Kentleşmenin iklim değişikliği gözetilerek sağlanmasının öneminden söz eden İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Peyzaj Mimarlığı bölümünden Dr. Öğr. Üyesi Nurgül Erdem, ekonomik kaygıların dirençli kent modellerini uygulamanın önünde engel teşkil etmemesi gerektiğinin altını çiziyor.
Kentleşme hızıyla ormanların yok olması arasında doğrudan bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Yeni yaşam alanlarını doğayı tahrip etmeden kurmak sizce mümkün mü?
İnsanın ve kentleşmenin olduğu bir yerde ekosistemlerin zarar gördüğü bilinen bir gerçektir aslında. Ormanlar, meralar, otlaklar gibi kendiliğinden gelişen flora ve fauna varlıklarının oksijen üretimi karbon tutumları ile rekreatif olanakları, gıda ve odun tedariki gibi ekosistem hizmetleri ile kente ve kentliye sosyal, ekonomik ve çevresel katkılar sağlayan vazgeçilmez doğa parçaları olarak tanımlayabiliriz. Çağımızın küresel sorunu olan iklim değişikliği ve beraberinde getirdiği sorunlara çözüm olabilecek bu ekosistemler kentleşmenin baskısı altında. İnsanoğlu yapısı gereği kendi konforu için çevreyi bozuyor, tahrip ediyor ve zarar veriyor. Sonra ihtiyaç duyduğu zaman yine kendi konforu için yapay ekosistemler üretmeye başlıyor. Aslında bu döngü insanoğlunun ilk yerleşik düzene geçişi ile başlayan bir süreç.
Sanayi Devrimi sonrası 1950’lerde hızlanan göç ile kentlerin nüfusu kapasitesi dışında artmaya başlamış ve geçen süreç içerisinde kentin bir yaşayan mikroorganizma gibi gelişimi, değişimi de artmaya başladı. Yaşanan gelişim ve değişim de yeni yerleşim alanları oluşturmak amacı ile önce kent çeperlerindeki yeşil ve açık alanlara, sonra da uzak çevre ekosistemlere kadar zarar verdi. Kentin tarım alanları, doğal kaynakları, ormanları, meraları, içme suları gibi can damarları tahrip edildi, imara açıldı ve hatta yok edildi. Aslında konu sadece imara açılan alanlarla sınırlı değil. Yoğun nüfus nedeni ile kaynakların hızlı tüketimi de bu tür alanların tahrip edilmesinde önemli bir rol üstleniyor.
Dünya karasal büyüklüğünün %3’ünü kentler oluşturuyor ve nüfusun çoğunluğu kentlerde yaşıyor. Artık kentler kendi atıklarını temizleyemeyen, ekosistemi bozan ve parçalayan, içinde bulunduğu nüfusun yaşam kalitesini düşüren yani doğayı ve çevreyi tahrip eden alanlar haline geldi. Burada da maalesef en büyük tahribat, henüz mevcut kent planları ile çağın gerekliliklerini karşılamada zorlanan, dar ekonomiye sahip üçüncü dünya ülkelerinde yaşanıyor.
O halde asıl sorunuza gelirsek doğayı tahrip etmeden yeni yaşam alanları üretmek yani kentlerin gelişimine izin vermek mümkün müdür? En kısa yanıtım “Hayır” olmalı. Ama akademik olarak yanıtlarsam en az hasarla veya minimum tahribatla, doğal tabanlı çözüm önerileri üretilerek kentlerin gelişimine olanak sağlamak elbette mümkün. Günümüzde küresel anlamda alınan kararlar ile de yapılmaya çalışılan aslında budur diyebilirim.
