COP27’nin üzerinden yaklaşık bir ay geçti. Zirvenin sonuçlarını Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, İngilizce Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Semra Cerit Mazlum’la değerlendirdik.
YAZI: Barış DOĞRU
COP27’ye, dört kişilik bir ekip olarak gittik ve oradan oldukça fazla sayıda haber ve yorum yapmaya çalıştık. Sonuç metni üzerine de haberler hazırladık. Ancak konuyu Türkiye’de en iyi bilenlerden, iklim müzakerelerini başından beri en iyi takip eden uzmanlardan biriyle bir değerlendirme yapmak istedik. Semra Hocam bu yıl COP’a gitmediniz, uzaktan izlediniz. Dışarıdan baktığınızda, sizin açınızdan COP27’nin en dikkat çekici noktalarından başlayalım isterseniz…
Pek çok gözlemcinin Mısır’da olduğu ve benim gibi pek çok gözlemcinin dışarıdan izleyip paylaştığı gibi aslında COP’un ana teması haline gelen Kayıp ve Zarar Mekanizması’nın görüşülme ve daha sonra sonuç kararında yer alma biçimi herhalde en çarpıcı olanı. Diğerlerini saymadan kısaca onunla ilgili bir şey söyleyeyim. COP devam ederken bir grup arkadaşla birlikte süreci değerlendiriyorduk. Gergin müzakereler nedeniyle COP’un çökeceğini ve telafi COP’u olacağını düşünüyorduk ama sonra şunu fark ettim: Sanki bu COP’un kendisi bir “bis”ti. Glasgow’da geçen yıl bütün çabalara rağmen Kayıp ve Zarar Mekanizması kurulamadı. Dolayısıyla COP27 bu sene, orada yarım kalmış işi bitirebilmek için toplanmış gibi oldu. Biraz sonra üzerinde konuşacağımız diğer kararlara bakıldığında, bunların büyük bir çoğunluğu geçen senenin kopyala-yapıştır hali gibi. O nedenle bütün enerji, bütün diplomatik çaba, bütün siyasi irade aslında kayıp ve zarar üzerine yoğunlaşmış oldu. Bunda tabii ki ev sahibi ülkenin, Mısır’ın da büyük rolü var. Bir Afrika COP’u olması hasebiyle buraya yoğunlaşacağını, resmi gündeme girmese bile yine tartışmaların bu noktada olacağını biliyorduk.
COP öncesinde ilgili taraflarla, özellikle de G77 ile büyük ve ciddi bir hazırlık yapıldığı anlaşılıyor. Zaten ABD’nin ve AB’nin COP’a bir ay kala yavaş yavaş bir karar çıkması yönünde yumuşamaya başladıklarına dair açıklamalarını da görmüştük. Dolayısıyla o hazırlık sonuç verdi ve kayıp ve zararın gündeme girmesi kabul edildi. Bunu COP başlarken duyduk. Her COP açılışında biliyorsunuz ki bir drama yaşıyorduk. Bazen müsebbibi Türkiye oluyordu. Bu sene kayıp ve zarar o pozisyonda olabilirdi ama olmadı. Önceden çözmüşler o sorunu. Dolayısıyla birinci dikkat çekici başlığın bu olduğunu söyleyebiliriz. İkincisi de petrol devletleri ve fosil yakıt şirketlerinin varlığıydı. Müzakerelerin başında herkes onları konuşuyordu. Petrol şirketlerinin kendi başlarına bu kadar etkili olmalarının mümkün olmadığını da biliyoruz. Taraflar Konferansı temelde devletler arasındaki müzakerelerdir. Dolayısıyla petrol devletlerinin COP’a belli bir ajandayla gelmiş olduklarını ve o ajandanın kaybolmaması için ya da COP’un kararlarına etki etmesi için büyük bir çaba harcadıklarını ve bunun için de Mısır üzerinde büyük bir etki ve güç kullandıklarını söyleyebiliriz. COP27’nin Mısır’da, COP28’in ise Birleşik Arap Emirlikleri’nde gerçekleşeceğini duyduğumuz anda bu etkiyi zaten tahmin etmiştik. Suudi Arabistan’ın Mısır’a yakınlığı, oradaki rejimle ilişkileri dolasıyla genel uluslararası ilişkiler açısından bu etki beklenir ama iklim açısından daha da fazla bekleniyordu; öyle de oldu.
