyor.
Bu yaz İtalya’nın Sicilya adasında neredeyse 49 derecelik bunaltıcı bir sıcaklık, Avrupa rekorlarını alt üst etti. Avrupa Birliği, yanan orman yangınlarıyla mücadele etmek için İtalya, Yunanistan ve Arnavutluk’a itfaiyeciler ve su uçakları gönderdi. Kuraklık İspanya’yı bir yıl daha sarstı ve topraklarının beşte birini etkileyen çölleşmeyi ilerletti. Kronik olarak su sıkıntısı çeken Doğu Akdeniz’in durumu daha iyi değildi: Suriye ve Lübnan’da, artan sıcaklıklar ve yirmi yılı aşkın bir süredir tırmanan kuraklık koşulları nedeniyle birçok ürün başarısız oldu.
Ancak bu sıcak nokta olan ısınma bölgesinde bile Türkiye öne çıkıyor. İklim değişikliği politikasında doçent ve IPCC’nin Beşinci Değerlendirme Raporu’nun baş yazarı Barış Karapınar, “Türkiye’de zaten sıcaklıklar 50 yıl öncesine göre 1,5 derece daha yüksek” diyor. Türkiye’deki sıcaklıkların 2100 itibarıyla 1950 seviyelerine göre 7 dereceye kadar sıçrayabileceğini öne sürüyor. Bu, Paris Anlaşması’nın küresel üst sınırını feci şekilde aşan korkunç bir ihtimal. Karapınar, bu en kötü senaryonun, Akdeniz bölgesinin bazı kısımlarını “cehenneme” çevireceğini ve çoğunu yaşanmaz hale getireceğini söylüyor. “Günlük yaşamla ilgili her şey daha da kötüye gidecek” diye uyarıyor.
Türkiye’nin endüstriyel büyümesi ve iklim krizinin kesiştiği nokta, hiçbir alanda tarımda olduğu kadar çarpıcı bir şekilde kendini göstermiyor. 1980’lerden bu yana politikalar, kârlı ihracata yönelik mahsulleri destekleyerek Türkiye’yi tahıldan meyveye, tütünden çaya kadar çeşitli mahsullerin en büyük ihracatçısı ve dünyanın yedinci en büyük tarım üreticisi ve haline getirdi. Sektör ekonomi için bir yük beygiri görevi görüyor. Türkiye’nin en büyük sektörü olarak, işgücünün neredeyse beşte birini sağlıyor ve ülkenin ekonomik faaliyetinin %6’sını oluşturuyor. Ancak aynı zamanda ne yazık ki, aynı zamanda ülkenin tatlı su kullanımının neredeyse %75’ini oluşturuyor. Uzmanlar bu oranın sürdürülebilir olmadığı konusunda uyarıyor.
Daha fazla su yoğun ihracata yönelik mahsullere geçiş, yeraltı suyu akiferlerini önemli ölçüde tüketti ve tüm nehir sistemlerini kuruttu. Şeker pancarı, mısır ve pamuk tipik olarak Türkiye’nin mevcut yağış oranını üç ila dört kat daha fazla yağış alan iklimlerde gelişir. İstanbul Üniversitesi arazi kullanımı uzmanı Doğanay Tolunay, “Sadece on yılda su kullanımımız üçte bir oranında arttı” diyor.
Tolunay, bunun birçok çiftçiyi zaten düşük seviyelerde olan yeraltı sularını kullanmak için yasadışı kuyular açmaya zorladığını söylüyor. Yeraltı suyu rezervleri artık gölleri, nehirleri ve sulak alanları yenileyemediğinde çiftçiler sulama için daha az yüzey suyuna sahip olurken herkes için daha az içme suyu olacak.
Tarımın sarsıcı su tüketimi aynı zamanda Türkiye’deki çiftçilerin çok eskilere dayanan sulama tekniklerinden de kaynaklanıyor: karadan ekinlere su sağlayan açık kanallar ve yükseltilmiş kanallar. Türkiye’deki yetkililere göre, bu sistemler buharlaşma ve sızıntı yoluyla %35 ila 60 oranında su kaybına neden oluyor.
Gerginliği görmek kolay. Üst üste iki yıl boyunca, en ortada konumlanan Konya ili, kuzeybatıdaki Edirne ili ve İzmir kıyılarındaki çiftçiler, buğday ve diğer mahsullerde ortalamanın altında hasat rapor ederek Türkiye’yi tahıl ithalatını artırmaya zorladı.
