Seçme şansı iktidar ve iktidarı besleyen toplum tarafından gasp edilmiş, yüzü yara bere içinde bir çocuk, niş kafelerde az buzlu taze sıkma portakal sularımıza daldırılmış tek kullanımlık plastik pipetlerimizle dibini höpürdettiğimiz içeceklerimizin tadını çıkarıyor.
“İnsanı sessiz kalmaya zorlayan acı, onu bağırmaya zorlayan acıdan çok daha ağırdır”. Füruğ Ferruhzad, şiirlerinde derin bir yalnızlığı ifşa ederken sanatını da bir başkaldırı olarak inşa eder. Toplum tarafından baskılanmış çığlıkların dışavurumu olarak görülür eserleri. Ferruhzad şiirleri bilhassa toplumda kadın olmanın ayrıcalıklı dramına ses verir.
Stefan Zweig, malum ölümünden hemen önce Nazi kıyımlarından kurtulmak için eşiyle birlikte kaçabildiği Brezilya’da kendisine gelen bir röportaj talebini reddederken, entelektüel bir duruş sergiler. Ona göre, söylediğimiz şey egemen iktidarları rahatsız etmiyorsa, bir şey söylemiş olmuyoruzdur. Sanat, bu bakımdan doğası gereği muhalif bir çizgide seyretme eğilimindedir. Halkın çıkaramadığı sestir, sanat. Avrupa’nın baştan aşağıya yıkıntılar içinde kaldığı İkinci Dünya Savaşı henüz sona ermemişken, örneğin İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı ile sinema yeniden hayata dönüşün tetikleyici unsuru olarak işlev görür.
Sinema, bir yanıyla, yönetmenlerin sosyopolitik kaygılarını estetik bir mesaj halinde sunma çabası olarak değerlendirilebilir. Çoğu durumda gerçek hayattan esinlenmiş filmlerle, yönetmenlerin toplumsal sorunlara birey örnekleminde bir tartışma sunduğu görülür. Genel anlamda Toplumsal Gerçekçi dediğimiz bu tür filmler, sanatın sosyal refaha ulaşma arayışına katkı sunmaktaki rolünü üstlenir.
Türkiye adına, Toplumsal Gerçekçilik denildiğinde akla gelen ilk şehirlerden biri Adana. Ekonomisi bir yanıyla liman taşımacılığı ve sanayiye dayanan kentin geleneksel dokusunu oluşturan çalışma sahası ise tarım. Adana yaklaşık yarım milyon dekar turunçgil arazisi ile yurdun narenciye üretiminin yaklaşık üçte birini tek başına sağlıyor. Tarım alanındaki bu dinamikler, şehrin kültürel sermayesinin de önemli bir parçasını oluşturur. Yaşar Kemal’in İnce Memed romanı, Yılmaz Güney’in Umut filmi gibi ülke edebiyatı ve sineması adına uluslararası bilinirlik kazanmış iki önemli eser, Çukurova’nın bolluk ve bereket dolu bağrından seslenir.
Bolluk ve Bereket…
Bolluk ve bereket ifadesi, üzerinde biraz düşününce kimi katlanılması güç acıları da anımsatıyor. Tüketici konumundaki insanlar için anlamı ile üretici konumundaki işçi için anlamı aynı olmayabilir. Sevilerek tüketilen ve mutluluk hormonlarını tetiklemesinden olsa gerek; bilimsel adı Theobroma, “Tanrıların yemeği” anlamına gelen kakaonun üretiminin dünyada en yoğun olduğu, bolluk ve bereket içindeki tropik ülkelerdeki kakao üreticisi işçilerin, çikolatanın tadını pek bilmemesi gibi… Çikolatanın tadını çıkaran işçilerle, çikolatanın tadını çıkaran tüketiciler arasındaki fark, biraz bolluk ve bereket ifadesinin ikircikli durumuna ışık tutuyor. Biri cefasını çekiyor, diğeri sefasını sürüyor.
Yılmaz Güney’in Umut filmi bu bakımdan ülke sinemasının henüz aşamadığı bir düzeyde konumlanmaya devam ediyor. Egemen sınıfların konfor alanlarını inşa etmek için ezdiği yoksul işçi ve köylünün dramını izlenir kılıyor. Aynı coğrafyadan, yakın zamanda yükselen bir ses de Ceylin filminden geliyor. İlk yönetmenlik deneyimini sergileyen Tufan Şimşekcan imzalı film, çocuk yaşta çalışmak zorunda bırakılan tarım işçisi bir kız çocuğunun göz göre göre tükenişine şahitlik ediyor.