Bunun yanında belki Afrika ülkelerinin tavrında bir ikilik olduğunu söyleyebiliriz. Onlar da Afrika’nın özel koşullarını dahil ettirmeye çalışıyorlardı gündeme ancak bir yandan da 1,5 derece hedefi konusunda ikircikli davrandıklarını gördük çünkü Afrika’da da bir doğalgaz gündemi var. Bir kısım Afrika ülkeleri doğalgaza geçmeye çalışıyor. En yoksul Afrika ülkelerinden bahsetmiyorum. Bu ülkeler tam olarak hangi pozisyona sahip olacaklarını belirleyemediler. Geçmişte Avrupa Birliği ile beraber daha fazla hareket ediyorlardı. Bu sefer 1,5 derece hedefinin arkasında değil de uzağında konumlandılar. Engelleyici olmasalar bile onun üstüne gitmediler.
Bu da bizi diğer başlığa getiriyor: “COP27, 1,5 derece hedefinin öldüğü COP mu?” Galiba biraz öyle oldu. Somut çıktılara baktığımızda, neredeyse geçen seneki metnin aynısı bu. Fakat müzakereler sırasında 1,5 derecenin o metinlere girmemesi için gelişmekte olan ülkelerin oldukça büyük bir çaba harcadıklarını anlıyoruz. Gelişmekte olan ülkeler derken de aslında
Çin, Hindistan, bazı büyük Latin Amerika ülkeleri ve Körfez ülkelerini işaret ediyorum. Metni aynen alarak geçen seneki yoldan devam etmenin orta yolu bulunmuş durumda ancak AB’nin 1,5 derece hedefi hakkında bir başlık açarak konuşulması talebini kabul ettirmediler.
Ancak 1,5 derece hedefine ve emisyon azaltımlarına bağlı kalmadan kayıp ve zararların tazmini o kadar zor bir şey ki. Dibi delik bir kova gibi: Kovaya biraz su koyuyorsunuz ama dibi delik olduğu için akmaya devam edecek. Kayıp ve zararın kabulü 1,5 derece hedefinde bir tür geriletme sağlamak için bir ödül veya yem olabilir mi?
Kayıp ve zarar fonunun kurulmuş olması gerçekten tarihi ve önemli bir karar, bunu yadsıyamayız. 30 senelik müzakereler ve iklim siyaseti sürecinde bir kırılma noktası. İklim değişikliğinden en fazla sorumlu olan ülkeler tarihi sorumluluklarını kabul ettiler. Bunun gereğini yerine getirip getirmeyeceklerini ise bilemiyoruz. Dediğiniz gibi bir koca delik var orada. Bir fon var ama bunun içinde ne kadar para olacak, oraya kim destek verecek, bu fondan kim, nasıl yararlanabilecek?
Bu soruların hepsi beş sene daha müzakere gündemini meşgul edecek konular. Tabii bu karar, tarihi ve ahlaki sorumluluğun kabulü anlamına geliyor. O yüzden çok önemli bir gelişme. Öte yandan burada görüşülme biçimi itibarıyla sizin de dediğiniz gibi bir pazarlık konusuna indirgenmiş oldu; bu da bir hayal kırıklığı. Konu, uluslararası sorumluluk, uluslararası adalet, geçmiş, bugün ve gelecek arasında kurulmuş bir genel ahlak ve sorumluluk çerçevesi içinde tartışılmadan, öteki başlıklarla müzakere unsuru haline getirildi. İkisinin beraber gitmesi gerekirdi. Özellikle en kırılgan ülkelerin, Paris Anlaşması’nın diliyle küçük ada devletleri, en az gelişmiş ülkeler ve onların bu kaygısını her zaman sahiplendiğini öne süren gelişmekte olan büyük ülke ekonomilerinin 1,5 derece ile birlikte ele alarak bu konuyu tartışmaları asıl hak ettiği önemi ve yeri göstermesi açısından daha yerinde olurdu. Geçen sene AB kayıp ve zarar fonunu kabul edebilirdi. Onların etik olarak, siyasi olarak öyle büyük bir direnci yok. Oraya kimin para vereceği konusunda akıllarında bazı özel planlar var. Çin’in para vermesini istiyor. Ama fikir olarak kayıp ve zarar fonuna karşı değil. 1,5 derece hedefini biz yok sayarsak, onu artık 2030’a kadar önceliğimiz olmaktan çıkarırsak sizin de dediğiniz gibi kayıp ve zarar fonunun çok da faydası olmayacak. Burada toplanacak cüzi miktarlarla hangi zararı telafi edeceğiz? AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Frans Timmermans’ın da söylediği gibi ilerici, iddialı bir karar, buradan ikisini birlikte çıkarmakla mümkün olurdu.