Aynı şekilde, Türkiye’nin hidroelektrik enerjisinin yaygın kullanımı da su kaynaklarını tüketiyor. Dünyanın en büyük dokuzuncu hidroelektrik enerjisi üreticisi, ikonik Dicle ve Fırat Nehirleri de dahil olmak üzere ülkedeki hemen hemen her nehre baraj yaptı. Hidroelektrik yenilenebilir bir enerji kaynağı olmasına rağmen, akiferleri kurutur ve barajın akış yönünün aşağısında su kıtlığı yaratır. Viyana merkezli STK RiverWatch’a göre rezervuarlar buharlaşma nedeniyle saniyede binlerce litre kayba neden olabilir.
Ayrıca, Türkiye’nin kentsel ve tarımsal genişlemesi, otlakların ve sulak alanların, karbonu emmeye, yoğun yağmur veya kuraklığın etkilerine karşı tampon bölge olmaya ve yeraltı suyunu filtrelemeye yardımcı olan ekosistemlere mal oldu. 1950’den bu yana ülke, 1,3 ila 2 milyon hektar arasında sulak alanı tarım arazileri, otoyol projeleri, havaalanları, hidroelektrik rezervuarları, fabrikalar ve kentsel mahalleler yüzünden kaybetti. Karapınar, “Bugün de devam eden bu kayıplar, ekosistemin adaptasyon ve dayanıklılık potansiyelini büyük ölçüde azaltıyor” diyor.
Türkiye kurudukça, orman yangınları daha acil bir endişe haline geliyor. 1970’lerden bu yana, ülke, kolayca yanan ve orman yangınları için yem görevi gören bir ağaç olan çam ağacının ticari monokültür ormanlarını dikmeye odaklandı. Karapınar, “Orman yangınları buralarda yeni bir şey değil. Ancak ateşe daha dayanıklı ağaçlar yerine çam ağaçları dikerek çok daha büyük orman yangınlarına neden olursunuz” şeklinde uyardı.
Çölleşmeyle mücadele etmek ve yangınlarda kaybedilen ormanları yeniden canlandırmak için Türkiye Çevre Bakanlığı 2003 yılında 2023’e kadar 7 milyar ağaç dikme hedefiyle bir girişim başlatmıştı. Çeşitlerin arasında çamların yanı sıra daha az su isteyen sedir, huş, ceviz, dut ve dişbudak da bulunuyor.
Durumun vahim ama boşa olmadığına dair umudunu koruyan uzmanlar, Türkiye’nin uyum önlemlerine önemli miktarda bütçe ayırması gerektiğini söylüyor. Ancak Tolunay en önemlisinin, “Türkiye’nin kağıt üzerindeki kelimelerden daha fazlasını gösteren bir su yönetimi politikasına sahip olması gerekiyor” diyor.
Örneğin tarımsal sübvansiyonlar, çiftçileri arpa ve mercimek gibi daha az su yoğun ürünler yetiştirmeye teşvik etmek için yeniden kanalize edilmelidir. Çiftçilerin, açık sistemlerden çok daha verimli olan damlama ve yağmurlama şebekeleri gibi kapalı sulama sistemlerini benimsemelerine yardımcı olunmalıdır. Uzmanlar, yağmur suyu hasadı ve gri suyun stratejik olarak yeniden kullanılmasının su tüketimini %40 oranında azaltabileceğini söylüyor.
Türkiye’nin üçüncü en büyük şehri olan İzmir’de çevreye duyarlı yerel halk, bölgenin direncini artırmak için AB ve Türkiye’nin çevre bakanlığı ile birlikte çalışıyor. Şehrin bir “yeşil eylem planı” var ve bu bahar, İzmir’inki de dahil olmak üzere 11 belediye başkanı, tarım ve sanayide kullanımı düzenleyerek su talebini yönetmenin yanı sıra gri su ve yağmur suyu hasadını teşvik eden bir Alternatif Su Yönetimi Manifestosu‘nu imzaladı.
Ancak uzmanlar, bu iyi niyetli girişimlerin gereken görevin büyüklüğüne göre sönük kaldığını söylüyor. Avrupa Çevre Ajansı’nda su değerlendirmelerine odaklanan Trine Christiansen, “Mevcut sistem devam edemez ve ince ayarlar bunu düzeltmeyecek. Gıda ve enerji üretme şeklimizi değiştirmemiz gerekiyor. Sürekli artan verimlilik ve her zamankinden daha fazla çıktı elde etmek şeklindeki mantığın üstesinden gelmezsek, çevresel iyileştirmeye yönelik büyük bir ilerleme göremeyeceğiz” dedi.
Christiansen, en kötüsünü önlemek için Türkiye’nin hızlı büyüme stratejilerini yeniden düşünmesi gerektiğini söylüyor. Aksi takdirde, Türkiye ve komşuları, topraklarının geniş bir bölümünün yakında yaşanamaz hale geleceğini kabul etmeli.