Öncelikle kentlerin nüfus baskısını, dolayısıyla yeni yerleşim alanlarına olan ihtiyacını en aza indirgemek ilk çözüm önerisi olmalı. Planlı bir kentsel gelişim hazırlanmalı ve bu gelişim; planı, kararları ve politikaları ile aynen uygulanmalı. En azından her seçim sürecinde farklı bakış açıları ile sürekli değişen politikalar ve gelişim, değişim önerileri türetilmemeli. Kentin kırılganlıkları, sorunları iyi tespit edilmeli ve öncelik sırasına konularak çözüm süreci yürütülmeli. Ekonomik kaygılar nedeni ile sorunun çözümünden vazgeçilmemeli. Yönetim, STK’lar, halk ve üniversiteler sürekli iletişimde olmalı ve birlikte çalışmalı.
Halk çözüm sürecine ve uygulama aşamasına dahil edilmeli ve bu sistem tabana yayılarak aidiyet ve sahiplenme ile gönüllülük esasına dayalı gerçekleştirilmeli. Şeffaf yönetim, bilgilendirici ve eğitici yönetim anlayışı mutlaka gerçekleştirilmeli. Kentlerin gelişimlerini planlarken kent kimliği, tarihi yapısı ön planda tutulmalı ve bunlardan ödün verilmemeli. Özellikle kentsel dönüşüm alanlarında bu noktalar bazen göz ardı edilebiliyor.
Kentlerde yeni yerleşim alanlarının seçiminde doğal kaynakların tahribatına ve ekosistem hizmetlerinin sürdürülebilirliğinin sağlanmasına dikkat edilerek çözüm önerilerinin aranması öncelikli konular olmalı.
Doğal alanların minimum bozulmasında etken çözümlerden bir diğeri de kentsel yeşil ve mavi altyapı sisteminin sağlanması ve sürekliliğinin oluşturulmasıdır. Kentlerin yeni yerleşke alanlarında doğal ve yapay oluşturulmuş yeşil alanların bir bütün içerisinde kent ve kentliye hizmet edecek şekilde yapılandırılmasının, geçirimsiz yüzeylerin minimumda tutulmasının, doğal ekosistemlerin sürekliliğinin sağlanmasının doğa ve çevre tahribatını minimuma indirgeyeceği kanaatindeyim. Aynı zamanda ekolojik mühendislik anlamında çözümler yerine doğa temelli çözüm (DTÇ) önerilerinin getirilmesi kentlerdeki doğa alanlarının varlığının artırılmasına katkı sağlayacaktır. Böylece kentler çeperlerden merkezlere doğru ekosistemlerin parçalanmadığı, sürekliliğinin ön planda olduğu yeşil alanlar ile bir ağ örüntüsü şeklinde beslenmiş olacaktır.
Dirençli kentler oluşturmada yerel yönetimlere düşen sorumluluklar hakkında yayımlanan akademik ve bilimsel araştırmalar mevcut. Lakin işin uygulama kısmında ne tür zorluklar karşımıza çıkıyor? Bir belediye veya bölge idaresi, dirençli kent modelini uygulama iradesi sergilediği takdirde ne tür zorluklarla başa çıkması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Sorunuza yerel yönetimlerin kimlik ve görevlerinden bahsederek başlamak isterim. Yerel yönetimlerin yaptığı çalışmalar halkın gündelik hayatıyla doğrudan ilgili, toplum yaşantısını direkt ilgilendiren hizmetler. Yerel yönetimler denildiğinde il özel idaresi, belediye ve köyler akla gelir. Bunların içerisinde halk ile direkt iletişim kuran ve öne çıkan birim ise belediyeler. O nedenle toplumda yerel yönetimler denildiğinde ilk akla gelen kurum belediye. Hizmet ettiği alan ve nüfus açısından değerlendirildiğinde çok değişken büyüklüklere sahip olabildiklerinin altını çizmekte fayda var. Yani binlerce kişiye hizmet veren küçük çaplı belediyeler olduğu gibi, milyonlarca nüfusa hizmet sunmaya çalışan belediyeler de var.