Yalnızca ABD ve Avrupa’nın emisyon azaltması 1,5 derece sınırında kalmaya yetmiyor. En büyük gereklilik Çin’in ve beraberinde diğer ülkelerin azaltımı. Dolayısıyla onların üzerine daha fazla emisyon azaltımı baskısı gelecek. Onlar da hedefi bu sebeple gündemden çıkarmaya çalışıyorlar. Karbon bütçesi terimini biz iklim siyaseti hakkında düşünenler ve yazanlar, dünyanın ve yaşamın sürdürülebilirliği için konuşuyoruz ve savunuyoruz. Fakat karbon bütçesi bu ülkeler için kalan kotanın kendileri tarafından kullanılmasına indirgeniyor. Hindistan’ın yıllardır eşitlik dediği şey bu. Zengin ülkeler şimdiye kadar atmosferin soğurma kapasitesini kullandılar. Bundan sonraki karbon bütçesini biz kullanalım diyorlar. Bu bütçenin onlar açısından adil paylaşımı kendilerinin emisyonlarını daha fazla artırma yönünde düzenlemelerin yapılması. Ama genel iklim adaleti açısından ve en kırılganlar açısından bakıldığında hepsinin azaltması gerekiyor.
Tarihsel sorumlulukları en büyük kirleticilerin ABD ve Avrupa ülkeleri olduğunu biliyoruz. Ama en büyük artışların son 30 yıllık dönemde gerçekleştiğini de biliyoruz. Çin’in bir yıllık emisyonları Türkiye’nin yaklaşık 20 katı. 10 milyar ton civarında bir emisyondan bahsediyoruz. Böyle baktığımızda Çin gibi ülkelerin artık daha hızlı emisyon azaltımına başlamaları gerekiyor. Bu tartışma biraz arka planda kalmış oldu…
Glasgow’da kabul edilen bir “azaltım iş programı” vardı. Bu program, 1,5 derece hedefine dönük olarak bütün taraf devletlerin Ulusal Katkı Beyanlarını, yani hedeflerini güncellemeleri, bunu da hızlıca yapmaları demekti. Azaltım iş programı 2026’ya kadar uzamış görünüyor. En azından 1,5 dereceyi hayat destek sisteminde tutan makinelerden biri olduğunu söyleyebiliriz.
Burada Türkiye’ye bir parantez açalım çünkü Türkiye de NDC’sini açıkladı. Hindistan için söylediğiniz şeyler Türkiye için de geçerli. Türkiye’den politika yapıcılar o bütçeden pay almaksızın büyüme ve refah gerçekleştirebileceklerine inanmıyor. Türkiye’nin NDC’si de aslında bu doğrultuda oluştu. Türkiye’nin NDC’sini bu bağlamda nasıl değerlendirirsiniz?
Haklısınız. Ama halihazırda Türkiye’nin bir NDC’si yok, Türkiye’nin NDC hakkında bir açıklaması var. O da okuyucularımızın bildiği gibi 2015’te ilan edilmiş aynı olağan senaryoda, 2030’a kadar %41 kadar artıştan azaltım öngören bir hedef olacağı yönünde bir açıklama. Yine herkesin söylediği gibi bu, Türkiye’nin emisyon azaltabilme kapasitesi ile, yetenekleri ile uyumlu olmayan, alçakgönüllüğün ötesinde gerçekçi olmayan bir yeni hedef ifadesi. %41 deyince ağız dolduruyor, sanki büyük bir hedef açıklanmış gibi.