Ceylin, sorulduğunda 14 yaşında olduğunu söylüyor, başka da bir şey ifade edebilecek özgüveni pek olmayan, toplum tarafından yok sayılmış milyonlarca çocuktan biri. Okulun ne olduğunu biliyor, görüyor lakin dahil olamıyor o kalabalığa. Seçme şansı iktidar ve iktidarı besleyen toplum tarafından gasp edilmiş, yüzü yara bere içinde bir çocuk, niş kafelerde az buzlu taze sıkma portakal sularımıza daldırılmış tek kullanımlık plastik pipetlerimizle dibini höpürdettiğimiz içeceklerimizin tadını çıkarıyor. Portakal topluyor, yazın pamuğa gidiyor. Çoğunun sofrasında oturmaktan imtina ettiği çadırlarda kışın üşüyerek uyuyor, gün ağarınca sosyal medya platformlarında beğeni yağmuruna tutulan manzaralar eşliğinde traktör sırtında bir yolculuğa çıkıyor. Öğle yemeğinde herkesin ilk elden aklına gelen şeylerin tadını çıkarıyor: Domates, peynir, soğan, tandır ekmeği.
Türkiye’deki Mevsimlik Çocuk İşçilerin Sayısı 220 binin Üzerinde
Birleşmiş Millet Dünya Gıda Programı (BM WFP) tarafından yayımlanan rapora göre, 783 milyon insanın açlık çektiği bir dünyada her gün 1 milyar insana yetecek yemek israf ediliyor. Dünyada 5 yaşın altında 45 milyon çocuğun akut yetersiz beslenme sorunu yaşadığı belirtiliyor aynı raporda. Temiz suya erişimi olmadığı için ölen insan sayısı yılda 3,5 milyon. Dünyayı gözümüzde büyütmeyelim diye Türkiye’den örneklere de bakalım: Uluslararası Çalışma Örgütü’nün verilerine göre Türkiye’deki mevsimlik çocuk işçilerin sayısı 220 binin üzerinde. Buna 5 yaşındaki çocuklar da dahil.
Mevsimlik tarım işçilerini, tarım işçilerine kıyasla dahi dezavantajlı durumda bırakan sistem, onları kayıt dışı sömürüyor. İşçi olmak, asgari ücret ve sigortalı çalışmak bile her ne kadar tuhaf gelse de bir statüdür. Örneğin inşaat işçileri de mevsimlik tarım işçileri ile aynı konumdan yaşam mücadelesi verir, madenlerde öldürülen göçmen işçiler de. Kayıt dışı işçi olmak, insanlığın bolluk ve bereket içinde hayatını idame etmesinin gerekliliği için kapitalist sistem ve egemen sınıflar tarafından yaratılan ve ısrarla, herkesin gözü önünde sürdürülen bir kurban ritüelidir.
Ceylin filmine dönecek olursak: Film, öyküsel anlatı dilinin tanıklığında göz ardı edilebilecek bazı teknik aksaklıklar barındırmakla birlikte, Toplumsal Gerçekçilik türünün iyi örneklerinden biri. Belgesel sinemanın hayatı kopyalayan imajlarıyla kurmaca sinemanın şok etkisini bir arada işlerken, ses ve müzik üzerinden anlam yaratıyor. Görünen kadar görünmeyenin de sesi olmaya çalışıyor film. Bazı sahnelerde insanın soluk borusuna bir yumruk indiriyor. Ceylin’in hayatla bağ kuramamasının yükünü küçük bir kız çocuğunun omzuna bindiren toplumun, kaçırdığı gözlerinin önüne bir hikaye seriyor. “Bakın işte”, diyor. “Bu biraz da bizim eserimiz değil mi?”
İlk yönetmenlik deneyimi ile seyirci karşısına çıkan Tufan Şimşekcan, heybesinde sosyal sorumluluk projeleri de taşıyan ve tanıklıklarını dünyaya duyurmaya çalışan, Adana’dan yükselen alternatif bir ses. Anadolu’yu Yılmaz Güney’in Cabbar’ı (Umut) ile olduğu kadar, Tarkovski’nin İzsürücü’sü (Stalker) ile de ifade etmeye çalışan ve toplumsal gerçekçiliğin dramını sanat sinemasına özgü metaforlarla bezeyen bir yönetmen. Ceylin ise kaybolup giden bir hayatın hikayesi.
Adana Altın Koza film festivaline ek olarak İstanbul, Montreal, Berlin, Hindistan, Portekiz’deki festivallerde seyircinin ilgisine mazhar olan film, Mayıs ayının ilk haftası gerçekleşecek olan Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kapsamında Türkiye’de yeniden izleyici ile buluşacak.
Bu yazı, ekoIQ’nun 111. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.