Belediyeler 2005 yılında çıkartılan ve günümüzde de kullanılan 5393 sayılı yasa kapsamında hizmet sunuyor. Yetki ve sorumlulukları belediye sınırları çizilmiş alan içerisinde geçerli. Belirlenen sınırlar içerisinde belediyeler bir kentin yaşanabilir kılınabilmesi için gerekli olan alt ve üst yapıyı hem gri hem de yeşil alan olarak düzenliyor; sosyal, kültürel ve ekonomik tanıtımlar yapıyor, eğitimler gerçekleştiriyor, kentliye sağlık, sanat, eğitim, spor ve rekreasyon alanında olanaklar sunacak alanlar üretiyor, tarihsel ve kültürel kimliğini koruyor, olabilecek afetlerin öncesi ve sonrasına dair planlar hazırlıyor ve uyguluyor.
Ülke kalkınma planları doğrultusunda yukarıdan inme politikalar ile yerel belediyecilik anlayışının çok örtüştüğünü düşünmüyorum. Bunu söylerken kalkınma plan kararlarını tabii ki es geçelim anlamı da çıkmasın. Kendi bölgesinin yaşam koşullarını fiziksel, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan, artılarını eksilerini bilen ve toplumun desteği ile birlikte hareket eden belediyeler mutlaka başarılı olacaktır diye düşünüyorum. Yerel sorunların da ön planda tutulması gerektiğini söylemeye çalışıyorum aslında.
Kentsel dayanıklılık, bazen bulanık ve soyut olan geniş bir kavram. Uyum sağlamanın yanı sıra azaltmayı da ele alıyor, iklim belirsizlikleri bağlamında mekânsal planlama politikası oluşturma ile ilişkili. Belirsizliği ve kırılganlığı çerçevelemek ve bunlara yanıt vermek için yeni bir yol sağlıyor, planlama stratejileri için alternatif bir paradigma sunuyor. Dayanıklılığa yönelik üç ana yaklaşım; sosyoekolojik, sürdürülebilir geçim kaynakları ve afet riskini azaltma yaklaşımlarıdır. Kentsel dirençliliğin sağlanabilmesi için yerel yönetimlerin önemli görev ve sorumlulukları vardır. Yerel yönetimlerin risklere karşı hazırlıklı olması, yerel ve ulusal diğer yönetim kademeleri ile ortak hedef ve stratejiler geliştirmeleri gerekiyor.
Kırılganlıklarının neler olduğunu iyi araştırmış ve öğrenmiş olan yerel yönetimlerin kendi bölgelerindeki tehditlere ve şoklara karşı geliştirilecek önlemleri de doğru stratejilerle uygulayabilecekleri kanaatindeyim. Belediyelerin stratejik planlarını uygulamadaki en büyük sorunlarının mali kaynaklar yani ekonomi olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra STK’ların ve halkın doğru ve yeterli bilgilendirilmesi, sürece dahil edilmeleri konularında sorunlar yaşanabileceği düşüncesindeyim. Plansız yapılaşma alanlarında yaşanabilecek sorunların kamulaştırma gereken alanlarda karşılaşılacak sorunlar olabileceği fikrindeyim.
Sonuç olarak kentsel dayanıklılık çok boyutlu, çok paydaşlı, gönüllülük esasıyla kamu kurum ve kuruluşları, STK’lar, bölge sakinleri ile ele alınmalı; ekonomik, sosyoekonomik, kültürel, ekolojik değerler göz önünde tutularak oluşturulmalı. Kentin (bölgenin) risk haritasında yer alan zorunluluklar, öncelikler, tespit edildikten sonra bu sıralamaya göre kent ve kentli stres ve şoklara hazırlıklı hale getirilmeli. Risklerin kırılma noktaları hesaplanmalı, gerekli stratejiler oluşturulmalı. Koordinasyon merkezleri, iletişim ağları her daim hazırlıklı olmalı, her olasılık düşünülerek tasarlanmalı.
Orman ve yeşil alanların, sürdürülebilirlik çerçevesinde dirençli kentler oluşturmada hayati öneme sahip olduğu açık. Peki, nasıl bir düzenlemeyle kent iklimini insanların ve doğanın lehine seyreder bir hale getirmenin mümkün olduğunu düşünüyorsunuz?