Tarihsel eğilime bakarak ona göre bir yeni olağan senaryo olması gerekirdi ancak aynı senaryoyu kullandıkları anlaşılıyor. Bu Türkiye ekonomisinin, iklim çağının gereklerine uymayacağının ilanı ama buna şaşırmadım da. Çünkü 2053 net sıfır hedefi ve yeşil kalkınma devrimi yönelimi açıklanmasından bu yana çıkan bütün resmi belgelere ve kalkınma planıyla bağlantılı yürütmenin yıllık programlarına bakıldığında hepsi kömür ağırlıklı. Dolayısıyla orada bir kırılma beklenmiyordu. Bütün o resmi belgeler, aslında AB Yeşil Mutabakatı’nı da ön plana çıkarıyor. 2053 net sıfır taahhüdünü söylüyorlar ama karışık bir biçimde aktarıyorlar bunu. Net sıfır karbon mu, net sıfır emisyon azaltımı mı? Hangisi olduğunu da bilmiyoruz.
Aslında birbirinden ciddi oranda farklı fakat bütün ilgili sektörlerde, özellikle enerji sektöründe kömür ağırlıklı bir enerji projeksiyonu var. Net bir siyasi yaklaşım değişikliğini, kamu politikası değişikliğini orada görmüyorduk zaten. O yüzden çok şaşırmadım açıklanan NDC hedefine.
Bakan Kurum da açıklama yaparken “Gelişmemiz lazım. Türkiye gelişmekte olan bir ülke, tarihsel sorumluluğumuz düşük” dedi. Ardından da “Olağan senaryoya yaklaşamıyoruz, olağan senaryodan sürekli uzaklaşıyoruz” diye ekledi. Türkiye ekonomisinin gerçekleri ortada. Olağan senaryo Türkiye’nin şimdiki emisyonlarının iki katına doğru gidiyor. Ama böyle bir ekonomik büyüme gerçekleşmesini kimse beklemiyor Türkiye’de. Ben iktisatçı olmadığım için çok ayrıntıya girmeyeyim. Sosyal bilimci olarak gözleyebildiğimiz kadarıyla Türkiye ekonomisinin hacminin ne olabileceğini görebiliyoruz, büyüme hedeflerini tahmin edebiliyoruz. Dolayısıyla ona uyumlubir senaryo olması gerekir. Türkiye teknolojik değişimlerle, yenilenebilirdeki gelişmelerle sanki hiç emisyonlarını azaltmayacak, köklü yapısal değişiklikler olmayacak gibi. Bu şekilde düşününce de böyle bir olağan senaryo ile ortaya çıkmak şaşırtıcı.
Ama Türkiye’nin müzakerelerde bir tavır değişikliği olduğunu görüyoruz. Artık daha yapıcı ve müzakere gündeminin özüne dönük olarak söz alıyor, kendi pozisyonunu belirtiyor. Bu gerçekten önemli bir şey. Keşke Paris tarafı olduktan sonra dil değişimini ülke içinde iklim politikasının yönünün değişimi şeklinde de görebilsek. Bu ilişkiyi nasıl kuracağız? Ulusal beyan yansıması İklim Kanunu’nda kendini gösterecek. Böyle bir hedefle iklim kanunu yapmanın bir anlamı, bir zemini yok aslında. İklim Kanunu’nun taslaklarında bir hedef de yok. En son halinde genel ifadeler ve net sıfır var sanırım. Ama onun altında kısa ve orta vadeli azaltıma dair sayısal hedef olmasa bile yönelime dair bir işaret yok. Yalnızca 2053 arzusu var orada. Ortaya bir iklim iddiası koymuyor. Başka ülkelerde gördüğümüz iklim kanunları gibi değil.
