İnsan faktörünün doğa ve doğanın bir parçası olarak kalabilmiş canlılar için ne denli bir cehennem yarattığını tahlil etmek güç değil aslında ki sinema da merceğini bu tartışmalara yönelterek sıklıkla müdahil olur.
Yazı: Nihat NUYAN
Yönetmenliğini Reha Erdem’in yaptığı Jîn (2013) filmi doğanın büyülü varlığının ekrana gelmesiyle başlar. Halk arasında peygamberdevesi olarak bilinen Mantodea, kara kaplumbağası, çekirge, geyik, semender ve yüzyıllık ağaçlar dingin doğanın kendine özgü sesleriyle huzur verici bir bütünsellik sergiler. Kurumuş yapraklar, yeşeren bitkilerin üzerine düşmektedir. Orman için, sıradan bir gün gibi başlar film. Nihayetinde bir insan kısmen görünene dek…
Bir bomba patlar. Ardı sıra bir patlama daha ve önü arkası kesilmeyen otomatik silah sesleri. Yüzyıllık ağaçların yaşam dolu yeşil dalları kurşunlanarak kırılır; semender, üzerine çıkmakta olduğu kayalıktan gerisin geri iner, paytak paytak. Bir yılan, güneşlenmekte olduğu kayanın üzerinden karanlığa sığınır sürünerek. Ormanı saran sis bile dağılmaya başlar huzursuzluktan. Teknolojik olanaklarla geliştirilen silahlarıyla birbirini etkisiz hale getirmeye çalışan iki insan grubu, artık ait olmadıkları doğanın rutin sükunetini bozmaktadır.
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in bir şiirinde imgelediği duruma benzerdir aslında filmin henüz açılış sahnesi de:
keklik serer palazını tenha kayalıklara / uçurur korkusunu /
kara diken savurur tohumunu / kurtulur korkusundan /
orda bir dağ / orda bir taş / bir pınar /
dağ ardında / taş ardında / pınarlı bir kara mavzer /
Mavzer kelimesine değin doğanın harmonisini derinlikli hissettiren bir betimleme. Ardından elbette Anton Çehov’un dediği gibi, bir sahnede silah görünüyorsa o silah mutlaka patlar. Bir sinema klişesidir bu ve bana kalırsa miadını dolduralı da çok olmuştur. Lakin mavzer patlıyor şiirde de filmde de ve ilkin doğadaki canlılık hedef oluyor.
Jîn filminin başlangıcını film grameri açısından değerlendirmek gerekirse; Erdem’in bu açılış sahnesi ve devamında gerçekleşen silahlı grup ve askeri araç görüntülerine de eşlik eden müzik kullanımını kusurlu olarak nitelendirmek mümkün görünüyor.
Sinemada Müzik Neden Bir Kusurdur?
Çünkü sinema bir görüntüyle anlatım sanatıdır. Kamera hareketleri, sahnedeki duygudurumu aktarmak için planlanır. Müzik ise duyguların manipülasyonu olarak adlandırılabilir. Sinema görsel algıya, müzik işitsel algıya hitap eder. Eğer bir yönetmen veya bir filmi oluşturan dinamikler olarak, sinema aracılığıyla aktarmak istediğiniz duygu ve düşünceyi görüntünün bizzat kendisi veya kendisine eklenen doğal ses ile aktarabilecek yetkinliğe sahip değilseniz, basitçe izlerkitleyi manipüle etmeyi tercih edebilirsiniz. Müzik bu yüzden vardır. Velhasılıkelam, bir filmde gereğinden fazla (ki bu gereklilik düzlemi kişiye göre değişmekle birlikte minimalize edildikçe değerlidir) ne denli müzik var ise, bu, o sahnenin sinematografik aktarım gücünün o denli zayıf olduğu anlamına da gelebilir.
Erdem’in Jîn filmi ve Korkmazgil’in Koçero şiiri, insan temas edene kadar doğanın nasıl da dingin bir döngüyle hareket ettiğine değinerek başlar. Sanayi devrimi ve sonrasında gelişen teknolojiler insanın doğayla ilişkisini önü alınamaz şekilde dönüştürdü ve buna devam ediyor. Hayvanların yaşam alanları Akbelen’de, Cudi Dağı’nda ve diğer her yerde devam eden kimi insan kaynaklı faaliyetlerden dolayı tahrip ediliyor. Zaman bize gösteriyor ki insan, teknoloji sayesinde avantaj sağlayan ve bu avantajları diğer canlıların yaşam hakkını göz ardı ederek kendi çıkarları doğrultusunda kullanan, memeliler (Mammalia) sınıfından bir hayvan olarak, bencildir.
Dünya Hayvanlar için Neden Bir Cehennem?