İklim değişikliğinin ekolojik dengeyi bozmasının sosyal ve ekonomik hayat üzerinde büyük etkileri olduğu bilinen bir gerçek. Aynı zamanda insanlar dahil tüm canlı hayatını olumsuz etkiliyor. Nesli tükenen hayvanların %7,1’inin iklim değişikliği nedeniyle dünyadan kaybolduğu biliniyor. Eğer yeryüzünün genel sıcaklık artışı 2°C’ye çıkarsa, sıcaklıkların çok yüksek seviyeye ulaştığı kritik bölgelerde bitki ve hayvan türlerinin %50’sinin ortadan kalkma riski altında olacağı biliniyor. İklim değişiklikleri ile oluşan sıcak hava dalgaları, yüzey sıcaklarının artımı, sel, taşkın, heyelan gibi iklime dayalı afetlerin oluşumu gibi birçok nedenden kentler ve kentliler olumsuz yönde etkileniyor ve sonuçlarında can kayıpları yaşanabiliyor. Bütün bu iklime dayalı oluşan felaketlerde düğüm noktası yeşil alanlar. Gri yani geçirimsiz yüzeyler bu saydığım olumsuz etkileri daha da artıran faktörler olarak karşımıza çıkıyor. Çözüm önerisi ise kent içi ve kent dışı yeşil alanların belirli bir strüktürde oluşturulması. Parçalı yapıdan bütüncül yapıya evirilmeli ve sürekliliği, devamlılığı sağlanmalı. Oluşturulan bu yeşil altyapı strüktürünün doğa temelli çözüm önerileri ile birlikte değerlendirilmesi kent ikliminin olumsuz etkilerinin minimize edilmesinde etken olacaktır.
“Dirençli kent” dediğimizde aklınıza Türkiye’den veya dünyadan örnekler geliyor mu? Özellikle uygulamada başarılı olduğunu düşündüğünüz kentler veya girişimler var mı?
2015 yılında Paris Anlaşması ile gündeme gelen iklim değişikliği protokolü ile birlikte adlandırılmaya başlanan “dirençli kent” kavramı sürdürülebilir kent kavramına yeni bir bakış açısı getirdi. İlk uygulama örneği olarak Paris’teki Seine Nehri havzasını kapsayan alan pilot bölge seçildi ve uygulandı. Beş yıllık süreç içerisinde Paris akıllı şehir uygulaması üzerinden dirençli kent uygulamasına geçiş sağladı. İklim değişikliği, sel ve taşkın riski, terör saldırıları, evsiz insanlar gibi kentin kırılganlıkları belirlendi ve dirençlilik stratejileri oluşturuldu. Uygulamanın her bir aşamasında halk ve STK katılımlarına öncelik tanındı, yerel yönetimler arası işbirliği titizlikle düzenlendi.
Sürdürülebilir kentler anlamında değerlendirebileceğimiz ve farklı isim ve konseptler ile karşımıza çıkan kent anlayışları var. Örneğin eko-kentler, akıllı kentler, sağlıklı kentler, yeşil kentler, karbon sıfır kentler gibi… Türkiye’de de bu bağlamda çalışmalar var. Belediyeler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin belirlenmesinde bölgelerinin özelliklerine ve önceliklerine göre kentsel stratejilerini oluşturmaya çalışıyor.
Bunlara örnek vermek gerekirse çalıştaylarına bizzat katılım sağladığım İstanbul-Avcılar Belediyesi Dayanıklı Kent uygulamasını verebilirim. Çoğunlukla deprem kırılgan bir bölge olan Avcılar Belediyesi, Dayanıklı Kent stratejilerini belirlemiş ve kısmen de kentsel dönüşüm bölgeleri ile bu stratejilerini uygulamaya koymuş bir yerel yönetim. Bunun yanı sıra dünyadan Kanada Montreal, İngiltere Londra, ülkemizden Bursa Nilüfer Belediyesi, Konya Karaman Belediyesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi gibi yerel yönetimleri de örnek verebilirim.
Bu yazı, ekoIQ’nun 111. sayısında yayımlanmıştır. Dergiye buradan ulaşabilirsiniz.