Bize benzeyen ülkelerin iklim kanunlarında sayısal hedef de var. Ulusal katkı belgelerindeki hedefle uyumlu sayısal hedefler bulunuyor. Bizim taslaklarda bu yok. Kurumsal çerçevenin ötesinde yeni ekleme yapmıyor. Bunu biz aslında halihazırdaki mevzuat içinde de yapabiliriz. Çevre Kanunu’nda eklemeler yaparak bunun kurulması mümkün. Zaten İklim Şurası da beklentinin altında kaldı. Görüşülenlerden başka maddeler gördük son kararlarda. İklim kanunu da buna dönecek gibi. İklim Kanunu ile bir emisyon ticaret sistemi kurmaya çalışılıyor. Asıl olarak bunu başarmak istiyor. Fakat ticareti yapılacak bir azaltım olmayacağı için böyle bir iklim kanunu çıkarmanın da bir anlamı, nedeni olmuyor. Hangi sektöre yön verecek böyle bir ulusal katkı belgesi hedefi?
Olağan senaryoda 1 milyar tonun üzerine çıkacağız, onun içinden %41 artıştan azaltım yapacağız. Hangi sektör buna dayanarak bir yön belirlesin kendine?
Biraz da COP27’de iklim finansmanı konusundaki gelişmeleri konuşalım mı?
COP deyince artık herkesin aklına iklim finansmanı geliyor. Fakat bu sefer alıştığımız gibi iklim finansmanı konuşulmadı. Kayıp zarar ekseninde daha çok konuşuldu. Onun yanında tabii 2025’ten itibaren geçerli olmasını beklediğimiz yeni sayısallaştırılmış finans, katkı hedeflerinin müzakereleri devam ediyor.
Kayıp ve zarar üzerindeki ağırlık nedeniyle o başlıkta da aslında çok büyük değişiklikler olduğunu söyleyemeyiz. Daha önce şu ülke adaptasyon fonuna şu kadar katkı verdi; bu ülkeden şu kadar geldi gibi açık artırma haberleri görürdük. Bu sene onu fazla görmedik. Çok sınırlı sayıda ülkeden adaptasyon fonuna gönüllü katkılar geldi. İlginç ve sevindirici olan
Yeni Zelanda gibi birkaç ülkeden kayıp ve zarar için desteklerin ilan edilmesiydi. ABD adaptasyon fonu için vadettiği miktarı sanırım biraz artırdı. Ancak onu da araçsallaştırarak yapıyor. Diğer gelişmekte olan ülkeler ABD’yi adaptasyonla ilişkilendirmek istemiyor. Adaptasyonun kurumsal yapısı içine sokmak istemiyor. ABD de ısrarla oraya girmeye çalışıyordu. Bu sene biraz daha fazla para vererek adaptasyon komitesine girmeye çalıştı ve başardı. Bu ABD için önemli çünkü orada bulunmak, hangi projelerin destekleneceğine karar vermek demek.
Yeşil İklim Fonu da böyle aslında. Yönetimde olanlar projeleri değerlendiriyorlar. Yeri gelmişken değinelim. Zengin ülkeler, özellikle gelişmekte olan büyük ekonomilere, hibe veya düşük faizli krediler şeklinde değil de bildiğimiz uluslararası krediler gibi para kullandırmaya çalışıyor. Bu bakışı ABD’nin oraya girmesiyle de göreceğiz. Dolayısıyla finansman açısından büyük bir gelişme yok. Uzun vadeli finansman veya finansman komitesi var rejimin altında biliyorsunuz.