İnsan faktörünün doğa ve doğanın bir parçası olarak kalabilmiş canlılar için ne denli bir cehennem yarattığını tahlil etmek güç değil aslında, ki sinema da merceğini bu tartışmalara yönelterek sıklıkla müdahil olur. Özcan Alper’in Karanlık Gece (2022) filminin avlanma adı altındaki hayvan kıyımına yönelik açılış sahnesine ek olarak; idealist ve tecrübesiz Av Koruma Kontrol Memuru ile köylüler arasında kapan kurma yüzünden kavga çıkar ki doğa ve canlılara yönelik hassasiyeti olan kahramanımız, bir ötekinin maruz kalacağı en tabii sonla karşılaşacaktır. Şefiyle arasında geçen diyalog, politik bir arena olarak hayvanların yaşam hakkının bugününe dair dikkat çekici veriler barındırır:
– [Yaban hayvanlarını avlamak] “yasak değil mi? Neden göz yumuyoruz?
– Yasa dediğin 20 yıllık mevzu, bu adamlar bin yıldır burada.
– Hayvanlar da milyon yıldır burada.”
Evet milyon yıldır yaşam alanları gittikçe daralan hayvanların dramıyla yüzleşmeden sürdürülebilir bir kalkınmadan söz etmek pek de mümkün görünmüyor. Hızla artan insan popülasyonu için endüstriyel bir tüketim nesnesine dönüştürülen hayvanların yasadışı olduğu kadar yasal avlanmaları üzerine kurulan sistemde nesli tükenmesin diye bir hayvanın yapabileceği tek şey insanlardan saklanmak. Pek tabii olanaklı ise. Çünkü insanın doğayla mücadelesinin yerini sanayi devrimiyle birlikte doğanın insan karşısındaki nefsi müdafaası almış durumda. O yüzdendir ki ne zaman medya kanallarımızda “Kurt şehre indi” ya da “Ayı saldırıcı sonucu…” gibi bir haber yer alsa, manipülasyon ve samimiyetsizlik can sıkıcı hale geliyor. Zira bir kurt şehre inmez, bir ayı insana saldırmaz. Olaya biraz da kurdun, ayının gözünden bakmamanın, sokakta bir köpeğin başını okşamamanın zafiyetidir bu. Şimdi bir de olaya ayının gözünden bakmayı deneyelim: Bir sabah uzun sürmüş bir kış uykunuzdan uyanıyorsunuz, milyon yıldır aynı fakat binlerce yıldır insan faktörüyle değişikliğe uğramış bir bahar sabahında. Ardından bir bakıyorsunuz ki ininize değin binalar yapmış insanlar var karşınızda. Ya da kurtsunuz ve milyon yıldır çok sert geçen kışlarda karnınızı doyurmak için indiğiniz ırmak kenarında betonarme yekpare “Irmak Konutları” dikili. Küçük de olsa bir burkulmaz mıydınız? Irmaksız kalmış bir kurdun irkilmesi, bir ayının insanlığın üstüne bütün ihtişamı ve hüznüyle yürümesi gibi bir olağandışılığın kurbanı, sanılanın aksine, yaban hayattır.
Sokak hayvanları şu halde insanlarla iç içe yaşamak zorunda bırakıldığı, aslında yaşam alanlarına “sokaklar” inşa edildiği için kısmen ve muhtemelen çok daha şanssız durumda. Emin Alper’in Abluka (2015) filminde belediyede çalışan Ahmet, sokakta yaşamak zorunda bırakılan köpeklerin itlaf edilmesi görevini yerine getirirken kendi dramının kurbanı
oluyordu; politik arenada konu son yıllarda sıklıkla buna geliyorken anımsamadan geçmemek gerek. Benzer şekilde; 1986 yılında Sovyetler Birliği’nin Çernobil Nükleer Santralı’nın 4 numaralı reaktöründe gerçekleşen patlama sonucu ortaya çıkan nükleer sızıntıyla baş edilemeyince tahliye edilen Pripyat şehrinden geriye kalanlar arasında, artık radyoaktif bulaş altında olan köpeklerin öldürülmesinin dramını da yansıtan Çernobil 1986 (2021) dizisi; insan eliyle kıyametin yaşatıldığı doğa ve canlılığa dair özverili yaklaşımları da sergiliyor, not edelim.
Sahi nükleer sızıntı demişken, nükleer güzellemesi yapan iktidar ve iktidar yanlısı bürokrasiyi de unutmayalım. Henüz tahrip edilebilir bir doğada yaşarken, doğanın asli unsurlarının insanlar olmadığı gerçeğini kabullenip milyon yıldır süren döngüyü binlerce yıllık insanlığın hegemonyasına teslim etmememiz gerektiğini akılda tutalım.