Onların raporlarından çıkan sonuçlar kararlara girdi. Yeşil İklim Fonu için artık trilyonlardan bahsediliyor. Daha önceki yıllık 100 milyar dolar zaten düşük bir miktardı ama iklim kaynaklı zararlar nedeniyle ya da azaltımın gerektirdiği yeni yatırımların hacmi arttıkça ihtiyaç duyulan uluslararası finansman da büyüyor. Dolayısıyla onlar da rakamlara yansıyor. 4 ila 6 trilyon dolar arasında miktarlardan bahseden metinler var kararda. Bir taraftan da Dünya Bankası gibi çok taraflı finansman kuruluşlarının iklim rejiminin içine daha belirgin şekilde girmesi var. Bu hem iyi hem tartışmaya açık bir konu. İyi çünkü Paris Anlaşması’nın 2. maddesi ile uyumlu: Uzun dönem uluslararası finansman akışlarını Paris Anlaşması’nın uzun dönemli sıcaklık artış hedefleriyle uyumlu hale getirilmesi. Bu çok önemli bir şey. İklim konusunda bir uluslararası anlaşmayla aslında dünya ekonomisini şekillendirmek yönünde bir niyet beyan edilmiş oldu Paris Anlaşması ile. Bu da tabii yalnız özel finansmanı değil, kamu kaynaklı finansmanı da gerektiriyor.
Bu konu geçen sene Afrika ülkeleri grubu ve Avrupa ülkeleri arasında çok büyük bir tartışma başlığıydı. Başka gelişmekte olan ülkelerin de itirazları var ve bu uluslararası düzeydeki finansman akışına büyük bir değişiklik getirecek. Para ararken, kalkınma kredisi ararken, projelere yatırım finansmanı ararken Paris Anlaşması’na uyma değerlendirmesi yapılacak verilen projeler için. Tabii bir engel haline gelecek bu ülkeler açısından. Seragazı emisyonlarını azaltmayan ya da uyum yan paydası doğurmayan projelere ve yatırımlara iklim finansmanı bulmak mümkün olmayabilecek. O yüzden gelişmekte olan ülkeler bu maddeyi hep gündemin arkasında tutmaya çalışıyorlar.
Özellikle Avrupa ön planda tutmaya çalışıyordu. Gündem maddesi önerdiler bu sene, kabul edilmedi. Ama COP kararına girdi, Bu bizim için de önemli çünkü Türkiye, Dünya Bankası’ndan oldukça önemli destekler alan bir ülke. Dünya Bankası da Türkiye’ye kredi vermeyi seviyor bildiğiniz gibi. Bundan sonra bu finansmanın iklimle bağlantılı olacağını anlıyoruz.
Kararda özellikle bu bankalara ve finansman kuruluşlarına çağrı yapılıyor. Kendinizi buna uyumlu hale getirin deniyor. Dolayısıyla kritik. Ama öte taraftan bu durum, sistemin bütünlüğünde sürekli esnemeler, oyuklar açılması anlamına da geliyor. O yüzden bizim dikkatli olmamız lazım. Çünkü finansman desteği verme yükümlülüğü olan devletlerin bundan kaçınmalarına kapı açan bir şey bu. Onlar doğrudan kamu kaynağı vereceklerine, iklim finansmanının uluslararası çok taraflı finansman kuruluşları üzerinden aktarılmasına çalışıyorlar. Bu ne demek? Şimdiye kadar kalkınma finansmanı diye vermek zorunda oldukları parayı bundan sonra iklim finansmanı diye kullandıracaklar. Yani hem Kyoto’nun hem Paris’in iklim finansmanının ek olması koşulundan kurtulmuş olacaklar böylece. Bu anlamıyla olumlu ancak üzerinde dikkatle gereken bir konu.
Finansmanla bağlantılı, rejimin nasıl esnetilmeye çalışıldığı konusundaki bir başka nokta ise, rejimin etrafında koşut yapılar oluşturulması. En önemli örneği ise ABD İklim Özel Elçisi John Kerry’nin, COP27’de açıkladığı Energy Transition Accelerator (ETA) oldu.
ETA nasıl bir mekanizma?
Önce Kyoto’nun şimdi de Paris’in altındaki piyasa mekanizmalarına benzeyecek şekilde kurulan, gönüllüğe dayalı bir çalışma; tabii ki kayıtlı olduğu için resmi de ancak rejim tarafından oluşturulmuş bir sistem değil. Özellikle büyük ABD şirketlerinin, uymak zorunda oldukları özel sektör finansman kuralları dolayısıyla emisyonlarını bildirmeleri ve azaltım yapmaları gerekiyor. Bu sorumluluklarını yerine getirmek için kullanabilecekleri bazı dengeleme (ofsett) çıktılarına ihtiyaçları var. Benim de anlayabildiğim kadarıyla bunu yaratmaya, rejimin dışında bir mekanizma oluşturmaya dönük bir öneri bu. Oradan oluşacak azaltım kredilerini, bu büyük şirketler kullanacaklar. Oluşacak ekonomik kaynak da özellikle ihtiyacı olan gelişmekte olan ülkelerdeki azaltım projelerine aktarılacak. Bunu duyduğum anda şunu sordum kendi kendime: “Aynısı rejimin içinde var. Neden bunu bir COP’ta ilan ediyoruz?” Amaç enerji dönüşümünü hızlandırıcı yeni bir kaynak yaratmak mı?
Biliyorsunuz, Paris Kurallar Kitabı ve özellikle de 6. Madde dolayısıyla müzakereler sürüyordu. Bu ancak geçen sene sonuçlanabildi. Sivil toplum, gelişmekte olan ülkeler ve yoksul ülkeler 6. Madde altında oluşturulan mekanizmada oluşacak azaltımlardan kesinti yapılsın, o kesinti de Adaptasyon Fonu’na ya da iklim amaçlı başka bir fona aktarılsın ve buradan oluşacak gelir iklim finansmanının kaynağı haline gelsin istiyordu. Amerika ve başka ülkeler ısrarla bunu 6. Madde’nin içine sokmamak için mücadele etti. Şimdi ETA, özel sektör eliyle işleyecek, tamamen gönüllü, hesap verilebilirliği olmayan yeni bir mekanizma ile çıkıyor karşımıza. Bunun üstüne gitmek lazım diye düşünüyorum.
Bir de bu girişimin tam tersi bir şey daha konuşuldu COP27’de. O da eskiden beri konuşulan bir şeydi aslında: Küresel karbon vergisi. Barbados Başbakanı Mia Mottley ön plana çıktı ancak tek başına değildi elbette. Bu fikrin arkasında çok sayıda başka ülke ve destekçileri de var. Hatta fosil yakıt şirketlerinden alınacak verginin oranı bile açıklandı: %10. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Haklısınız, yeni değil bu vergi önerisi aslında. Barbados gibi kırılgan ülkelerden birinin başbakanı bunu söyleyebilir ancak benim daha çok dikkatimi çeken, biraz tarafsız kalması ve nötr konuşması gereken bir uluslararası figürün, BM Genel Sekreteri’nin, bunu birkaç senedir ısrarla söylüyor olması. Kendi yetkisinin, görev tanımının ötesine geçerek konuşuyor.
Uluslararası alanda iklim konusunu konuşmaya başladığımızdan bu yana söylemsel düzeyde büyük dönüşümler geçirdik. 1980’lerde konuştuğumuz gibi konuşmuyoruz bugün iklimi. Ve sorunu tanımlarken, soruna dönük çözümleri konuşurken artık bambaşka kavramlarla, başka politika araçlarıyla konuşuyoruz. Geldiğimiz noktalardan bir tanesi kayıp ve zararın bu şekilde tanınmasıydı. Biri de fosil yakıtların kendilerinin hedefe konması ve fosil yakıtlardan para kazanan, dünyayı sömüren aktörlerin sorumluluk sahibi olduğunun konuşulması. Öte taraftan bu söylemsel, düşünsel dönüşüm yıllar içinde çok hızlı bir şekilde rejimin kuralları haline geldi. İklim değişikliğinin bir insan hakları sorunu olduğunu konuşmaya başlamamızdan sadece birkaç sene sonra Paris Anlaşması’nın içine girdi bu ifade.
Fosil yakıtların girmesi ise biraz daha uzun zaman aldı ama fosil yakıtların ne şekilde rejimin içinde kurala dönüşeceği konusundaki dönüşüm hızlı oldu. Birkaç sene sonra, 2030’a varmadan büyük bir ihtimalle böyle bir vergi ya da kesinti, adı vergi olmasa bile fosil yakıt şirketlerinin böyle ödemeler yapmak durumunda kalacaklarını tahmin ediyorum. Deniz taşımacılığı için benzer bir durum söz konusu. Evet, onlar şimdilik bir para ödemeye karşılar. O talepler yanıtsız kaldı ama emisyonları azaltmak konusunda daha hızlı çabalar göstermek zorunda olduklarını kabul edip şimdilik dengeleme gibi bir mekanizmayla ilerliyorlar. Fosil yakıt sektörünün de önümüzdeki yıllarda rejimin çerçevesinin içine gireceğini tahmin edebiliriz.
COP27’de önümüzdeki müzakerelerde de etkili olabilecek bir olay yaşandı aslında. Brezilya’nın yeni seçilen başkanı Lula zirveye geldi ve büyük bir heyecan yarattı.
Evet COP27’deki en heyecanlı sahne oydu sanırım. Brezilya siyasetini çok yakından izlemiyorum ama Lula bildiğiniz gibi azledildi; mahkum oldu, sonra aklandı ve tekrar seçildi. Aradan geçen bu yıllarda Lula da, Brezilya da, dünya da değişti. Galiba seçim sonrasında kongrede de çok güçlü değil. Neyi ne kadar yapabileceğini bilmiyoruz. Ama en azından Bolsonaro gibi seçilmiş yöneticilerin gidebildiklerini göstermesi açısından önemli bir şey bu. Diğer taraftan Brezilya, Kopenhag dönemine denk gelecek şekilde Lula’nın ikinci döneminde, gelişmekte olan dünyanın iklim lideri gibiydi. İlk İklim Kanunu, Lula zamanında geçti Brezilya’da. İklim Kanunu’ndan başka bir kanun da Amazonların korunmasıyla ilgiliydi.
İkisi birbirini destekliyordu. Başka kurumlar, yani iklim politikasının oluşturulmasının topluma açılmasını sağlayacak kurumlar da yaratılmıştı yeni kanunlarla.
Bunların hepsi Bolsonaro zamanında söküldü. Çevre dış politikasının yönü, Türkiye’ye benzer şekilde eski kalkınmacı dış politikaya döndü. Lula siyasi gücüyle, sembolik gücüyle bunların bir kısmını geri alabilir. Ayrıca Amazon halkları açısından iyi haber; kendilerini küçümseyen, aşağılayan ifadelerle konuşan bir devlet başkanları olmayacak. Belki Amazon’un korunması için çok büyük bir değişiklik yapılamayacak olsa bile böyle bir siyasi moral sonucu var.
Öbür taraftan COP’un Brezilya’ya davet edilmesi de önemli. Lula hâlâ o zaman başkan olursa daha fazla sahiplenmesi lazım COP’u. Rio+20’de öyle olmamıştı. Yalnızca Brezilya’da yapıldı, o kadar. Bu sefer bu kadar gönülden bir siyasi iradeyle istediğine göre Mısır’ın tavrının tam aksini sergilemesi gerekir.
Bir de COP27’ye başkanlık ve ev sahipliği yapan Mısır’a bir parantez açalım mı?
Evet kısaca Mısır’a da değinelim. Herhalde son zamanlarda gördüğümüz en kapalı COP’tu bu. Sivil toplumun faaliyetleri, yürüyüşü, protestoları izne tabiydi. Sivil toplum katılımı açısından sıkıntı ve daralma vardı. Ama öbür taraftan müzakerelerin işleyişi açısından da pek çok taraf devlet, onların temsilcileri ve heyetleri pek çok metni görmediklerini söylüyorlar. Kopenhag’da da Danimarka bir grup ülkeyle birlikte perde arkasında metin hazırlamaya çalışmıştı. Burada Mısır da aynı yolu izledi ve bir grup ülke ile birlikte metinlere son şeklini verip bunları danışmadan karar oturumuna getirdi. Mısır uluslararası siyasette bunu kendi başına yapabilecek kadar güçlü bir ülke değil. Arkasında çok güçlü destekleri olmasa böyle bir kapalı tavır içinde davranamazdı. G77 arkasında durdu Mısır’ın. G77’nin yanında Arap grubu da yine Mısır’ın arkasındaydı. O yüzden çok büyük eleştiriye maruz kalmadan bu kapalı süreci işletebildiler.